13 Ekim 2003
<B>BİR</B> spor yazarı, böyle bir finale kalem sallamak fırsatını meslek yaşamında kaç kez yakalar. Ve bir spor yazarına, böyle bir finali, mutluluk dolu kelimelerle noktalamak şansı, bir ömürde kaç kez uğrar...
Bir doksan dakikayı bir gol beklentisi ile geçirirken, geride bıraktığım her saniyede milli takımım gibi umutlarımın tükenişini hüzünle seyrettim. Ve bir destan yazmaya soyunurken, skorun ezikliğinde kaybolup gittim.
Bu stresin anlamı neydi? Sahadaki oyun asla milli takımımın gerçek kimliği değildi. Bir ara istatistiklere baktım. Daha önce oynadığımız maçlarda yakaladığımız değerler ve rakamların hiçbiri dün gece yoktu...
Bu milli takımın, maç başı pas ortalaması 440'ın üzerinde bir rakama ulaşıyordu. Oysa, dün inanılmaz bir pas çirkinliğinde boğuluyorduk.
Sergen böyle mi oynamalıydı... Emre'nin gerçek kimliği bu değildi. Tugay'ın oyundaki ağırlığı daha farklı olmalıydı... Milli takım tepeden tırnağa korkunç bir stres yaşıyordu...
Yine diğer maçlarda top çalma sayısı yüzde 50'lere ulaşan millilerimiz, dün gece bırakın rakipten top kapmayı, ayağındaki topları İngilizlere ikram ediyordu...
***
Böyle oynayan bir milli takımın kazanması bir şans golü ile gerçekleşebilirdi. Neydi millilerin sıkıntısı...
1Öncelikle milli takımda savunma-orta saha bütünleşmesi oyunun hiçbir bölümünde gerçekleşmedi. Ve bu iki bölge arasınadaki boşluk, oyuna egemen olabilme avantajımızı silip götürdü.
2İngilizler, sahanın hiçbir bölgesinde futbolcularımıza rahat düşünme ve oynama fırsatı vermedi. Ve onları sahanın etkisiz alanlarına iterek, pozisyon şanslarını azalttılar. Dikkat edin, Sergen, Emre, Tugay, İbrahim ve diğerleri her biri oyunu geriye doğru yönlendirdi.
3 Ne Hakan aradığı kafa topunu buldu. Ne de Nihat aradığı şut ortamını. Ve sinirlendikçe verimleri de azaldı.
4 Oyunun ikinci yarısındaki değişiklikler de yarar sağlamadı. Tuncay, İlhan Mansız gibi hücuma yönelik futbolcuların varlığı da skoru değiştiremezdi. Çünkü, onların başarısı, ancak, milli takımımızın gerçek kimliğine kavuşması ve değerlerini sergilemesi ile gerçekleşebilirdi.
5 İngilizler, bizden daha profesyonelce oynadılar. Strese girmediler, bir beraberliğin avantajından yararlanarak, akıllarını daha gerçekçi kullandılar.
Bu iş burada bitti mi? Hayır, HÜRRİYET'in başlığı bunu ne güzel ifade ediyor...
BİZ BU BARAJI DA AŞARIZ...
Evet... Bunu daha önce de becerdik... Ancak, gerçek kimliğimiz ve değerlerimizi sahaya yansıtarak. Ve mutlaka dün gecenin getirdiği moral bozukluğunu bir kenara atarak... Bu barajda boğulmadan Portekiz şansını yakalarız.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2003
<B>O GÖRÜNTÜYÜ, </B>hafızamdan silemiyorum. Gözlerimi her kapatışımda, <B>‘‘Mondragon'un hüzünlü yüzü’’</B> ile başbaşa kalıyorum. Eleştiri oklarından en fazla nasibini alan Kolombiyalı'ya, Akçaabat Sebatspor maçında yapılanları içime sindiremiyorum. G.Saray'ın attığı her golde sevincini, ‘‘Ceza sahası içinde tek başına’’ yaşayan bu ‘‘Yalnız adam''ın içine akıttığı gözyaşlarına kahroluyorum.
Real Sociedad maçında Tamas, Akçaabat Sebat maçında da, Mondragon...
Türkiye'de hiçbir taraftara nasip olmayan sevinçleri yaşayan G.Saray taraftarı, şimdiden ilahlara iki kurban verdi bile. Futbolun ‘‘Bir takım oyunu’’ olduğunu, G.Saray'ın haftalardır kötü oynadığını unutarak, öfkesini bu iki futbolcuya kustu.
