Mehmet İren

Gözümde canlanır koskoca mazi

22 Kasım 2020
Geçmişe duyulan özlem, şu sıralar Ferdi Özbeğen olarak tezahür etmekte. Mazimde kendisiyle bir buçuk kez temas etmişliğim var. Madem rüzgâr oradan esiyor, iyi-kötü demeyeyim, anlatayım. Sonra da ‘Dinlemeyeni niye dövüyorsunuz’ diye soracağım.


Bodrum’dayız; 1990’ların başı... Bütün aile orada. Akrep Nalan’ı gördüm. Ünlü görünce çocuk halimle ekstra bir sevindim tabii. Hemen imza almak için yana döne kâğıt aramaya başladım. Buldum. Pek girişken bir çocuk değildim, o yüzden birkaç tur da cesaretimi toplamak için döndüm. Sonra ‘ne olacaksa olsun’ diyerek gittim, “Merhaba bir imzanızı alabilir miyim” demeye. O da güldü, gayet tatlı bir şekilde imzaladı kâğıdı. Güle oynaya döndüm. Fakat şöyle bir sorun olmuş. Yanında da Ferdi Özbeğen oturuyormuş. Ben onu tanımıyordum. Manzarayı uzaktan gören dedem ki çok duyarlı, hassas bir insandı. Hemen beni yakaladı, “Yanındaki de ünlü, çok ayıp oldu adama, hemen git ondan da imza iste” dedi. Aynen gidip bir imza da Ferdi Bey’den aldım. Evde hâlâ durur çocukluk eşyalarım kutusunda.

Sonra bir kere de ortaokul mezuniyetimde görmüştüm kendisini. İlgili organizasyon komitesi nasıl şekilli bir operasyon yönettiyse valla Ferdi Özbeğen’i mezuniyete getirmeyi başarmıştı. Şu sıra ortalık Ferdi Özbeğen’den geçilmez olunca lise WhatsApp grubumuzda da konuşuldu haliyle.

Köşkte büyüdük biz tabii

Kendisiyle ilgili iki anım bunlardır. Geçen Twitter’da “Sırça köşklerinizde Ferdi Özbeğen’i beğenmezdiniz, bak şimdi ne oldu” gibisinden laf itelemeler gördüm, oradan geldi aklıma. Bizim ev böyledir. Durup durup çeşitli sebeplerle sırça köşk statüsü kazanır. Bu sefer de içeride Ferdi Özbeğen çalmadığı için güme gitti. İlan edenlerin canı sağ olsun, ne diyeyim, biz alışığız. Anan baban üniversite mezunu mu sırça köşk, taverna dinlemez miydiniz hop sırça köşk, değişik bir mutfak kültüründen bir şey mi sevdin, ahan da yakaladık sırça köşk... Köşk terbiyesi aldığımızdan ters de çıkamıyoruz. Hayır, hayatımda da kimseye onu niye dinliyorsun, bunu niye dinlemiyorsun, vay efendim ne demek bilmem neyi sevmemek diye arıza çıkarmış bir kişi de değilim. Ama maşallah bize arıza çıkarmaya gelince kimse fırsatı ıskalamıyor.

Valla işin doğrusu ben gerçekten müziğini bana göre bulmazdım o zamanlar. Şimdi yeniden keşfedildi. Ben hâlâ bana göre bulmuyorum. Sırça köşkümde bir değişiklik yok. Dün ne çalıyorsak bugün de onu çalıyor, başkasının köşkünün penceresinden içeri kafamızı uzatıp gereksiz sataşmalara da girmiyoruz. Dolayısıyla “Bak şimdi ne oldu, n’aber” çekene fiks cevap olarak “Bir şey olmadı valla aynen devam, sende ne var ne yok” diyorum.

İçimden ‘sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir şey tekrar patlama yaptığında mutlu olup tadını çıkarmak yerine sizinle aynı sayfada olmayanlara laf iteleme için fırsat kovalamaya çıkmazsanız hayattan daha çok randıman alırsınız ama tabii sizin bileceğiniz iş’ dediğim de oluyor.

