Geçen hafta internet ortamında Bedelli Askerlik ile ilgili bir yazım yayınlandı ve birden bire mail yağmuruna tutuldum. Bu konunun ne kadar önemli ve canı yanan insan sayısının ne kadar çok olduğu da ortada. Kesin rakamı yok, ancak şu veya bu şekilde askerlik görevini yerine getirememiş ve çıkış yolu arayan sayısının 250 binin üstünde olduğu ileri sürülüyor. Ne kadar doğrudur, bilemiyorum, ancak rakamın çok büyük olduğu besbelli.
Genelkurmay Başkanlığı Bedelli Askerlik konusunu duymak dahi istemiyor. Bundan önceki uygulamalarda öylesine çarpıklıklar ve tepkilerle karşılaşılmış ki, bir daha tekrarlanması istenmiyor. Askerlik Vatan görevi olarak görüldüğünden dolayı, para karşılığında bu görevi yerine getirmeyenlerin affedilmesine karşı çıkılıyor.
Bedelli Asker sisteminin getirilmesi durumunda, Güneydoğu’da teröre karşı şehit ve gazi olan askerlere büyük bir haksızlık yapılmış olacağı eleştirisi önemli. Kaldı ki bu “hak”tan yararlanamayacak olan dar gelirli çok büyük bir çoğunluğun olduğu gerçeği de hakkaniyet duygusunu rencide eden bir başka olgu.
Genelkurmay’ın gerekçelerini dinlediğinizde hak veriyorsunuz, ancak bu haklılık ortadaki sorunu çözemeye yetmiyor.
Ergenekon, kısa bir süre öncesine kadar, kamuoyunda kafa karışıklığı yaratan, nereye gidileceği tam anlamıyla görülemeyen bir davaydı.
Savcıların amaçları pek anlaşılamıyordu. Kamuoyu önüne çıkıp ne yapmak istediklerini de anlatamadıkları için, koskoca bir dava siyasi yönlere çekilir olmuştu. Toplumun bir kesimine göre, AKP’nin emriyle hareket eden savcılar gurubu, sivil muhalefet yapanları gözaltına alıp korkutmak istiyorlardı.
“Ülkede kargaşa yaratmak ve bu şekilde, darbe veya başka yollarla hükümeti devirmek” suçuyla mahkemeye verilenler soru işaretleriyle karşılandılar. Ben de ilk başlarda kuşku duyanlar arasındaydım. Suçlananlardan ne kadarının gerçekten bir örgüt adına hareket ettiğini, ne kadarının sırf muhalefet ettikleri için gözaltına alındıklarını net şekilde göremiyordum. Savcıların, kamuoyundaki ters yorumları pek dikkate almamaları, bu kuşkuları daha da arttırıyordu.
Kuşku duyulmasının bir nedeni, gözaltına alınan bazı isimlerin darbe veya ülkeyi kaosa götürecek bir komplonun içinde bulunmalarına hiç ihtimal vermediğimiz kişiler olması ise, bir diğer nedeni de, Ergenekon bilgilerinin sistematik bir şekilde AKP’yi destekleyen basına sızdırılmasıydı. “Galiba planlı bir kampanya sürdürülüyor” izlenim söz konusuydu.
DSP lideri Sezer, son derece kibar, ne dediğini bilen bir insandır. Türkiye’yi de adım adım dolaşıyor. 28 mart akşamına kadar da gitmediği il kalmayacağını ileri sürüyor. Üstelik meydanları inanılmaz şekilde dolduruyor. Bu kalabalıklar bir liderin gözlerini parıltadır ve bir partinin şansını arttırır.
Sezer, bu kalabalıklara bakıp “Millet şaka yapmıyorsa, bu seçimin süpriz partisi DSP olacak” demiş.
İşte benim de en büyük korkum bu...
Geçmişte çok gördük.
Nice lider, meydanlara bakıp seçimi alacağını ileri sürmüş ve sonrasında büyük hayal kırıklığına uğramıştır.
Bu millet şaka yapmaktan çok hoşlanıyor. Merakla seçim meydanlarını doldurur, gelen liderin show’unu izler sonra gidip oyunu başkasına verir,
Sezer’e temkinli davranmasını öneririm. Sonra hayal kırıklığına uğramasın.
İspat edilene kadar suçsuz
Bildim bileli havalarda PKK’yı tasfiye planları uçuşur. Kimi Avrupadan, kimi Amerika’dan veya Kürtlerin kendilerinden kaynaklanır ve ilgili başkentlerin koridorlarında dolaştıktan sonra kaybolup gitmişlerdir.
Bu defa da tasfiye planından söz ediliyor. Ancak bu defaki çok ciddi.
Son aylarda önemli gelişmeler yaşandı.
Barzani ile ilişkiler düzeltildi. MGK bile Kuzey Irak’a yatırım ve ticaretin arttırılmasını önerdi. Ardından, iktidar TRT-6 ve Kürt Sorunu konusunda önemli adımlar attı. Üniversitelerde Kürt Enstitülerinin kurulması için düğmeye basıldı. Bu arada PKK birden bire terör girişimlerini kesti –bunda kış mevsiminin etkisinin de olduğunu düşünebiliriz- ve Clinton’un Ankara’dan geçmesinden sonra, Cumhurbaşkanı Gül’ün Tahran’a giderken, 2009 yılında Kürt sorunu konusunda “iyi şeyler” yaşanacağını söylemesi, tüm dikkatleri uzun yıllardır tartışılan “PKK’yı tasfiye” planını gündeme soktu.
Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Ankara ziyaretinde, aslında son derece önemli süreçler başlatıldı. Aşağıda sıralayacağım konularda belirli adımlar atıldı. Sonuç alınması çok zaman alacaktır, artık büyük bir “alış-veriş” veya “pazarlık” döneminin açıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaman içinde yeni gelişmeler yaşanacak ve bu alış-verişe yeni “mallar” eklenecektir mutlaka, ancak ben size şimdilik gözlediğimiz kadarını aktaracağım.
ERMENİSTAN:
Obama yönetimi, seçim sürecinde Ermenilere söz verdi. Soykırım iddialarını destekleyeceğini söyledi. Şimdi bu vaatlerinden geri dönebilmek için Ankara’dan bir jest bekliyor. Örneğin, sınır kapısının açılması durumunda, Erivan o kadar memnun olacak ki, soykırım konusunun ertelenmesı Obama’ya prestij kaybı getirmeyecek.
Burada sorun, Türkiye’nin bu adımı atıp atmayacağıdır. Alış-veriş işte bu noktada düğümlenecektir.
Şu günlerde en çok sorulan bir kaç soru var ki, ben de okurlarımı memnun edebilmek için, onlara yanıt aradım. Uzmanlarla konuştum. Farklı görüşlerin ortak noktalarını çıkardım.
- “Dolarım var, ne yapmalıyım? Satayım mı, yoksa saklayayım mı?”
Bu soruya aldığım yanıtlar koşullara bağlı geliyor:
-
Hillary Clinton, son derece dinamik, ne demek istediğini ,lafını uzatmadan ve oldukça net şekilde söyleyen bir politikacı. Söyleşiye giderken daha irice biriyle karşılaşacağımı sanıyordum, oysa karşımda küçük yapılı ancak konuştukça, etrafa yaydığı enerjisiyle büyüyen bir kadın buldum.
Bizim açımızdan en önemli nokta, Hillary’nin Türkiyeyi tanıması ve Türkiye ile işbirliğine önem vermesi. Bu açıdan, hem basın toplantısındaki açıklamaları, ancak özellikle de benimle Kanal D Ana Haber ve CNN TÜRK için yaptığı söyleşideki yanıtları çok önemliydi. Yeni ABD yönetiminin Türkiye’ye nasıl baktığı, belirli oranlarda ortaya çıktı.
Size ne demek istediğimi tam anlamıyla anlatabilmem için, bir an için geriye gitmek ve son dönemlerde Türkiye’nin Batı cephesinde nasıl göründüğüne değinmek istiyorum.
2008’in başından itibaren, özellikle AKP hükümetinin, Türban’ı Üniversitelerde serbest bırakmak için Anayasada değişiklik yapmaya başlamasından bugüne kadarki gelişmeler, genelde Türkiye’nin yavaş yavaş Batıdan uzaklaşma işaretleri verdiği şeklinde bir izlenimin doğmasına yol açmıştı.
Washingtonda olsun, çeşitli Avrupa Başkentlerinde olsun, Başbakan Erdoğan eskisinden farklı değerlendiriliyor.
Avrupa Birliğinden uzaklaştığı, reformları rafa kaldırdığı dikkatleri çekiyor...Kamu oyundaki Amerikan aleyhtarlığının giderek artışı ve İsrail aleyhtarlığı söylemin Davos sürtüşmesiyle birlikte, özellikle Başbakan tarafından yaygınlaştırılması, eleştirileri körüklüyor ...Ve tabii en çok üzerinde durulan, Türk kamu oyunda İslami değerlerin giderek yoğunlaşması...
Tam anlamıyla elle tutulamasa dahi, Türkiye giderek, sanki eski sıkı sıkıya bağlı olduğu batı limanından ayrılıyormuş gibi bir havaya girdiği yazılıp çiziliyor.
Bütün bu eleştirilerin ortasında da, ülkede popülaritesi giderek artan Başbakan Erdoğan var. Kafası kızdığı anda, hiç sağına soluna bakmadan sert tepki gösteren, medya ile kavga eden, muhalefeti yerden yere vuran, tek başına iktidar olan bir lider.
Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın, Milliyet yazarı Taha Akyol’a yazdığı mektup olmasa, büyük olasılıkla bu yazıyı yazmayacaktım. Ancak, doğrusu artık çok ağırıma gittiği için, içimden haykırmak geliyor:
“Ayıptır. Yaptıklarınız yetmiyormuş gibi, şimdi de üç maymunu oynuyorsunuz...”
Özellikle Karadayı’ya hiç yakıştıramadım.
Bugüne kadar ANDIÇ olayını hiçbir zaman kullanmadım. Fazla da düşünmedim. Zira ben geçmişte yaşamam. Daima ileriye bakarım. Hayatımın en güç günlerini yaşamış olmama rağmen, Çevik Bir’e dahi düşmanlık duymadım. Bugün herhalde geri dönüp yaptıklarına bakınca, mutlaka pişman oluyor ve “saçma sapan hareket etmişim”diyordur.