Sevgili G.Saraylılar, bana değil, ‘‘İmparator’’ diye tribünlere çağırdığınız Fatih Terim'in sözlerine kulak verin lütfen ve bir kez daha düşünün;
‘‘Seyircinin sevgisi anne sevgisi gibi karşılıksız olmalı.’’
* * *
Bu tatsız konudan ayrılıp Beşiktaş'a dönüyorum. 5 golle kazanılan Elazığspor maçından sonra bile Lucescu eleştirilerden nasibini aldı.
‘‘Ahmed Hassan ağzıyla kuş tutsa’’ ilk onbirde sahaya çıkamıyordu. Lucescu bu konuda hep eleştirildi.
Ama istatistikler, Rumen hocayı haklı gösteriyordu. Ahmed Hassan ikinci yarıda oyuna girdiği 3 maçta neredeyse topa ayağının değdiği ilk pozisyonda golü buluyordu.
Deyim yerindeyse, Beşiktaş'ın imdadına ‘‘hızır gibi’’ yetişiyordu. Örnek mi, işte örnekler...
- Ligin ilk haftasında, yani Samsunspor deplasmanında 68. dakikada oyuna girdi. 68. dadikada ve 90+3'te olmak üzere 2 gol attı.
- Trabzonspor maçında 62. dakikada oyuna girdi. 66 ve 79. dakikalarda 2 gol attı.
- Elazığspor maçında ikinci yarıda oyuna girdi 52 ve 80. dakikalarda 2 gol attı.
Oysa Mısırlı futbolcu bugüne kadar 4 maçta ilk onbirde başladı. 3. haftadaki A.Gücü, 4. haftadaki Denizlispor ve 6. haftadaki İstanbulspor maçlarında gol atamadı. Tek istisna Malatyaspor maçında yaşandı. Ahmed Hassan bu maçta 1 gol attı.
Bu istatistikler gösteriyor ki, Ahmed Hassan oyuna ilk onbirde başladığı maçlarda verimli olamıyor.
* * *
Söz Ahmed Hassan'dan açıldı, onunla devam ediyorum. Arkadaşım İsmail Er Elazığ maçı sonrası Mısırlı futbolcunun yanına yaklaştı. Hemen herkesin merak ettiği soruyu yöneltti.
- İlk onbirde sahaya çıkamıyorsun. Bu seni nasıl etkiliyor?
Aldığı yanıt, hem Beşiktaş yönetiminin, hem de Lucescu'nun başını çok ağrıtacağa benziyor.
‘‘Ben her zaman olumlu düşünen insanım. Eğer benden hazır oyuncu varsa oynatılsın. Antrenmanlarda ve maçlarda çok formdayım. Ama bir türlü ilk 11'de forma giyemiyorum. Şimdi Ramazan ayı geliyor. Oruç tutacağım. O zaman da oruç tutuyorum diye oynatılmayacağım. Eğer sezon bitimine kadar böyle sürecekse Beşiktaş'ta kalmamın anlamı yok. Menajerlerime kulüp bulmalarını söyleyeceğim.’’
* * *
FENERBAHÇE'nin, Konyaspor'u deplasmanda 4-2 yendiği maç sonrası en çok konuşulan isim yine Daum'du. Alman hoca, Fenerbahçe'nin bocaladığı dakikalarda Yusuf ve Rebrov'u sahaya sürdü. Bu değişiklik, sarı lacivertli takıma 2 gol ve 3 puan getirdi.
Daum'un oyuna müdahaleleri Fenerbahçe'yi izleyenleri ikiye böldü. Alman hoca bir dahi miydi, yoksa şanslı bir teknik adam mı?
Bu soruya en güzel yanıt Kapadokya'dan, Daum'dan geldi;
‘‘Ben dahi filan değilim. Sadece kenarda oyunun inceliklerini çözmek zorunda olan biriyim. Ortada bir başarı varsa bu, takımımın başarısıdır. Kimse bunu bana mal etmesin. Oyuncularım sahaya çıktıklarında takım ruhu ile mücadele ediyorlar. Şampiyon olacağız diyemem. Daha yolun başındayız çünkü.’’
Ben mi?