Aslında ‘bunlar ne saçma dertler ya’ da diyebilirim ama her konuda ortam gergin. Bir de Ferdi Özbeğen üzerinden kavgalaşmaya yerim yok. Zaten önüme bir ‘Dilek Taşı’, bir de ‘Sabır Taşı’ koysan hangisi ünlü şarkıydı, hangisi içliköftesi meşhur restorandı ayıramayacak bir kişiyim. Milletimiz şu dönemde böyle şeyleri karıştıran karakterlere müsamaha gösterecek gibi durmuyor.

Yazının Devamını Oku

Öğrencilikteki yaşam kalitesini bir daha yakalayamamak...

15 Kasım 2020
Üniversiteden arkadaşımla o yıllarda oynadığımız bir bilgisayar oyununun yeni versiyonunun piyasaya çıkışını heyecanla, lakin üzerinde gördüğümüz fiyatı da esefle karşıladık. Bu durum da aklımıza, “O diplomayı aldıktan sonra bizim yaşam kalitemiz niye sürekli aşağı gitti, almasaydık daha mı iyiydi acaba?” sorusunu getirdi tabii.

Bilen bilir, “Baldur’s Gate” 1998 çıkışlı bir oyun serisi. Geçenlerde çok uzun bir aradan sonra üçüncüsü piyasaya çıktı. Ben de bir süre “Ya eski günlerin hatırına şu işe girsem ve zaten elimde sınırlı miktarda kalmış olan saatlerimi bu şekilde harcasam mı?” diye düşündüm. Ama bu kısa düşünce, fiyatının 60 dolar olduğunu görünce hızla buharlaştı.

Aynı şeyi başka dönemdaşlarım da düşünmüş ki geçen sabah üniversitedeki ev arkadaşımdan şöyle bir mesaj aldım:

“Oğlum, ‘Baldur’s Gate 3’ oynayayım, gençliğime gençlik katayım dedim. Ama 500 lira satış fiyatı koymuşlar. Bilgisayar da kaldırmıyor zaten, yenisini alsam alamam. Bir oyun oynamak binlerce liralık projeye dönmüş. Şimdi fark ettim ki biz hayatımızın en ‘Beverly Hills günleri’ni aslında fark etmeden üniversitede yaşamışız. İstediğimiz zaman ‘Baldur’s Gate’ oynuyor, istediğimiz zaman bir şeyler içmeye gidiyorduk. Tamam evin salonunda yer yer çekirdek kabukları falan vardı yerde ama yaşam kalitemiz açık ara daha yüksekti. Oradan sonra hep aşağı gittik.”

Hijyen arttı, refah düştü

Güldüm ve katıldım kendisine. Çekirdek meselesi biraz sıkıntıydı evet. Üçüncü ev arkadaşımız çok çekirdek yiyordu, önüne geçemiyorduk. Seviyorduk da kendisini çekirdeği haricinde, o yüzden atmak istemedik. Bir gün park bankında çok affedersiniz bira içerken arkadaşın yere bakıp hüzünle “Yalnız bu bank ve çevresi bizim kanepe ve çevresinden daha temiz durumda” dediğini hatırlıyorum.

Ama hijyendeki tartışılmaz artışa karşılık, refahımızda düşüş olduğu tespiti büyük oranda doğru. İki uyduruk bilgisayarı odadan odaya kablo çekerek birbirine bağlamıştık ve canımız hangi yeni çıkan oyunu çekerse bir şekilde edinip oynayabiliyorduk. ‘Sokak yemeği’ kavramı o zamanlar şu andaki gibi havalı bir şey değildi. ‘Füme bilmemneli dürüm 57 lira’ gibi menüler yoktu. Dolayısıyla sokakta bir şey yemek, esnaf lokantasına gitmek, yeri geldi akşam iki eğlenmeye gitmek gibi hususlarda da çok sıkıntı yaşamıyorduk. Şimdi aynı ekip buluşalım da akşam yemeğe gidelim dedik mi, birisi mutlaka “Ya boş verin dışarıyı, gelin ben size evde makarna yapayım” diyor. İyi yönünden bakacak olursak bunu bir gençlik ritüeli kabul edebilir, “Ne güzel, genç gibi yaşıyor, genç kalıyoruz” diyebiliriz.

