6 Temmuz 2002
TOKYO'ya gitmeden önce, kendi kafamıza göre bir ‘‘Yapılacak Şeyler’’, bir de ‘‘Yapılmayacak Şeyler’’ listesi hazırlamıştık. Listeler şöyleydi:
Yapılacak Şeyler
4 Taçiyomi yapılacak. Yapıldı. Taçiyomi, kitapçıda ayakta beleşten kitap okuma hadisesi. Çok yaygın ve yasak değil. Üç dört gün üst üste kitabevine gidip, istediğiniz kitabı bitirmeniz mümkün. Ben paso manga karıştırdım.
4 İş çıkışı saatinde metroya binilecek. Binilemedi. Bu çok zor bir hadise. Benim diyen eğlence merkezinde bulamayacağınız bir heyecan. İnsanlar tıkış tıkış biniyor metroya. O kibar Japonları bir de iş çıkışı saatinde metroda görmeniz lazım. Bir de özel görevliler var, dışarıda kalanları içeri itmek için. Harbi söylüyorum. Adamlar bekliyor, kapıda sıkışanları içeri itiyor. Resmi görevli bunlar, yanlış anlaşılmasın
4 Akihabara'ya gidilecek. Gidildi. Burası Tokyo'nun elektronik merkezi. Bir şey alacağımdan değil ama elektronik delisi Japonların elektronik pazarı nasıl olur diye merak edip gittim. Hakikaten uçmuşlar.
4 Japon Çekirdeği aranacak. Arandı. Hakikaten bir iki tane Japon'a sordum. Japonlar, Japon çekirdeğinden bihaber yaşıyorlar. Keşke yanımda bir paket getirseydim diye hayıflandım. Kimbilir kafaları ne biçim karışırdı.
4 Roppongi'de azılacak. Azıldı. Türkiye'nin Güney Kore'yi yendiği maçtan sonra, Tokyo gece hayatının merkezi olan Roppongi'ye yazıldık. Roppongi'deki alem, herhalde dünyanın başka bir yerinde yoktur. Şu kadarını söyleyeyim. Sabaha karşı 04.30'da filan otele dönmek için bir taksiye bindik. Trafik kilitlenmişti. Öyle anlık bir kilitlenmeden bahsetmiyorum. Bayağı trafik sıkışıklığı vardı.
4 Otomat kullanılacak. Kullanıldı. Japonya'da 20 milyon tane otomat var. Kravattan meşrubata, bilgisayar parçasından kullanılmış dona kadar her şeyi bulabiliyorsunuz bu otomatlarda. Liseli kızların iç çamaşırlarının otomatlarda satılma hikayesi de doğru arkadaşlar; geyik filan değil. Vakumlanmış pakette üçlü olaak satılıyorlar. Meraklısı için fiyatını da söyleyim: 3 bin yen ila 5 bin yen arasında değişiyor. Yani yaklaşık 25 ila 40 dolar filan. Yine merak edenler için söyleyeyim, böyle bir manyaklık yapmadım...
4 Japon yemekleri yenilecek. Yenildi. Hem suşi yedim, hem de teppenyaki.
*
Yemek mevzusunu biraz açmak gerekiyor. Şimdi farklı kültürlere sahip memleketlere gidildiğinde illa oranın yemeğini yiyeceğim diye bir ısrarım yok. Ama uyuz da değilimdir, denerim.
Suşi yemişliğim var. Ayılıp bayılmasam da seviyorum.
Teppenyaki de, bizim ocakbaşının Japon modeli gibi bir şey. Aşçı'nın karşısına sebilhane maşrapası gibi diziliyorsunuz. O da kızarttığı etleri, balıkları, sebzeleri yolluyor önünüze. Güzel bir şey.
Japonya'dayız diye sürekli Japon yemeği yemedik tabii ki. ama ekipten bir iki arkadaş bu mevzuya kafayı taktı.
Ben bunları ‘‘Her öğün yemeyin’’ diyorum, onlar ‘‘Hapur hupur yemek istiyoruz. Capon mutfağı istiyoruz’’ diye cevap veriyor.