Ben hiçbir şey söylemiyorum. Daum'un sözlerini bir kez daha okuyun. O sözlerden çok ders çıkarırsınız.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2003
<B>LONDRA'</B>da Chelsea destanını yaratan kahramanların bazıları Elazığ'da oynamıyordu. Özellikle sakatları ve yorgunları bakıma almıştı <B>Lucescu... Ve Tümer ile Sergen ilk 11'de oynuyordu. Hani, yan yana gelemezlerdi... Birlikte olmazdı... Lucescu, adeta kendi klasiğini yıkmıştı.
Beşiktaş'ın yediği gol, katıksız bir savunma faciasıydı. Kornerden gelen topa Ramazan çıkması gerekiyordu... İki ayağı üzerinde çakıldı kaldı Ramazan. Savunmanın altıpas içinde Yunus'a röveşata kolaylığı vermesi de, hatalar zincirinin bir diğer halkasıydı.
* * *
Beşiktaş, bazı maçlarını adeta idman havasında oynuyor. Elazığ maçı da onlardan biriydi. Golü yedikten sonra 5 dakika işi ciddiye aldı ve iki gol yakaladı.
İkisi de İlhan Mansız'a sunulan iki nefis pozisyondu. Gollerde Serdar ve Yasin'in asistlerini hatırlamadan sadece Mansız'a koşup sarılmak, diğerlerine haksızlık olur. Atan kadar yaratanlara da alkışlar...
İsmet Arzuman ilk yarının son dakikasında net bir penaltı görüntüsünü adeta gözleri kapalı izledi. Sergen'in kafasına giden topa, Ümit'in uzattığı el, penaltının babasıydı...
* * *
Taşıdığı değerlerin hiçbirini dün Beşiktaş'ta göremedim. Yüksek tempo, rakibi bıktıran ve bozan baskı ve diğer değerler...
Sadece skora yönelik oynadı Beşiktaş. Ve ‘‘istediğim zaman atarım’’ havasında 90 dakikayı tamamladı.
Herkes hala Chelsea maçını yaşıyordu. Ve sanki rakibi küçümsüyordu... İki rakip arasındaki kadro farkı, Beşiktaş'ı böyle bir rahatlığa sürükleyen bir başka nedendi...
Sahada oynayan film ‘Zengin ve Yoksul’u hatırlatıyordu.
Ahmed Hassan'ın ilk golü nefisti. İlhan Mansız'ın asisti ise, iki futbolcunun arasını açmak isteyenlere anlamlı bir yanıttı.
Beşiktaş'ı, diğer maçların çoğunda dünkü havasında göreceğiz. Rakibe göre oynayacak, gerektiğinde işi ciddiye alacak. Buna da zengin kadrodan kaynaklanan aşırı bir özgüven diyebilirim...
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2003
Yaşadığımız lig haftasında kısa bir gezintiye çıkalım. Ve tura Ege'den başlayalım. Başkalarını bilemem... Ben, F.Bahçe-G.Birliği maçından olağanüstü bir keyif aldım. Ve maç sonrası gördüm ki, kazansa da, zirveyi zorlasa da, eleştiri okları bir yerden gelip, F.Bahçe'yi, dolaylı olarak da Christoph Daum'u yakalıyor.
Daum, kimine göre Gençler maçında oyunun kaderini değiştiren bir dahi... Kimine göre de, şans faktörünün kucağında yaşayan bir teknik adam.
F.Bahçe'nin oynadığı oyunu beğenmeyenlere, çok gerilerde kalsa da, yaşanmış bir hikayeyi gündeme getirip, anlatmak istiyorum...
Çünkü, o hikayede Daum gerçeğinin tüm ayrıntılarını görebilirsiniz. Ve bu gerçeğin, gittiği her takımda Daum'a başarı getirdiğini de kolaylıkla anlayabilirsiniz. Ve geçiyorum hikayeye...
Daum'un Beşiktaş'ı çalıştırdığı ve şampiyon yaptığı dönemdi. İlk yarı boyunca, Beşiktaş'ın iyi oynamadığını birçok kişi gibi ben de kalemime dolamıştım...
Bizler, Beşiktaş'ın kötü oynadığını yazıp, eleştirirken, Daum kazanmayı beceriyordu. Ve devre arasında Belek kampında bir gün Daum ile karşı karşıya geldik. Hemen yanındaki tercümanın kolundan tutarak, bana doğru yöneldi. Ve tercümanı aracılığı ile ardı ardına sorular sormaya başladı...