Ha bugün olanlardan neyimiz yoktu? Platformlar yoktu mesela. O yüzden arkasına çataldan anten taktığımız televizyonda ‘Çocuklar Duymasın’ ve yerel kanalda piyanist şantör izleyebiliyorduk. Gerçi bunun da faydasını görmüş olabiliriz. İzlenecek mantıklı bir şey olmadığından daha dışadönük insanlar olmak zorunda kaldık.

98 modelini mi alsak?

Yazının Devamını Oku

Karakolda ayna yok, şaka var

8 Kasım 2020
Bu hafta işim karakola düştü. Her yerde ağzından çıkanı kulağı duymama noktasına gelen ben, devlet dairelerinde bu huyumu bastırmak için çaba sarf ederim. Çünkü bilirim ki buralarda çok konuşanları sevmezler, sevmezlerse işini de görmezler.

Sağa sola laf yetiştirmede pek de bir sorun yaşamayan ben, iş devlet daireleri söz konusu olduğunda bambaşka biri oluyorum. Kafamızda yer etmiş bir kere, buralarda sorun çıkarırsan işini halletme konusunda ileri gidemediğin gibi yapılacak işi de yapılmaz hale getirirsin diye.

O yüzden karşımda duran mezarlık görevlisine “Ben şu mezarı arıyorum” dediğimde bana onun bulunamaz olduğunu söyleyecek. “Kayıt yok mu arkadaşım” dersem de iyice yardımcı olmayacağından susup demeyeceğim. Gidip tek tek mezar taşlarını okumayacağım diye düşünüyorum. Hiç öyle olmuyor, görevliler e-devletten bulamadığım mezarı eski defterleri sayfa sayfa tarayarak bulup bir de beni başına kadar götürüyorlar.

Ertesi gün mezarlıklardan edindiğim özgüvenle karakoldayım. Buradayım çünkü beni o mezarlık ziyaretine taşıyan kiralık aracımı gece biri darp etmiş. Aynalar bir yanda, silecek diğer yanda...

Partikül bana yapışır

Bir abi var önümde. Diyor ki: “Benim cep telefonum çalınmıştı, ben onu internette satılırken buldum.” Memur arkadaşlar adamı odadan odaya sürüyorlar. “Sen” diyorlar, “bak şu odaya gir, oradaki arkadaşa anlat, o yardımcı olur”. Abi gidiyor, hop en baştan başlıyor hikâyeyi anlatmaya. Biraz da deli muamelesi görüyor. Gerçi ben devletin memurundan iyi anlayacak değilim, belki de delidir, gözünden anlaşılıyordur, bilemem.

Sıra bana gelince “Senin ne vardı” deniyor. “Şimdi nerden baksan benim sana bir 15 yaş farkım var, 20’ye kadar da gidiyor olabilir, niye böyle senli benli olduk anında” demiyorum tabii. Zaten maske de yok kimsede, sinirlenip bir çemkirse partikül, parçacık ne varsa direkt gelir bana yapışır.

Sendir, bendir takılmadan işimi halledip gitmenin peşindeyim. “O rapordan tutamayız, bu rapordan tutarız” falan deniyor. Hangi raporu koparsam kârdır diye alıp çıkıyorum. Ertesi gün yine aynı yerdeyim çünkü kaşe unutulmuş. Dünkü rapor kayıtlardan çıkmıyor, içime atıyorum. Eskisini bulup getiriyorum. “Ha” diyorlar, “Bunu hazırlayan arkadaş burada değil, bir saate gelir, sen dışarıda bekle”, içime atıp bekliyorum. İlgili arkadaş geliyor bir saat sonra ama bu sefer de önüme eline sahte para tutuşturulan bir esnaf gelmiş, onu da bekliyorum.

Sıram gelince ben ve maskesiz memur arkadaşlar bir odaya doluşup baştan alıyoruz. “Hasmın var mı” diyorlar, “Yok” diyorum. “İyi bak, belki vardır, ne malum” diyorlar. Benim de şakalarım var ama “Burada şakaları biz yaparız, çık, bir saat daha bekle” derler düşüncesiyle hop o şakaları da gönderiyoruz içimize.

