Normalleşmeyi hemen hissetmenin en mantıklı yolu sahile gitmek gibi göründü. Yasak olunca malum, bahsetmiştim, polis bir yandan, zabıta diğer yandan sahili kesiyor. Kolluk kuvvetleri tarafından durdurulmadan su kenarında gezindim. Kendimce yaptığım “Erken gideyim, millet de benim gibi sahile aç, çok kalabalık olur” öngörüm öngörüymüş ama yine de yeterince önü görememiş. Ben 9’da olay mahalline vardığımda saatlerdir orada olan, evden masa, sandalye, koltuk ne varsa getirip çimlerin üzerinde küçük bir salon kurmuş gruplar vardı. Geceden gelip orada kaldıklarından bile şüpheleniyorum. Kapatmaların çoğumuzu normalde üşeneceğimiz şeyleri yapmaya, mesela sabahın 6 buçuğunda kalkıp epey bir eşyayı en yakın deniz kenarına taşımaya sürüklemiş olması da ihtimal dahilinde.
Yasaksız bir günde uzun zamandır yasağa takıldığım için yapamadığım bir şey daha var. Arabayla süpermarkete gidip büyük çaplı aylık alışveriş yapmak.
GİT-GEL MARKET, İKİ SAAT
Kötü bir fikir olduğunun farkındayım. Ama ne kadar kötü bir fikir olabilir ki? Şu kadar olabilir: Arabayla 15 dakika sürmesi gereken yol gidişte 1 saat 10 dakika, dönüşte 50 dakika sürebilir mesela. Sürdü de nitekim. Gitti mi sana iki saat sadece markete git-gel hattıyla! Zaten kontağı çevirdim, sokaktaki birinci köşeyi döndüm, kendimi trafikte buldum. Yani 7 yaşımdan beri günlük bazda köprü geçerim. Köprü trafiğinin köprüye gitmeyenleri bile bağlayacak şekilde başladığını, başlangıç noktasının da bizim sokağın köşesi olduğunu hiç görmemiştim.
Markette de hatırı sayılır bir yoğunlukla karşılaşıp iki saatimi de orada bırakınca günün kullanılabilir kısmının üçte birini zaten yemiş olduk.
Günün kalanında anlamlı bir şeyler yapmak zorundayım artık. Yasaksız günü heba edemem.
Bir yıl sonra hafta sonu sokağa çıkabilir ve bir yerde oturup bir şeyler yiyebilir olunca yiyeyim bari diyerek denemelere başlıyorum. Bu restoran deneyimi denen şeyi neredeyse tüm detaylarıyla unutmak üzereyim. Beni bu hale getiren pandemi, insanları restoranda bir masa için birbirini kesecek hale getirmiş. Herkes ta hafta ortasından yer ayırtmış. Masa bulan beri gelsin. Kahvecide de durum aynı şekilde. Kahveyi elde aldım almasına da sokakta elimde kahveyle kalakalınca hiç normalleşmiş hissedemedim kendimi.
Şimdi ben geçen hafta sonu dişçiden dönüyorum. Parkın yanından geçerken bir polis kibarca “İyi pazarlar, parka girmeyin lütfen, olur mu?” diye uyardı. “Tamam, doktordan eve gidiyorum zaten” dedim. “Tamamdır, geçmiş olsun” dedi, geçtik.
Bir önceki hafta da aynı noktada eve gitmek için en kestirme yolun gerçekten parkın içinden geçtiğine ikna etmek ve parmağımla gösterip çıkacağımı vaat ettiğim çıkıştan çıkarak eve ulaşmak gibi bir yaşanmışlığım olmuştu.
Sonra eve geldim. Haberlere bakıyorum, Bursa’da dağ ilçelerinden birinde hayvanlarını otlatmak için dışarı çıkan yaşlı kadını jandarma bulup eve gitmesi için uyarmış. “Şefkatli yaklaşım herkesin takdirini kazandı” diyor. O kadar da kazanmamış ama bakınca. 75 yaşındaki Ümmü Nine de gerilmiş zaten karşısında şefkatli de olsa jandarmayı görünce birden.
Onun ardından biraz daha gezinince Beyoğlu’nda bir saçma ceza kilitleme vakası düştü. Kadının nefes almak için kısa bir süre maskesini indirip geri taktığını kameralardan tespit edip ceza yazmaya kalkan bir memurumuz olmuş.