Bu böyle 3-4 gün devam etti.
En sonunda Japan Times adlı gazetede okuduğum bir haberi bulup gösterdim bunlara.
Osaka mahreçli haber aynen şöyleydi:
Suşi saldırganı ölü ele geçirildi
Osaka'da bir suşi restoranına girerek, müşterilerin tabaklarındaki suşileri yemeye başlayan Takako Oburoşi (ismi uyduruyorum) ölü olarak ele geçirildi.
Dün öğlen saatlerinde Osaka'da bir suşi restoranına giren Oburoşi, müşterilerin tabaklarındaki suşilere saldırdı. Suşilerin yarısını yiyen, yarısını tabağa bırakan ve bu sırada sürekli olarak ‘‘Suşi... Daha fazla suşi...’’ diye bağıran saldırgana restoran personeli müdahale etti.
Oburoşi, personele direnmeye başlayınca mutfaktan kopup gelen ve tombul olduğu belirtilen aşçı Akaraşi Şişgöbek olaya müdahale etti. Saldırgan aşçı Şişgöbek'in üstüne oturması neticesinde can verdi.
*
Biraz abarttım ama aynen böyle bir haber vardı gazetede. Yine de gözlerini korkutamadım arkadaşların.
Final maçı öncesinde, Yokohama'ya biraz erken gittik.
Bunun üzerine bir barda oturup birer bira içmeye karar verdik.
Ben biraları aldım ve masaya geldim.
Yerel mutfak kurbanı arkadaşlardan biri, ‘‘Aaa ne orijinal eçerezler’’ dedi ve kasanın yanında duran çerez paketlerinden birini aldı.
Ben ‘‘Yapma, etme’’ desem de dinletemedim.
Çerez paketinin içinden badem ve minik balıklar çıktı arkadaşlar.
Minik balıktan kastım, hakikaten minicik, iki santim boyunda filan balıklar.
Röntgen makinesinden çıkmış gibi, içleri gözüküyor. Zavallıcıkları öylece kurutup çerez paketine tıkmışlar.
Kokusunu ve tadını anlatmam mümkün değil.
Fakat bizimkiler bayıla bayıla yediler.
Iyyy, hatırladıkça hala midem bulanıyor...
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2002
<B>DÜNYA </B>Kupası finali seyredip, bir nevi futbol hacısı olmak maksadıyla dayanmışız Japonya'nın kapısına. Giderken gerekirse zor kullanarak da olsa kupayı memlekete getirmek azmindeydik ama Ronaldo-San izin vermedi işte. Kahpe felek, 2006'da görüşeceğiz seninle nasıl olsa...
Futbol aşkıyla geldik bu uzak diyarlara. Fakat Tokyo'nun neon ışıklarıyla parlayıp sönen caddelerini arşınlamak gibi bir niyetimiz de var haliyle.
Bu durumda ne yapıyoruz? Kendimize bir rehber arıyoruz tabii ki. Rehber kadromuz bulunmadığı için de direkt Lonely Planet'in Tokyo kitabına yazılıyoruz.
* * *
Shinagawa İstasyonu'nda Lonely Planet kitabını karıştırıyorum.
Kitaba bakılırsa; Shinjuku, Shibuya veya Ripongi arasında bir seçim yapmak gerekiyor.
Shinjuku nedir? Shibuya'daki Japonlar iyi insanlar mıdır? Ripongi'nin adı niye ‘‘S’’ harfiyle başlamıyor gibi sorular dolaşıyor kafamda.
En sonunda Tokyo'nun kalbi denilen Shinjuku'ya gitmeye karar veriyorum. Tokyo'nun dev metro sisteminde kaybolmamak işten değil. Bu sebepten, 7 Japon'a birden onaylatıyorum bineceğim hattı.
Bir Japon, ‘‘Nerelisin anjinsan?’’ diye soruyor. ‘‘Türkiye’’ cevabını alınca, alnındaki saçları geriye doğru çekiştirip kendini kele benzetmeye çalışıyor ve ‘‘Hasan Saaaaaaaas’’ diyor.