Bu takımda kazanma hırsı var mı?
Evet var.
Yardımlaşma-Paylaşma gibi özveriler var mı?
Evet var.
Disiplin, oyun ahlakı var mı?
Evet var.
Kazanmasını biliyor muyuz?
Evet biliyorsunuz.
Öyleyse, bunca eleştirinin nedenini sorabilir miyim...
Ve başladı anlatmaya...
Ben bir teknik adam olarak futbolcularıma öncelikle bazı temel kavramları öğretirim. Ve daha sonra onlara her koşulda kazanma duygusunu aşılayabilirim. Ancak, belirli bir yaş düzeyine gelmiş futbolcularımın teknik kapasitelerini zorlayamam. Ve bununla zaman kaybedemem. Yani, şov gibi bir lüksle uğraşmam. Eğer, kazanıyorsanız, kazanmayı aklınıza koymuşsanız, bu çabada ve emekte mutlaka güzel değerler vardır. Aradığınız güzel futbolu işte bu değerlerde arayın... Mutlaka bulursunuz.
İşte, Daum gerçeği. Onu veya F.Bahçe'yi eleştirirken, yukarıdaki satırları hatırlayın...
VE turumuzu Beşiktaş ile sürdürüyorum. Herkes Trabzonspor maçındaki Beşiktaş'ı çok beğendi. 5 gol atmayı beceren bir takımı beğenmemek mümkün mü?
Ancak, Beşiktaş'ın farklı değerlerini bildiğim için ilk 30 dakikalık oyunundan pek keyif alamadım. Ve ısrarla Beşiktaş'ın özüne dönüş dakikalarını bekledim.
Gollerden çok, Beşiktaş klasikleri beni ilgilendiriyordu. Ve İlhan Mansız'ın golünden sonra yükselen tempo, rakibi hırpalayan ve dağıtan korkunç bir baskı ve sahanın her noktasına yayılan Beşiktaş egemenliği.
İşte Beşiktaş'ın gerçek ve farklı kimliği bu gibi kavramlardan oluşuyor. Beşiktaş farklı kazansa veya yenilse de, hep Beşiktaş'ta alıştığım bu değerleri arıyor ve bekliyorum.
G.SARAY'ın Adana seferinde aldığı üç puanın ötesinde, gençlerin gösterdiği performans dikkatleri çekti.
Ancak, Fatih Terim'in sözleri hepsinden ilginçti...
Bundan böyle bu takımda yüreğini ateşe veren oynayacak. 2000 yılında nasıl bir takım yarattıysak, aynı takımı herkes tekrar görecek...
Ve Fatih Terim, bu takımın doğuşunu da zamana bırakıp, sözlerini şöyle noktalıyordu...
‘‘Hepimizin beklediği G.Saray yavaş yavaş ortaya çıkacak.’’
Ve Terim'in hemen çeşitli yorumlara neden olan bir başka açıklaması vardı...
Şampiyonluk kovalayan bir hoca değilim. Maalesef bir ara buna daldık.
Gerçekten çok ilginç bir açıklamaydı. Ancak, hemen ardından bir düzeltme geldi Terim'den...
Sözlerim yanlış anlaşıldı. Benim olduğum yerde iddia vardır. Mücadele vardır. G.Saray'ın bulunduğu her yerde de şampiyonluk iddiası vardır.
Bunlar da haftanın ilginç sözleriydi...
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2003
<B>BEŞİKTAŞ</B>'ta alıştıkları tadı ve keyfi arayanlar, ısrarla yüksek tempoyu bekliyorlar. Hareketsiz ve durgun tempo, Beşiktaş'ın canlı kimliğine ters düşüyor. Farklı kişiliğini ve bilinen değerlerini sahaya yansıtamadığı dakikalarda da, sevimliliğini ve etkinliğini yitiriyor...
Yukarıdaki satırlar, Beşiktaş'ın sadece ilk 30 dakikalık portresidir. İlhan Mansız'ın golünden sonra gelen fırtına ise, Beşiktaş'ın değerlerini yakaladığı ve rakibi hırpalamaya başladığı dakikalardır. Bu da Beşiktaş'ın gerçek portresidir.
Beşiktaş'ın kötü oynadığı dakikalarda yakaladığı 2 net pozisyon için bir yorum getirmiyorum. Ancak, 2 dakikalık kısa bir zaman diliminde kaçan fırsatları, Beşiktaş'ı arzulanan kimliğine kavuşmasını geciktiren bir fren gibi görüyorum.