Daha önce bu korona denetlemeleri kapsamında gördüğüm en saçma videoyu hatırladım. Kahramanmaş’ta tedbirler çerçevesinde denetim yapan ekiplerin potpurisi. Ekipler önce motosikletteki evli bir çifti durduruyor, “Sizde hiç sosyal mesafe kalmamış” diyor. Motosikletteki kadın haklı olarak şaşalamış, o şaşkınlıkla ağzından “Ama eşim” yanıtı dökülüyor. Polis Nuh diyor, peygamber demiyor. “Şurada otobüs durağı var” diyorlar. Adamcağız eşini otobüs durağına bırakıp yoluna devam ediyor. Sonrasında aynı ekip bir aracı çeviriyor. Adam annesini hastaneye götürmekte. Kadını ön koltuktan kaldırıp arka koltuğa geçiriyorlar sosyal mesafe olsun diye. Sürücü bir “Hasbinallah” çekip yoluna devam ediyor. Finalde bir de genç çevrilmiş. “Bir günle yırttın” diyorlar. Çünkü oğlanın bir gün önce doğum günüymüş ve yaş kısıtlamasından bir günle kurtulmuş. “Ama yine de işini hallet, hızlıca evine git” diye uyarıyorlar.
Şimdi gevşeme falan diyoruz, iyi güzel. Ben de bu korona konusunda normalleşmeye hazır hissediyorum kendimi. Ama bu denetlemelerin kendinden mizahlı hallerinden, olası bir problemde ilk önlemin her zaman için yeşil alanlara erişimi engellemek olmasından biraz fazla darlandım. Bu gerilimden gevşemek kısmı pek kolay olmayacak gibi geliyor.
Ayrıca görünüşe göre ancak vatandaşın elini taşın altına koyup hazırladığı excel tablolarıyla anlamayı başarabildiğimiz hangi il ne kadar normalleşecek sürecinde de bunlardan daha çok görecek gibiyiz. Mesela drone’larla maske denetlemesinin devam edeceğini görüyorum. Buna da ‘Dinamik Denetleme’ deniyormuş. Bu drone’ların hayatımıza girip iyice oyuncak olduğu dünyaya “Yeter artık germe beni!” diye bağırmadan edemiyorum.
Fenomen dizi ‘The Office’ten hatırlayacağınız John Krasinski bir süredir YouTube’da ‘Some Good News’ (Bazı Güzel Haberler) isimli bir program yapıyor. Haklı olarak pandemi döneminde içimizi iyice karartan dünyadan sıkılmış. Köşe bucak iyi haber aramaya başlamış. Sabahları bol bol e-postaya gelen gündem derlemesi okuyan bir kişi olarak hissiyatını fazlasıyla anlıyorum. Üstelik kendisi bir de Batı’nın gündeminden darlanıyor. “Ben sana biraz da Türkiye gündemi atayım da iç daraltan gündemin kralını gör sevgili John” diyebilirim ona.
Sonuçta Krasinski’den feyz almaya ve gündemin güzel haberlerine odaklanarak yaşam kalitemi biraz yükseltmeye karar verdim. Hafta boyunca “Aaa bu tatlıymış dediğim” haberleri kenara attım. Tabii benim pozitiften anladığımla ABD’li bir bireyin anladıkları arasında bazı farklar olabiliyor. Buyurun, seçtiğim beş habere ve bunları ne açıdan pozitif bulduğuma bakalım...
Para cepte kalacak
- Liverpool Üniversitesi’nin araştırması fazla içki tüketimine daha meyilli olan meslekleri ortaya koydu. İmalat ve inşaat endüstrilerinde çalışan nitelikli işçilerin içki tüketmeye daha meyilli olduğu sonucuna ulaşılmış. Benim açımdan olumlu çünkü bu meslek gruplarında yer almadığım için param cebimde kalacak. Yer alsaydım sıkıntıydı, zira malumunuz içki fiyatları meyilli bireyleri fazlasıyla üzecek kadar yüksek.
- Laboratuvar maymunu zor bulunur olmuş. Koronavirüs aşıları için deneme yapılacak maymun bulunamıyormuş. Bunun sebeplerinden biri de Çin’de vahşi hayvan kaçakçılığına ciddi cezalar getirilmesi... Çin bu kategoride dünya lideri. O taraflarda hayvan kaçırılmazsa vahşi hayvanların çektiği zulüm küresel ölçekte bir nebze azalıyor. Bu gelişmeyi harika bir haber olarak listeme eklemişim. Durup durup yeni bir kaçak maymun edinen Türk YouTube fenomeni birey de rahat durursa maymunlar bir süre huzur bulabilir.