Yazının Devamını Oku

Ben bu köpeğin üzerinde tahakküm mü kuruyorum?

1 Kasım 2020
Hayvan-insan ilişkilerine çok kafa yoran biriyim. Ben, taksiciler ve internet, bu konuda büyük çatışmalara giriyoruz. Peki bundan hayvanların, özellikle de benim köpeğin haberi var mı? Yok tabii ki.

İnternet dediğin yerle taksi koltuğu birbirine inanılmaz benziyor. İnsanların aynı zırvalıkları tekrar tekrar söylediği, hiç “Ben ne konuşuyorum, bu söylediğimin aslı astarı var mı?” diye düşünmediği ortamlar ikisi de. Nitekim öndeki şoför kaldırımda köpek gezdirenlere bakıp “Bu hayvanseverler insan sevmiyor abi” deyince kaşımı daha önce yüzlerce kez olduğu gibi kaldırmak zorunda kalıyorum. “Bizim bir arkadaşın karısı” diyor “Kediyi kocasından çok seviyordu, adam ‘Ya ben ya kedi’ dedi, boşadı kadın bunu.”

Dayanamayıp “Başkan” diyorum; “Uç örnekler bunlar. Kaldı ki kediyi kendine rakip gören adamı da boşarlar yani...”

Aslında hayvanlarla dostluk kuran insanların, insanlarla ilişki kurmakta sorun yaşadığına, bu yöndeki becerilerinin eksik olduğuna dair de bir araştırma mevcut değil. Tersine, veriler hayvanların ‘sosyalleşmeyi kolaylaştırıcı’ etkileri olduğunu gösteriyor. Bunun doğruluğuna bütün köpek sahipleri kefil olabilir. Tabii bu konuyu uzun uzadıya taksici bireyle tartışıp ortamı bir panele çevirmeye niyetim yok. Eve döndüğümde köpeğe şöyle bir bakıyorum. “Ya” diyorum, “İnsan sevmiyormuşum, o yüzden senle iyi anlaşıyormuşuz.” Bön bön bakıyor ve lisanı münasiple “Bırak şimdi onu bunu da iki top at neşemizi bulalım” çekiyor bana beden diliyle.

Onun yine kafasını çok takmadığı ama benim hem internetten hem de böyle şeylere kafa yormayı seven arkadaşlarımdan çok sık duyduğum bir şey daha var: “Sizin bu hayvanlarla kurduğunuz ilişki aslında bir tahakküm, bir iktidar ilişkisi.”

Bu beni ‘insan sevmiyorsunuz’ argümanının tersine biraz geren bir husus. Ara ara dönüp köpeğe bakıyorum, “Allah’ını seversen söyle, tahakküm kuruyor muyum” diyorum. Köpekte yine tık yok. Hasılı bana sorarsanız ya da mesela siz değil de bir taksici sorarsa, insanlarla hayvanlar arasındaki tüm ilişkileri iktidar gibi bir gerekçeyle okuyup geçmek bence çok sağlıklı değil. ‘İnsan sevmiyorlar ondan kedi köpek bakıyorlar’ da ha keza aynı kategoride. Bu ilişkiler tek bir nedensel etkene indirgenemeyecek kadar çeşitli ve değişken.

Şimdi aslında bütün bu kafamdakileri durak durak dolaşıp bütün taksici abilere, internetin köşesine bucağına ve bu yazıyı sonsuza kadar uzatarak size anlatmaya devam edebilirdim.

Lakin kaynak sıkıntım var. Daha doğrusu yoktu ama az önce ben bu yazıyı yazarken oluşmuş. Anlattıklarıma dayanak olarak İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Biz ve Onlar, Hayvanlarla Bağımızı Anlamak’ isimli kitaptan faydalanıyordum. Dur biraz daha faydalanayım diye içeriden almaya gittiğimde benim köpeğin de aynı kaynaktan farklı bir amaçla faydalandığını gördüm. Yemiş yarısını kitabın. Şimdi üzerinde tahakküm kurmadan yaptığının yanlış olduğunu ona anlatmaya çalışacağım. Başarı ihtimali düşük bir sınav ama olsun, kazanmak için sevmedik sonuçta.