OOO
İlhan Mansız attığı gollerle herhalde aradığı morali bulmuştur... ‘‘Bundan böyle az laf, çok iş sevgili Mansız.’’ Böylesi sana daha çok yakışır...
Beşiktaş savunması belki de sezonun en rahat ve kolay gecesini yaşadı. Cordoba'ya gelen top sayısı, bir elin 5 parmağını geçmez. Böylesine rahat bir oyunda Pancu hala neden eski günlerini aratır, bir anlam veremiyorum. Ağırlaşmış ve düşündüğünü uygulamakta sıkıntılar yaşıyor.
OOO
Lucescu'nun ikinci yarıda Giunti ve Tayfur'u kenara alması, doğru bir yaklaşımdı. 3-0'dan sonra sahadaki Trabzon adeta unutuldu ve kafalar Chelsea maçına takıldı.
Lucescu bile, şimdiden o fırtınalı gecenin heyecanını yaşıyor. Giunti oyunda kaldığı sürece Beşiktaş'ın en aklı başında adamıydı. Tek top oynadı, oyunu çabuklaştırdı. İbrahim yine sahanın en ağır işçisiydi. Mesaisini oyunun her iki yönüne de yaydı, arı gibiydi...
Trabzonspor'un direnci ilk Beşiktaş golünden sonra kırıldı. Hele, Fatih Tekke'nin kırmızı kartından sonra iyice dağıldı.
Bu dakikalar Beşiktaş'ın Chelsea maçı için moral depoladığı, oyunun en kolay bölümüydü. Zago, hücuma katıldı, Ronaldo çıkışlara başladı ve tempo en yüksek noktaya ulaştı.
Ve tribündeki taraftar da Beşiktaş'ta aradığı tadı ve keyfi yakalamanın coşkusuna, mutluluğuna ulaştı.
Şimdi tek düşünce, Chelsea maçı. Bu 90 dakika Beşiktaş'ın Avrupa'daki kaderini belirleyecek. Her şey dilediği gibi olsun...
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2003
<B>KARLI </B>ve soğuk bir kış günüydü. Gününü dün gibi hatırlıyorum. 26 Ocak 1997. Vanspor-Beşiktaş lig maçının final bölümlerinde Beşiktaş bir frikik atışı kullanacaktı. Sergen geldi... Nefis bir plase ile topu Vanspor kalesine doğru şutladı. Top, barajı aşmıştı. Ve kalecinin sadece bakışları ile süzdüğü top, köşeye doğru gidiyordu.
Birden barajdan yükselen bir el, topa sert bir tokat attı. Bu, Vansporlu Aykut'un eliydi. Üstelik soğuktan korunmak için bir de eldiven giymişti. Koyu lacivert bir eldiven...
Ve lacivert eldivenli el, kıpkırmızı topa vurduğu tokat ile olası bir golü önlüyordu. Ve pozisyon klasik bir söyleyişle dünyanın her ülkesi ve sahasında tartışmasız penaltıydı...
Sonra bilinen koşuşmalar, itirazlar, intizarlar, yakınmalar, sataşmalar ve hiç çekinmeden yazıyorum, küfürler...
Ertesi gün gazetelerin manşetleri birbirinin benzeriydi. Hatta, kopyası...
Aykut'tan müthiş smaç!
Ve yorumcular da belki ilk kez hiç tartışmadan bir pozisyonda aynı düşüncede birleşiyorlar ve Metin Tokat'a yükleniyorlardı...
* * *
MAÇTAN sonra Van Havalimanı'nda uçağı bekliyorduk. O dönemlerde servis arkadaşım, sevgili dostum Güven Taner, maçın hakemi Metin Tokat'ın yanına yaklaştı ve bir soru yöneltti.
Hocam, penaltıyı neden vermediniz?
Sevgili Metin Tokat'ın verdiği yanıt, o karlı ve soğuk kış gününden daha dondurucuydu...
Hangi penaltıyı. Penaltı mı vardı!
Aradan 6 yıl geçmiş. Ve altı yıl sonra Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde yaşanan benzeri bir penaltı olayı... Luciano, eli ile topu kepçeliyor, Muhittin Boşat boşluyor. İstediğiniz kadar bağırın, çağırın...