‘Bodyguard karga’
- Haberin iyisi Reddit’te bulunur. Tabii bu platformdan ben de borsada fırlayacak senetler ya da patlama yapması muhtemel kripto paraları öğrensem iyiydi ama onu beceremiyorum. Pozitif haber bulabiliyorum ki ona da şükür. ABD’de kadının biri bahçesindeki kargaları besleyerek kendisine alıştırmış. Buraya kadar güzel. Ancak kargalar bir süre sonra kadını koruma görevini de üstlenmeye karar vermiş ve ona yaklaşan komşulara saldırmaya başlamışlar. Kadın da Reddit’teki bir hukuk grubuna gelip akıl danışmış: “Bu kargalar birini yaralarsa ben sorumlu tutulur muyum?” “Evet, tutulursun çünkü vahşi hayvanları kendine alıştırarak sorumluluğuna almışsın” demişler. Ama olay mahkemeye değil bambaşka bir yöne gitmiş. Bütün mahalle kargaları beslemeye başlamış. Kargalar herkese alışmış. Sonunda da bahçesinde düşen yaşlı bir mahallelinin etrafında uçup yaygara yaparak yardım çağırmış ve zor durumdaki yaşlı bireyin hayatını kurtarmışlar.
Uzun zaman sonra taksideyim. Ana arterler açık. Radyoda Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım’ın açıklamaları var. Bir noktada “Biz uzayda olmak mecburiyetindeyiz” cümlesi geçiyor. Şoför Bey de bu noktada bana dönüp “Mecbur muyuz uzaya gitmeye?” diyor.
Anında “Ben gitmem” diyorum. Hızımı da alamayarak ekliyorum: “Mars’a gideceğime Meksika’ya giderim.” Bu, çok sevdiğim bir arkadaşımın “Uzaya gitmek ister miydiniz” sohbetlerinden birinde verdiği cevap. “Konu ‘uzağa gitmek’ olunca Meksika benim için şu anda yeterince uzak ve henüz kendisini görmedim” diye de devam etmişti. O zaman bu zaman bu bakış açısı bana aşırı makul gelir.
Yoksa aslında uzaya gitmeye hiç karşı değilim. Ama ‘mecburiyet’ düzleminde sorulunca hiç gidesim gelmiyor. Ayrıca ben de daha Meksika’yı görmedim.
Filmlerde gördük, gemide birisi mutlaka psikopatlaşır
Şoför Bey “Yok” diyor, “Ona bakarsan ben Meksika’ya da gitmem. Orası da uzak. Temsil edilmek olarak diyorum, uzayda temsil edilmeli miyiz?” Böyle başlayan sohbetimizi uzaya gitmek kaça patlar konusunda afaki hesaplamalar, uzayda madencilik imkânlarına yok bilgiyle genel bakış ve Elon Musk başlıklarına değinerek tamamlıyoruz. Lakin nasıl verimli bir sohbetse taksiden ve kardan çıkıp bilgisayar başına ulaştığımda aklımda hâlâ benzer sorular dönmeye devam ediyor: Bu uzay dediğin başı sonu belli ufak bir alan değil. Temsil edilelim edilmesine de neresinde temsil edilelim tam olarak?
Bir daha bana bir takside bu soru sorulursa daha hazır, daha net ve daha kararlı bir duruş sergilemek niyetindeyim. Dolayısıyla gün içinde boş vakitlerimi kendimi bu hususta geliştirmeye ayırmak istiyorum.
Mars’ta temsil edilelim desen o iş zaten sakat. Elon Musk “Üçüncü Dünya Savaşı çıkmadan önce Mars’ta şehirler kurmalıyız” diyor ama uzaycıların ciddi bir kısmı onunla hemfikir değil. Gitmek çok pahalıya geliyor, ortam elverişsiz, acil bir durum olsa yardım gelmesi minimum iki yıl çekiyor ve şu ana hiçbir astronot Dünya’dan gezegenimizi göremeyecek kadar uzaklaşmadığı için böyle bir yola çıkanların akıl sağlığının da yolun sonuna kadar dayanmayacağından şüpheleniyorlar.