‘‘Eyvallah Sempatik-San’’ diyorum gülerek ve kalkmak üzere olan Shinjuku trenine kapağı atıyorum.
Japonlar enteresan bir millet. Ortak yönleri de çok fazla. Mesela bundan 5 sene önce tamamı siyah saçlı olan memlekette şu anda saçı siyah olan Japon'a rastlamak zor.
Eksantrik olacağız diye kendilerine çektirmedikleri eziyet kalmamış. Kadınların hemen hepsi yüksek topuklu ayakkabı giyiyor. Tamam giy de güzelim yürüyemiyorsun onlarla işte.
Bir de hepsi uykucu. Uykusunu almış bir Japon'a rastlamadım. Erken kalktıkları için midir nedir, buldukları ilk fırsatta zırıl zırıl uyumaya başlıyorlar.
Ama işin enteresanı, inecekleri durakta hop uyanıveriyorlar. Nereden biliyorsun inecekleri durakta uyandıklarını diyebilirsiniz.
Fakat o kadar serinkanlı şekilde uyanıp iniyorlar ki... Uyandığında suratında ‘‘Ulan kaçırdık istasyonu be’’ ifadesi olan bir tane bile Japon görmedim.
* * *
Ben böyle kendimce tahliller yaparken, Shinjuku'ya vardık.
Shinjuku'yu, Lonely Planet süper doğru bir tanımlamayla özetlemiş. Lonely Planet, ‘‘Shinjuku'da Blade Runner atmosferini yaşayacaksınız’’ diyor.
Harrison Ford'un oynadığı o muhteşem filmi hatırlıyor musunuz? İşte Shinjuku o filmin seti gibi bir yer.
Rengarenk neonlarla süslenmiş kocaman binalar, gelecekten günümüze ışınlanmış kılıkta insanlar ve seyrederken insanı yoran sürekli bir hareket.
* * *
Shinjuku'nun hepsi birbirine benzeyen sokaklarında biraz kaybolduktan sonra amacıma ulaşıyorum: Kinokuniya Kitabevi'nin kapısındayım.
Kinokuniya, Tokyo'nun en büyük kitapçısı. 8 katlı dev bir bina. Bir katının sadece İngilizce kitaplara ayrıldığını öğrenmişim ve Suehiro Maruo'nun kitaplarını bulmak gibi bir ümit besliyorum.
Fakat İngilizce katının çizgi roman bölümünde sadece Akira ciltleri var.
Akira aramıyorum ben, Maruo arıyorum. Ama Maruo'yu bir Japon'a sorup sapık muamelesi görmek de istemiyorum.
Çünkü Maruo, hayatımda gördüğüm en sapık hikáyeleri çizen insan.
Geçen sene tesadüf eseri Liverpool'da ‘‘Ultra-Gash Inferno’’ albümünü bulup almıştım.
O günden beri Maruo'nun diğer albümlerinin peşindeyim. Fakat İngilizce olarak basılmış sadece üç albümü var.
‘‘Japonca da bulsam alacağım anasını satayım’’ diyor ve çizgi roman bölümüne dalıyorum. Hap ebat, ufacık tefecik görevli kıza ‘‘Maruo var mı sizde Minyatür-San?’’ diyorum.
Kız bana bir süre endişeyle baktıktan sonra ‘‘Gel bakalım Sapık-San’’ diyor ve Maruo rafına götürüyor.
‘‘Ambalajı açsam yanlış olur mu Minyatür-San?’’ diyorum, ‘‘Yok’’ diye cevap veriyor.
Sayfaların arasında bir süre kaybolduktan sonra cebimdeki bütün parayı Maruo albümünlerine yatırıp çıkıyorum.
Tokyo çok pahalı derler ya, yalan söylüyorlar. Pahalılık ayrı bir şey, Tokyo ayrı bir şey. 6 albüme verdiğim parayı söylesem, oturur ağlarsınız. Olsun, pişman değilim...