Yazının Devamını Oku

Kış bana bir adım yaklaşsın ben ona koşarım

25 Ekim 2020
Hiçbir şey anlamadığımız bir yaz ve sonbahar bitti, yağmurlar sahaya indi. Ben hazırım, halkımız salgından korkmuyorsa ben de mevsimden korkmam.

Kış yaklaşıyor da bana mı yaklaşıyor? Valla evet, belli açılardan bana yaklaşıyor. Kışlık kostümlerim hazır. Köpek, sahillerde insan kalmayacak, her yer onun ve arkadaşlarının olacak diye memnun. Kararlı sporcular ve cevval köpek sahiplerinden başka kimselerin ortalıkta gözükmediği sabah 6.30 nöbetine dikilip parka koşmaktan da evde koridora top atıp getirmekten de biraz baymıştık. Zaten top işi de pek iyi gitmiyordu. Çünkü topu atıyorum, peşinden gidiyor. Top sandalye altına falan girdiyse eğilip almaya üşeniyor. Aynı coşkuyla topsuz olarak gelip, oturup mama bekliyor. ‘Top yok ama şöyle düşün, ya ben de gelemeseydim? Cana geleceğine mala gelsin sonuçta öyle değil mi?’ gibi bir bakmalar, bir haller...

Bunun yanı sıra artık camları kapatabileceğim; martıdan düşenler, ilişki problemleri yaşayıp bağrışanlar, sokak particileri eve doluşmamış olacak.

Ayrıca üzeri halı ve battaniye kaplanmış arabaları son derece eğlenceli buluyorum. Birer sokak sanatı havası veriyor. Ama yağmurlu günlerin beni endişelendirdiği yanlar da var. Malum kapalı mekân konusu en başta. Yemin ediyorum COVID polisliği yapmıyorum. İnternette çılgın gibi küresel vaka sayılarını falan da takip etmiyorum. Ama çeşitli ülkelerde önlemlerin yeniden sıkılaştırıldığını ‘Artık pandeminin p’sini duymak istemiyorum’ desen bile duyuyorsun. Zaten konudan artık bu boyutta, bir koşarak uzaklaşma çabasıyla uzaklaşmak da mantıksız olur. Bizde bu işler çoktan yaşandı bitti ruh hali hüküm sürüyor.

Hazır değilim ama korkmuyorum

Bu rahatlığın bir dayanağı var mı diye merak ediyor insan. Mesela geçen yağmurdan kaçınmak için şurada bir şeyler içelim diyerek girdiğimiz dükkân. Elemanın maskesi yoktu. “Siz de mi taksanız” dedim, “Siz takıyorsunuz ikimizin de takmasına gerek yok” dedi. Böyle bilimsel bakış açılarını görünce rahatlığın dayanağı konusundaki sorumun cevabını da almış oluyorum işte. Sonra vay efendim sen de konulara çok negatif bakıyorsun, kolay sorun çıkarıyorsun... Şimdi ben “Şöyle önlem aldık, böyle eşeği sağlam kazığa bağladık” diyenlere mi inanacağım, bu kardeşimiz gibi pandemiyi demirden korksak trene binmezdik çizgisinde karşılayanlara mı?

Kışın trafiğine, ‘o tarafa gitmem bu yağmurda abi’sine, zaten metrekare savaşları ve kim inecek kim binecek kavgalarıyla doğalda gergin olan, pandemiyle iyice herkes kendinden mesul, burası metrobüs havasına giren toplu taşımasına ve kaldırım taşı var sandığım yerde su birikintisi bulmasına hiç hazır değilim, o kısım da ayrı. Ama halkımız pandemiden korkmuyorsa ben de bir mevsimden veya yağmurdan korkacak değilim.

Yazının Devamını Oku

Ne mozaiği, peyzaj, peyzaj!