Platformda açtığım film zaman döngülü çıktı, anında kapattım. En bilineni ‘Groundhog Day’ (Bugün Aslında Dündü - 1993) olan temayı biliyorsunuz. Kahramanımız sürekli aynı günü yaşar. Ben (ve sanırım daha pek çok insan) bu temayı artık haliyle hiç fantastik bulmuyorum ve kendisine tahammül edemiyorum.
Neredeyse aynı günü tekrar yaşama meselesini ziyadesiyle deneyimledik. Fark olarak belki bizim döngümüzde 5+2 sisteminin olması.
Sokağa çıkma yasaklı hafta sonları deneyim olarak birbirlerinin tuhaf tekrarlarına dönüşüyor.
Hafta içi günleri de benzer bir şekilde kendi 5’li tekrarlarına dönüşüyor.
Hafta içi tekrarları ve hafta sonu tekrarları birbirlerinden biraz ayrılıyor ama. Hafta sonu tekrarlarını ele almıştık, bu kez hafta içi tekrarlarını ele alacağız.
Çünkü bu aralar pandemi dönemi iş hayatını nasıl değiştirecek sorusunun cevabını bulmuş gibi hissediyorum.
Öncelikle nasıl değiştirdiği ayrı, bir kere değiştirdi, sonra hiç ellemedi, aynen öyle devam etti. Evden çalışanları şöyle değiştirdi: Video konferans işine geçilince biliyorsunuz. “Nasıl olsa evdeyiz, hallederiz” ve “Yeni döneme adapte oluyoruz” kısmına geldik. Bu kısım çabuk tarafından coştu. Daha fazla çalışılır, daha fazla ve daha saatsiz iş için iletişilir oldu. Sonra da bu ilginç biçimde pek çok sektörde büyük ölçüde böyle kaldı.
Çok söylenir, siz de duymuşsunuzdur: Hayvanseverler insan sevmiyor. Doğru olmadığı araştırmalarla da sabit, o ayrı ama benim açımdan şu doğru olabilir, insanların gündemini sevmiyorum. O yüzden sabah günün haberlerini şöyle bir tarama ritüelimde bazı düzenlemelere gitmeyi denedim. İnsanlar yerine hayvanlar âleminin gündemine bakıyor, “İnsanlara da başkası baksın artık” diyorum.
Tabii Türkiye özelinde orada da çoğunlukla iç açıcı şeyler olmuyor. Mesela geçen güne, sürekli geldi, gelecek denen ama bir tarih verilmeyen Hayvan Hakları Yasası’nın taslağı olduğu iddia edilen metne bakarak başladım. Evde üç hayvandan fazlasını bulundurmanın yasaklanacağını gördüm. Yine olmayan bir probleme çözüm üretilmiş olmasına sinir olup kapattım.
Daha pozitif bir haber arayışıyla rotamı tilkilere çevirdim. Türkiye’nin pek çok köşesinden “Sevimli tilki yemek için şuraya indi” haberleri akıyor. Haftada üç tilki haberi garanti ajanslarda. Mesela bu sabahın tilkisi Tokat Reşadiye’den... Kaplıcaya gelen tilkiye çorba ve ekmek ikram edilmiş. Sivas’ta başka bir tilki kendini pideciye zimmetlemiş. Kedilerle birlikte kapıda yemek yiyormuş. Bu tatlı tilki haberleri de aslında o kadar tatlı değil tabii. Hayvanın doğal ortamında yiyecek kalmamış, gelip kaplıcadan medet umar olmuş. Ayrıca saf değiliz, ajansa düşmeyen ve insana yaklaşması tam tersi etki yaratıp vurulan bir tilki daha olduğunu biliyoruz.
Böyle insan içine inen yabandomuzu da oluyor ama bizde pek hoş karşılanmıyorlar. Lakin Fransa’nın Nimes kentinde de domuzlar sokağa inmiş. Bir sorun yaşamadan gezinmiş, yemeklerini yiyip gitmişler.
Pozitif haber arayışımı sürdürüyorum. Ordu’da dereye düşen danayı itfaiye eri sırtında taşıyarak çıkarmış. İşte pozitif. Aynı dana Kurban Bayramı’nı sağ salim atlatamayabilir tabii ama ajansın danayı bu kadar yakından takip edeceğini sanmıyorum. Dolayısıyla hikâyenin sonunu öğrenemeyeceğim.
