Türkiye belki bazı açılardan talihsiz bir konumda bulunabilir, ancak bazı açılardan dünya’nın şanslı ülkelerinden biridir. Çoğumuzun hep şikayet eder ve “Kardeşim bizim komşumuz İsviçre ile Avusturya değil ki, rahat nefes alabilelim” deriz. Oysa Türkiye’nin şansı da bu konumdan kaynaklanır. Etrafımızdaki ülkelerden dolayı çok rahatsızlık duyarız, ancak onların sayesinde de Uluslar arası reytingimiz yükselir. Stratejik önemimizin artmasıyla birlikte büyük avantajlar sağlarız.
Amerika Birleşik Devletleri bize işte bu gözle bakar.
Bir yanında İran, öbür yanında Irak… Bir kolu Ermeni-Azeri anlaşmazlığında, diğer kolu Avrasya, bir ayağı Akdeniz’de diğeri de Ege’de olan bir Türkiye… Bölgede hangi krizden söz etseniz, kulak kabartılıp dikkatle dinlenmesi gereken bir ülke… Afganistan için vazgeçilmez bir güç, Filistin ve Lübnan konusunda önemli katkıları olan bir oyuncu.
Washington’dan Türkiye böyle görülür.
Obama, ilk defa Türkiye'ye verdiği önemi somut şekilde ve açıkça gösteren bir ABD Devlet Başkanı oldu. Pazar akşamı başlayan gezinin yapılmış olması dahi yeterli. Konuşmalar veya müzakerelerdeki ayrıntılar hiç önemli değil. Önemli olan Obama'nın gelmiş olması.
Seçimleri kazandığının açıklanmasından itibaren Türkiye'deki Amerikan aleyhtarlığının nasıl azalıvermeye başladığını hep birlikte izledik. Bush o kadar kötüydü ve Amerikanın görüntüsüne o kadar kötü etki yapmıştı ki, Obama hiçbir şey yapmasa dahi yeter.
Pazar akşamı Ankara'ya inmesinden itibaren, Türk halkı Obama’yı kucakladı. Kenya kökenli olması veya müslümanlığa sempatiyle bakması dahi önemli değil. Duruşuyla dahi hepimizin sempatisini kazandı. Bush'un 8 yılda mahvettiği Amerikan imajını bir gün içinde düzeltti.
Tabii unutmamak gerekir ki, Obama'nın da yapabilecekleri ve yapamayacakları vardır. ABD bir süper güçtür ve Süper güç olduğunuz zaman da sadece kendi çıkarınıza dikkat edersiniz.
Haftasonu yaşanan dramın başrolünde Türkiye vardı. Belki Davos kadar sert değildi ve kamuoyunu şoke etmedi, ancak uluslararası kamuoyunu saatlerce meşgul etti.
Hatırlatmak için yazayım. Danimarka Başbakanı Rasmussen, Nato Genel Sekreterliğine adaylığını koymuştu. Avrupa Birliğinin 27 üyesinin desteklediği bir aday konumundaydı.
Tek karşı çıkan ülke Türkiye oldu.
Herkes çok şaşırdı. Zira kimse böyle birşey beklemiyordu. Eskiden Türkiye, Washington ve Brüksel’in her dediğini yapan bir ülkeydi. Böyle baş kaldırmazdı.
Akp bu toplumu yordu. Hem bu partiden, hem de muhalefetten kaynaklanan gerginlikler ve sürekli kavgalar, bu yorgunluğun nedenlerinin başında geliyor. Toplumun bir bölümü, Akp iktidarının değişmesini isterken, ağırlığını Saadet Partisine ve Milliyetçi Hareket Partisine verdiğini gördük. Bu iki partinin oyları, dikkat çekici şekilde arttı.
Diğer bir yükseliş, Dtp’de görüldü.
Bu üç partinin ortak noktalarını incelediğiniz zaman, karşımıza dindarlığın artışı ve milliyetçilik çıkıyor.
- Saadet Partisi, dini konularda Akp’den daha ilerde ve politikalarını da bu yaklaşımlarını net şekilde yansıtıyor. Milliyetçilik açısından aynı çizgidedirler.
- Milliyetçi Hareket Partisi de,özellikle türban konusu başta olmak üzere, Akp kadar duyarlıdır. Anayasada türban değişikliğini tahrik eden, hatta Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına verdikleri kesin destekle sağlayan bu partinin de Akp’den pek farkı yoktur.
Kendini merkezin solunda gören tüm kesimlerin çok ilginç bir tutkusu vardır. Tutkuları, ne yapıp edip Deniz Baykal’ı liderlikten indirmek ve yerine yeni birini geçirmektir. Deniz Baykal, bu kesimin hedef tahtası durumuna sokulmuştur. CHP yeterince oy alamadıkça, bu kesim kızgınlığını Baykal’dan çıkarır. Ancak hiçbir zaman da başarılı olunmaz. Hele son tüzük değişiklikleri, kontrol Genel Merkezin eline geçti.
Son yerel seçim, genelde CHP’nin hiçte kötü bir sonuç almadığını gösteriyor. Hem kıyı şeridini ele geçirdi, hem de büyük şehirlerdeki varlığını arttırdı. Partililerin yüzleri gülüyor.
Buna rağmen, Baykal’ı değiştirme lobisi, kendilerine yeni bir aday buldu: Kemal Kılıçdaroğlu.