Olur böyle vakalar, bazı hakemler atlar!
Niye mi?
Bazıları görmez ve atlar. Bunlar kötü hakemdir. Bazıları göre göre atlar. Bunlar da yüreksiz hakemdir... Görse de çalamaz!
* * *
HERKES gibi bir hafta derbinin heyecanı ile yaşadım. Sonucu merakla bekliyordum. Bir başka şey daha beni olası bir fırtınanın içine çekiyordu.
Hooijdonk'un atacağı o müthiş frikiğin görüntülerini iple çekiyordum.
Ve bir başka heyecanım daha vardı...
Mondragon bu atışa baraj kurduracak mıydı?
Maç oynandı ve bitti. Merakım kursağımda kaldı. Doksan dakikada o malum yerlerden hiçbir frikik atışı kullanamadı Hooijdonk...
Bu iş nasıl oldu, anlayamadım.
Acaba, Terim'in ısrarla uyarılarından mı kaynaklandı. Yoksa, bir şansın yardımından mı?
Şimdi sabırla bu derbinin rövanşını bekleyeceğim. Belki, İkitelli'de göremediğim düelloyu Kadıköy'de yaşayabilirim...
* * *
SERVİS arkadaşlarıma ısrarla sordum...
Son yıllarda bir derbide hiç 3 penaltı olayı tartışıldı mı?
Kimse hatırlamıyor. Luciano'nun pozisyonunu bir kenara bırakıyorum... Bülent Korkmaz'ın Fatih'e ve Hooijdonk'a yaptığı iki hareketin tartışması hala sürüyor. Sadece penaltı olayı değil, bir başka tartışma daha aynı heyecanını koruyor.
Bülent'in, Fatih'e hareketi, penaltının ötesinde bir kırmızı kart gerektiriyor mu?
Evet, kimse bir G.Saray-F.Bahçe derbisinde bu kadar çok penaltı olayının tartışıldığını hatırlamıyor. Ancak, bir şeyi iyi hatırlıyorlar...
Hiçbir G.Saray-F.Bahçe derbisinde böylesine sıcak bir dostluk kurulmadı. Ve hiçbir derbide taraflar böylesine birer centilmen gibi davranmadı...
Taraftarı, yöneticisi, futbolcusu ve teknik adamı ile... Hiçbir derbide böylesine güzellikler yaşanmadı.
Dilerim, hep böyle sürüp gider...
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2003
<B>BEŞİKTAŞ</B>'ta öncelikle Lazio şokunun etkilerini aradım. Pek etkilenmiş görünmüyordu. Moraller iyiydi, üstelik arkalarında sıcak bir taraftar desteği vardı. Öyleyse, bu güç sahaya neden yansımıyordu? İlhan Mansız'ın golüne kadar yaşanan sıkıntılar, Beşiktaş'ı gelecek dakikalar için endişelere sürüklüyordu.
Öncelikle, rakibin orta sahadaki çabuk-seri ve tempolu oyunu, Beşiktaş'ın planlarını bozuyordu. Ve bu alandan çıkan her top, sanki Beşiktaş savunma bloğunun arkasına düşen birer bombaydı...
18. dakikada Cordoba'nın nefis refleksi ve kurtardığı bir pozisyonun görüntülerini hala diri ve canlı canlı belleklerimde yaşatıyorum. Son yıllarda hatırladığım en nefis kurtarışlardan biriydi. Refleks-estetik-pozisyonu seziş ve kararlılık adeta kol kola girerek bir tablo çiziyordu.
* * *
Cordoba'nın bu kurtarışı için oyunun kırılma noktası diyorum. 38. dakikada İlhan Mansız'ın golünü de Beşiktaş'ı bir süre de olsa hayata döndüren bir değer olarak görüyorum. Ancak, bu golün gerisini getiremedi.
Lucescu'nun sahaya sürdüğü sürpriz 11'de ve kadroda Sergen yoktu. Pancu da kenarda kulübede bekliyordu. İlhan Mansız'ın herhalde yeni bir şikayeti olamaz. Kağıt üzerinde tek santrfor görünse de, Tümer ve Ahmed Hassan destekli üçlü forvet gibiydiler...
Beşiktaş'ın en belirgin derdi, pozisyon yaratma ve fırsat üretmekte çektiği sıkıntılardı. Bir ara Sergen Yalçın'ı aradım... Sakatlığını duyunca hem üzüldüm, hem de sitem ettim. Herkes gibi sorunsuz ve sağlıklı günlerini iple çekiyorum Sergen'in.