Eski sevgiliden intikam
Pozitif bir haber de ABD’de var. Joe Biden’ın iki köpeğinden biri olan Major barınaktan çıkıp Beyaz Saray’a kadar ulaşan ilk köpek olmuş. Buyurun size güzel bir detay: Portakal Reis son 120 yılda Beyaz Saray’da köpeksiz yaşayan ilk başkanmış. James Polk ve Andrew Johnson’ın da köpekleri yokmuş. Bu ikisi de aynı Portakal Reis gibi dört yıl oturabilmişler başkan olarak. Köpek yoksa ikinci dönem başkanlık da yok diyebiliriz yani.
Al Pacino’nun ‘Şeytanın Avukatı’nda malum tiradı vardır ya hani: “Bak ama dokunma. Dokun ama tatma. Tat ama sakın yutma!” ‘Hafta sonu sokağa çıkma yasağı’ denince benim aklıma gelen şeylerden biri bu. Birbiriyle yer yer çelişen, yer yer de duruma göre tuhaf esneklikler gösteren kurallar silsilesi. Kısıtlamanın aklıma getirdiği diğer şeyleriyse şöyle anahtar kelimeleriyle aktarayım...
Poşet: Kısıtlamanın olmazsa olmazı. Malum sokak yasak ama market serbest. Elinizde bir market poşeti varsa pekâlâ markete gidiyor veya marketten dönüyor olabilirsiniz. Hal böyle olunca poşeti kapan kendini sokağa atıyor. Bir poşete birkaç mandalina, bir de ekmek atarsanız (illa marketten almanıza gerek yok, evden de doldurabilirsiniz) Kadıköy’den Bostancı’ya kadar yürüseniz bile sorun olmuyor.
Köpek: Hollanda’da kırk yılın başı iki sokağa çıkma yasağı gelince ortalık birbirine girdi, malum. Yasaktan kaçmak için köpek kiralama gibi ilginç bir yöntem devreye girmiş. Ancak ben bizim bu taraflar için uyarayım: Köpek her ne kadar evden çıkabilme yetkisi verse de asla ve asla bir market poşeti yerine geçmiyor. Mesela köpekle sokakta ileri geri yürümeyeyim, şu 500 metre aşağıdaki parka ineyim derseniz, polis gelip “Yalnız köpekleri kapımızın önünde gezdiriyoruz” diye kovalıyor. Siz kovalanırken elinde ekmekli poşetle yürüyüş yapan teyzeler de yanınızdan akıp gidiyor. Ayrıca iki kişi bir büyük poşetle istediğiniz yere gidebiliyorsunuz ama ‘iki kişi-tek köpek’ işlemiyor. “Niye bu köpeği iki kişi gezdiriyor” diyorlar.
İzin kâğıdı: Bu belge çok iyi. ‘Arabayla gezebilir’ mealine geliyor ve isminin korkutuculuğunun tersine gayet kolay edinilebiliyor. Kimle konuşsam izin belgesi var.
Park-bahçe: Pandeminin başından beri ilk kapanan yerler oluyor her seferinde. Bu da beni feci geriyor. O yüzden ne zaman kısıtlama lafını duysam “Aman önce parkı kapatsınlar ha, açık falan unutulmasın maazallah” demeden edemiyorum. Misal başta da dediğim gibi elinize poşeti aldınız ya da gerçekten markete gittiniz, dönerken de bir kahve alıp yol kenarındaki banka oturdunuz, sorun yok. Gidip parktaki banka oturdunuz, yok o olmaz. Açık alanlara erişimi engelleyerek yapılan önlem alma işini hiçbir şekilde kavrayamadım. Kavrayan varsa bana e-posta atsın.
Bira: Malum kısıtlamanın bir ayağı da alkollü içki satışı. Bu ilk başladığında haftalık market işini çözerken ‘İki-üç de bira alayım, madem yasakmış’ dedimdi. Sonra alışkanlık oldu, her hafta alıyorum. Ama tüketimi öyle bir alışkanlık olmadı. Zaten soğuk havalarda, alkollü-alkolsüz fark etmez, soğuk içecek tüketen bir kişi de değilim. Evde tonla bira birikti. Artık ya eşe dosta ev hediyesi olarak götüreceğim ya da bahar gibi yatırım aracı niyetine satarım, bilemiyorum. En azından şu alkollü içki satışı yasağı kalksa da ben de inadımdan almaktan kurtulsam diye dua ediyorum.