İstanbul Belediye Başkan adayının Topbaş’a karşı ortaya koyduğu kampanya ve aldığı yüzde 37’lik oy oranı dikkatleri çekti. Sadece oy değil, aynı zamanda genel duruşu, konuşma şekli ve “tevazu”i “namus” simgesi gibi görünen Kılıçdaroğlu , birden bire öylesine popüler oldu ki, Anti-Baykal lobisinin ağzının sularını akıtmaya başladı.
Bu seçimlerin bence en önemli yanı, Güneydoğu bölgesinden gelen sandık sonuçlarıdır. Bu sonuç, Kürt sorununu başka bir yöne kaydırdı.
Önce gelin, 2007 genel seçimleriyle bugünkü oy dağılımına bakalım.
Hatırlayacaksınız, AKP 2007 genel seçimlerinde çok şaşırtıcı bir gelişme yaşamış ve DTP yüzde 4.9 oyla bölgede önemli bir zemin kaybı yaşamıştı. AKP birden bire bölgenin yeni aktörü konumuna girmişti.
Bu, öylesine önemliydi ki, AKP’nin yerel seçimlerde bastırdığı taktirde, DTP’yi bölgeden atabileceği varsayımını gündeme getirdi. AKP’nin kendine güveni arttı. Günaydoğu seçmeni Kürtlük adına değil, hizmet getirene destek veriyordu.
Seçimler bitti, şimdi hesap yapma dönemi. Kimin ne kazanıp ne kaybettiğine bakmak istiyorum. Aslına bakacak olursanız, durmadan “halkın verdiği mesajdan” söz ediyoruz. Oysa halkın, bizim ileri sürdüğümüz kadar mesaj vermek istediğini kanısında değilim. İnsanlar her şeyin başında iki şey istiyor:
- Karnını doyurmak için iş ve aş bulmak…
- Huzur içinde yaşamak, kavgadan uzak durmak...
Bunun dışında, özellikle bu defa oy verirken keskin ideolojik çizgilere dikkat edildi. Örneğin, genelde laik bir hayat tarzını benimseyenler, CHP iyi imiş veya kötü imiş veya Deniz Baykal partiyi iyi yönetiyormuş veya yönetmiyormuş gibi soruları, şikayet veya eleştirilerini, liberal veya demokratik duruşlarını bir yana bıraktılar. Kafadan CHP’ye oy verdiler. Aynı şekilde, Kürt kökenliler veya ideolojik açıdan kendine yakın buldukları partileri seçenler de, ya eski partilerine geri döndüler veya sırf oy kullanabilmek için evlerinden çıktılar. Yüzde 80’lik bir katılım, toplumdaki bu eğilimi gösteriyordu.
Peki, gelin bir bilanço yapalım ve bu seçimin sürprizlerini ve “kazandım” derken kaybedenlerine bakalım.
'Kazandım' derken kaybetti...
Bana ve Uğur Dündar’a olan yakın ilgisinden dolayı, bu seçimde Ankara’yı yakından izledim. Melih Gökçek çok gergindi. Bütün seçim kampanyasını nasıl gergin şekilde yürüttüyse, seçim gününde de farklı değildi. Yine her konuşmasında, Kanal D ve Star TV’lerine laf attı ve bizlerin bir iftira kampanyası sürdürdüğümüzü söyledi. Bu suçlamaları öylesine sert ve son derece itici bir vücut dili kullanarak yaptı ki, inanın kendi aleyhine sonuç verdi. İnişi zaten Kılıçdaroğlu ile katıldığı açık oturumda başlamıştı. Günler geçtikçe daha da hızlandı. Gökçek sertleştikçe, oy kaybı da büyüdü.
Sonuç, açık şekilde ortada.
Bu seçim sonuçlarını değerlendirirken, önce kampanyanın nasıl geçtiğine ve beklentilere dikkat edelim.
Türk toplumu bu seçimi bir yerel seçim değil, bir genel seçim gibi algıladı. Daha doğrusu koşullar, işin rengini değiştirdi ve tüm gözler genel oy dağılımına yöneldi.
Kampanya’nın başını Başbakan Erdoğan çekti. İnanılmaz bir enerjiyle, tek başına bir partinin tüm yükünü omuzlarına almıştı. 66 İl dolaştı. Muhalefeti ve Doğan Gurubunu hedef aldı. Meydanlarda sürekli olarak bu iki hedefe saldırdı. Her gittiği yerde öylesine ateşli konuşmalar yaptı, gerilimi öylesine yükseltti ki, sonunda bu kampanya, adeta Erdoğan’ın bir referandumuna dönüştü. Erdoğan, demeçleriyle kendine güvenen ve bu defaki seçimlerden ya yüzde 47’lerde veya yüzde 50’ye yakın bir düzeyde oy alacağını söyleyen bir Başbakandı. Doğrusunu söylemek gerekirse, AKP ’nin önemli bir oy kaybına uğrayacağı da beklenmiyordu.
Teknik açıdan da, AKP bütün muhalefeti sınıfta bırakacak bir performans sergiledi. İktidarın tüm olanaklarını da kullandı. Hem devletin verdiği olanaklar, hem de belediyelerin ellerindeki olanakları seferber etti. Seçim öncesinde hediyeler dağıtılmasından, devlete ait vasıtaların kullanılmasına kadar hep önde gitti.