18 Ekim 2020
Bütün haftayı ele geçiren ‘yol kenarında peyzaj mı olsun resim mi’ kavgası beni başka bir şey düşünemez hale getirdi. İstanbul ve yeşil alan deyince aklıma ne geliyor, daha doğrusu bir şey geliyor mu diye şöyle bir kafa patlattım. Sonuç aşağıda.

Yine önüme düşen bir tweet: “Mahalleye yeni taşınan bir grupla mahalle ahalisi arasında gürültü sebebiyle pencereden bağrışmalı kavga çıktı. ‘Burası Kadıköy, gürültüden rahatsız olan Bağcılar’a gitsin’ argümanı üzerine kimin Bağcılar’a gitmesi gerektiği konusunda Bağcılarfobik bir tartışma sürüyor şu an.”

Neyse konumuz bu değil. Konumuz yeşil alan. Benim içinde yaşadığım şehirle ilgili son yıllarda hissettiğim durum, bu tweet’in “Burası Kadıköy” çıkışıyla paralel aslında. Şehirden bana “Burası İstanbul! Ağaçtır, yeşilliktir isteyen Akdeniz’e, Ege’ye taşınsın” diyormuş gibi bir elektrik alıyorum.

Kendi adıma yol kenarı peyzajlarını eskiden beri aşırı çirkin ve masraflı buluyordum. Çiçeklerden yapılmış Kız Kulesi kafamdaki yeşil alan tanımından oldukça uzaktı.

Türkiye gündeminde hiç beklemediğin şeylerin ana maddeye dönüşmesi enteresan ama. Konunun “Ne mozaiği ulan, peyzaj, peyzaj” çizgisine geleceği günü heyecanla bekliyorum ki çok da beklememe gerek kalmayacak gibi duruyor.

İstanbul’da ‘yeşil alan’ deyince benim aklıma şahsi tarihimde de yeri olanlardan neler geliyor peki?

İlk isim Göztepe Parkı. Burada bisiklete binmeyi öğrenmiş ve Bulutsuzluk Özlemi Halk Konseri izlemiştim. Top oynamak için de düzenli buraya giderdik. Sonradan yeni düzenleme yapıldı. Bol peyzajlı ve çiçek bahçeli bir alan oldu. Peyzaj seven insanlar burayı da çok sevecektir.

Fenerbahçe Parkı çizgisini bozmuyor

Fenerbahçe Parkı aşırı tatlı ve çizgisini yıllardır bozmayan bir alan. Adını anmaya korkuyorum “Hemen bir düzenleyelim onu” diyen çıkar diye.

Yazının Devamını Oku

Benim köpek acaba sağcı mı solcu mu?

11 Ekim 2020
Parka köpekler için oyun alanı yapılmış. Pek anlamlı olmamış ama olsun, niyet güzel. Benim derdim başka. Aynı alanın sosyal medyada ‘köpekler arasında sınıf ayrımı var’ tartışması çıkardığını gördüğümden beri benim köpeğe bakıp politik duruşunu çözmeye çalışıyorum. Henüz tam bir renk vermiyor.

Geçen gün önüme düşen bir tweet: “Parkların içindeki köpek oyun parklarına, sokak köpeklerini almıyorlar. Sınıfsal…”

Tepkiler ve “O iş öyle değil” itirazları üzerine devam edilmiş:

“Köpek sahibi olup bu durumun sınıfsal olmadığını, sağlık amaçlı olduğunu söyleyenler var. Sizin imkânınız olduğu için köpekleriniz düzenli veterinere gidebiliyor, sokak köpekleri kendi paralarını kazanamadığı için gidemiyor. Sınıfsal değil derken aksini kanıtlıyorsunuz.”

Şimdi burada en baştan itiraz edeceğim bir-iki nokta var. Birincisi, bahsi geçen ve fotoğrafı paylaşılan oyun alanını biliyor ve kullanıyorum. Zaten yapılalı bir ay ya oldu ya olmadı. Sokak köpeklerinin içeri girmek gibi bir taleplerini de içeridekilerin onları almamak gibi bir uygulamasını da görmedim. Yani sahada böyle bir kavga yok, sosyal medyayı bilmem.