Sahilde hayvan, türdaşlarıyla koşsun da az yorulsun, biz de akşam kafa dinleyelim peşindeyiz. Benim iki kelimemden biri “Çok soğuk!” Eşbaşkana da bir yerden sonra sıkıntı geliyor. Ya başka bir şey söylemem ya da bir süre bir şey söylememem konusunda beni nazikçe uyarıyor. Susmak için yaşadığım en soğuk günleri düşünüyorum.
Ankara, 7 - 8 yaşındayım: Gerçek bir İç Anadolu kışını erken yaşımda Ankara’da kucaklamışım. Ve temel bir derdim var: Külotlu çorap giymek istemiyorum. Annem havanın dondurucu soğuğundan mütevellit haklı olarak bana yün külotlu çorap giydirmekte kararlı. “Erkekler külotlu çorap giymez” diye tutturunca diyor ki “Ya kim görecek?” Ben de diyorum “Giydiğimi ben bileceğim ya, giymem”.
Tabii o zamanlar toplumsal cinsiyet meseleleri şimdiki durumunda değil. Şimdi olsa takılmazdım. Benzer bir kavgayı yıllar sonra mahalle maçlarında kalecilik yaptığım için bacaklarım delik deşik eve gelirken de verdim. Annem “Madem yerlerde yuvarlanacaksın tayt giy” dedi. Ben taytı erkekliğe yakıştıramadım. Annem dönemin Beşiktaş kalecisinin spor sayfasındaki fotoğrafını gösterip “Bak adam profesyonel, o bile giyiyor” dedi.
İstanbul, 13-14 yaşındayım: Yaşımız bir noktaya gelmiş ama hiç okulu kırmamışız. Bir gün önceden üç arkadaş sözleşiyoruz. Okula gider gibi çıkıp dışarıda buluşuyoruz buluşmasına ama şehrin en soğuk günlerinden birine toslamışız. Doğru dürüst paramız da yok. Bütçemiz sinemaya yetecek kadar. İlk seans 11.00’de. Saat 7.30’dan 11.00’e kadar sinemanın karşısındaki ATM’nin içinde bekliyoruz. Gerçekten efendi gibi okula gidip kaloriferli sınıfta düzgün düzgün oturmadığımıza bin pişman olduğumuz saçma sapan bir gün! Gittiğimiz film de bir şeye benzemiyor. Çıkınca da eve dönülebilir saat gelene kadar bu kez sinemanın olduğu pasajın iç merdivenlerinde oturarak vakit geçiriyoruz.
En yüksek ilçede, her gece 02.00 nöbeti...
Eskişehir, 19-20 yaşındayım: Meydandaki saat -24 dereceyi gösteriyor. Sanki İç Anadolu kışlarından nasibimi yeterince almamışım gibi... Sadece gözümü açıkta bırakan bir kar maskesi edinmişim. Ağzımdan çıkan hava, maskenin kapalı ağız kısmında donuyor. Elinle vurdukça tok tok diye ses geliyor. Bir de dümdüz şehirdeki iki yokuştan birinde oturup diğerinde okuyorum... Okuldan eve varana kadar 27 kere falan düşüyorum. Neyse ki gençken kemikler kolay kırılmıyor!
Van, 25-26 yaşındayım: Kurayla bir şey çekilecekse en enteresanını çekmeyi âdet edindiğimden askerlik için Başkale Hudut Taburu’nu çekmişim kurada. Bilen bilir, kendisi Türkiye’nin en yüksek ilçesi. Sonbahar başladı mı kar da inceden başlıyor... Ben bir de şubatta oradayım. Yetmezmiş gibi nöbet yazan vatandaşla kantinde diyet soğuk çay sırası yüzünden tartışmışım. Kulağa saçma gelebilir ama tabura 15 günde bir kamyon geldiği için kantinde bir şey bulunmuyor. Tek meşrubat diyet soğuk çay. Kamuflajlı 400 adam, hiçbirimiz diyette değiliz ama artık meşrubat olsun, tadı sudan farklı olsun da ne olursa olsun noktasındayız! O yüzden kavgasını verdiğim içecek anlamlı. Anlamsız olan, yazıcının kindar bir insan olup konuyu bir ay sürecek bir meseleye dönüştürmesi ve bana sürekli gece 2.00 nöbeti yazması. Nöbet kulübesinde mütemadiyen titrerken bir yandan “Hay soğuk çay gibi senin” diye aralıksız söyleniyorum.