* * *
İstanbulspor'un hücum hevesi ve etkinliği Beşiktaş savunmasının oyuna katkısını sınırlı tuttu. Rakip forvetle uğraşmaktan, hücumu düşünecek zaman bulamadı.
Okan Koç'un ilk maçıydı. Henüz ısınma ve uyum dönemini yaşıyor. Ayağına gelen toplarda pek falso yapmadı. Oyuna daha fazla katılırsa, etkisi daha da artabilir.
Lucescu, oyunun 62. dakikasında eski gözdelerine döndü. Ahmed Hassan ve Okan Koç'u kenara alıp, Kaan Dobra ve Pancu'yu oyuna soktu. Sonra da Sinan'ı hatırladı...
Ne değişti? Tempo mu yükseldi, pozisyon mu çoğaldı...
Beşiktaş, o bilinen değerlerinin hiçbirini devreye sokamadı.
Dikkatle izledim... Rakip, Beşiktaş'a oranla fizik açıdan daha diri ve daha güçlüydü. Oysa, Beşiktaş bu değerlerle farklı bir kimliğe bürünüyordu. Neler oluyor, Beşiktaş'ta sıkıntılı günler mi başlıyor?
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2003
<B>OYUNUN</B> hiç beklenmedik bir anında Beşiktaş'ın yediği o pis golü hatırlamak bile istemiyorum... Gol demeye dilim varmıyor. Suçlu kimdi? Hiç tartışmasız Beşiktaş savunma ailesi... Bu ucuz golü bir kenara itip, hemen oyunun geneline geçiyorum.
Beşiktaş'ın oyun kurgusu sağlıklı ve gerçekçi düşüncelerle donatılmıştı.
Lucescu'nun planında risk ve fantaziye yer yoktu. İtalyanların çabuk ve kontratağa dayalı sinsi planları, ilk yarıda Beşiktaş'ın her bölgede uyguladığı pres ve baskıda işlerliğini yitiriyordu. Lucescu, Beşiktaş'ın atacağı golü, hiç telaşlanmadan 90 dakikanın uzun zaman diliminde arıyordu. Bu da sağlıklı bir yaklaşımdı.
Ve yediği o ucuz gole kadar kalesinde rakibe hiçbir pozisyon rahatlığı vermeyen Beşiktaş, bir savunma hatası ile işi zora sokuyordu.
H H H
Oyunun ikinci yarısı, Beşiktaş için adeta final dakikalarıydı.
Ve Lucescu bu bölümde tüm düşüncelerini bir gol üzerine yoğunlaştırken, riski de göze alıyordu.
Sergen ile Ahmed Hassan birlikte oyuna girerken, Beşiktaş'ın hücum hevesi de ön plana çıkıyordu.
Lucescu'nun, Giunti'yi neden çıkardığını hiç tartışmayacağım. Giunti, iyi oynasa da, Beşiktaş, maçı kurtarmak için bir golcüye gereksinim duyuyordu... Bu da Sinan Kaloğlu olabilirdi...
H H H
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Beşiktaş, oyunda aradığı gollük pozisyonları net olmasa da ilk yarıda yakaladı. Hele, Giunti'nin altı pas üzerinde ayağına gelen kısmeti kaleciye nişanlaması, bir bakıma oyunun bir başka kırılma noktasıydı. Ve beklenmedik o pis golden sonra, İtalyanların klasik savunma kalabalığını yıkmak hiç de kolay değildi. Çünkü, o tek gol oyunun tüm avantajlarını adeta Lazio'ya sunmuştu. Ve İtalyanlar istedikleri gibi zamandan çalarak ve oyunu yavaşlatarak ve bir gol daha atarak sonuca gitmeyi becerdiler.
Beşiktaş'ta dün oyuna ağırlığını koyacak bir kükreyişi gerçekleştirecek bir kahraman çıkmadı.
İlk yarıda İlhan Mansız ve Tümer, ikinci yarıda Sergen ile Ahmed Hassan'dan beklentilerim bir umudun ötesine geçemedi.
Böyle bir sonucu hiç beklemiyordum. Lazio, bir puana koşarken savunmanın ikramı ile üç puana kavuştu.
Ve Avrupa umutları da bir başka bahara kaldı.
Yazının Devamını Oku