Ayrıca alan anlamlı bir alan değil, çok dar ve spesifik olarak zinde tutmak yani ‘agility training’ için tasarlanmış, sokak köpeğinin özellikle girmek isteyeceği bir cazibe merkezi değil. Hatta sahipli köpekler bile çok bayılmıyor. Bu işin yarışmaları var, ona hazırlanacaksanız işinize yarar anca. Sokak köpeği arkadaşların sporda kariyer yapma gibi bir hayalleri olduğunu sanmıyorum.

Hepsini geçtim ‘Modalı hayvansever teyze’ diye karikatürize bir stereotiple anılan mahallede, ‘sokak köpeği oraya girmesin’, ‘kedi oradan geçmesin’ gibi mücadeleler verip kazanmayı bırak, parçık pinçik edilmeden olay mahallinden ayrılınabileceğine siz inanıyor musunuz?

Genel hali Victoria Beckham’ı andırıyor

Bir kere işin temelinde evinde hayvan besleyenlerle sokaktaki hayvan için dertlenen, kendi bütçesinden kısırlaştırma gibi işlere koşturan insanlar çoğunlukla aynı insanlar. Gel gör ki bu hayvan işlerinde hem çok fazla gereksiz rüzgâr yapılıyor hem de sosyal medyada ‘hayvansever’ gömmenin reytingi iyi. Millet tuttuğu yerden gömüyor.

Yazının Devamını Oku

Bizim sokağı dinliyorum, gözlerim kapalı

4 Ekim 2020
İstanbul’un seslerini kayıt altına alan harika bir proje var. Bir süredir şehri oradan, bizim sokağı da evden dinliyorum. Motorsiklet sesinden marşlara, gitar resitalinden folklor performansına ne ararsanız var.


İstanbul’un seslerini kayıt altına alıp derleyen soundsslike.com çok sevdiğim bir proje. Kentin çeşitli bölgelerinden günlük hayatın çeşitli seslerini dinleyebiliyorsunuz. Siteyi kurcalamaya başladığımdan beri bizim sokağın seslerini de daha bir dikkatli dinler oldum.

Ses kaydı almadım ama yazı kaydı olarak şöyle bir özet geçebilirim...

Bir kere en yaygın sesimiz açık ara motosiklet sesi. Bu çok yönlü bir ses. Bir normal, düz geçen motosiklet sesi var. Bizim sokağa kestirme olsun diye ters yönden girmek çok yaygın bir alışkanlık... Öyle girip hızlıca çıkayım derken yokuşun köşesinde düşme sesi var. Bu durum, geçen günkü dolu gibi hava olaylarında, virajdaki mazgalın da ıslanıp iyice kayganlaşmasıyla zirve yapıyor. Camdan “Geçmiş olsun, iyi misin?” diye seslenmeye epey vakit ayırdığımız oluyor...

Ayrıca ters yönden gelen motorla düz yönden ama yine de hızlı gelen motorun ani karşılaşmasından kaynaklanan tartışmalar, küfürleşmeler oluyor. Bu da çok duyduğum seslerden.

Haftanın belli geceleri keyfi yerinde bir şekilde ‘10’uncu Yıl Marşı’ söyleyerek geçen abi var. Favori seslerimden kendisi. Bazen de hükümete yönelik eleştirilerini kendi kendine seslendirerek geçiyor. Sorun etmiyoruz, içine atacağına bizim sokağa atsın. Bütün büyük hastalıklar içine atmaktan çıkıyor sonuçta.

Karşı binamızın pencereleri bir performans alanına açılıyor. Oradan kaynaklı sesler var. Folklor gösterisi falan olduğu zamanlarda bütün gün evin içinde oynanıyormuş gibi oluyor, o iyi değil. Ama n’apacaksın folklor da bizim sokağın bir rengi sonuçta!

İnşaat sesi tabii ki şehrin pek çok yerinde olduğu gibi olmazsa olmaz... Sürekli duyuyorum. Resmen yaşadığımızı hissettiren bir ses. İnşaat sesi kesilirse öldüm herhalde, o yüzden duyamıyorum diye huylanmaya başlarım.

Yazının Devamını Oku