(Yarın Cumartesi ilavesinde suşi mevzusunu aydınlatacağız, beklerim...)
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2002
<B>ÇIKAN KISMIN ÖZETİ<br><br></B>Tefrikalarda olur ya böyle çıkan kısmın özeti diye bir hikaye. Geçen haftadan devam edeceğimiz için küçük bir özet geçelim. Riko, Topesto ve benim ortak arkadaşımız Mişel, bir gün biz balkonda pineklerken sürpriz bir şekilde çıktı geldi. Mişel'i İstanbul'dan tanıyoruz ama o annesinin memleketi Kanada'da yaşıyor artık. Annesi hala İstanbul da yaşıyor ama.. Aman ne zormuş bu özet verme işi. Neyse, Mişel evlenmiş ve kocası Endruv'u da getirmiş. Ama biz çocuğu harcarız diye yekten karşımıza çıkarmaya korkmuş. Biz adam yiyeyecek değiliz ya, 'Getir bir görelim damadı' dedik...‘
MİŞEL Abla'ya ‘‘Getir bakalım şu Endruv Paşa'yı bir tanıyalım’’ dedik ama kız bizi tanıyor ya, ‘‘Söz verin fena davranmayacağınıza’’ dedi.
‘‘Yahu niye kötü davranalım biz damada. Sadece tanımak istiyoruz. Güreş biliyor mu?’’ dedi Riko.
Mişel, ‘‘Bak işte şimdiden başladınız’’ dedi.
Biz Topesto'yla müdahale ettik: ‘‘Hi iz onli kiding sistır. Biring Endruv hiyır end pliz dont vöri orrayt’’ (Riko öküzlük yaptı takılma sen oraya. Getir elemanı güzelim, amma uzattın mevzuyu. Yemeyeceğiz dedik sana, kasma kendini rahat ol...)
*
Mişel ‘‘Orrayt koçlar’’ dedi ve ertesi gün Endruv'la gelmek üzere mekanı terk etti.
Önemli kararlar öncesinde hep yaptığımız gibi birer sigara yakıp, sigaralar bitene kadar birbirimizle konuşmadık.
Topesto da izmariti küllüğe gömdükten sonra, Riko söz aldı ve ‘‘Benim gözüm tutmadı Endruv'u. Bir kere kıyafeti çok komik’’ dedi.
Topesto, ‘‘Hasta mısın oğlum, çocuğu demin düğün fotoğrafından gördün. Ayrıca sen komik olmayan damat kıyafeti gördün mü hayatında. Damat kıyafeti, evlenen adamın hayatının kalan kısmında yaşayacağı ıstırabın bir simgesi olarak özellikle komik yapılıyor zaten’’ dedi.
Ben bu konuda Topaesto'ya katıldığımı belirttim ve sazı alıp devam ettim: ‘‘Aslan gibi çocuk oğlum. Hem belli ki Mişel seviyor bu Endruv'u, bizim de sevinmemiz gerekiyor sevdiğimiz bir kadın mutlu diye...’’ dedim.
*
Riko, ‘‘Oldu olacak sevgi çemberi oluşturalım anasını satayım... Ben sadece gözümün tutmadığını söyledim. Yanılmam bilirsiniz... Ama gelsin tabii ki evin baş köşesine oturtacağız Aleksandır'ı’’ dedi.
‘‘Aleksandır değil, Endruv. Ayrıca 'Şu herif niye dik dik bakıyor bize' diyerek, sana selam veren öz yeğenini dövmeye kalkıştığını da unutmadık. Yanılmam diye gazoz yapma şimdi’’ dedim.
Riko hakikaten bir seferinde öz yeğenini tanımayıp arıza çıkarmaya kalkışmıştı.
Bizimki hemen savunmaya geçti, ‘‘Saçını kazıtmış zibidi, napalım tanımadıysak’’ dedi...
Netice itibariyle, çocuğa iyi davranma kararı aldık ve Mişel'le Endruv'u beklemeye koyulduk...
Ertesi gün Mişel, Endruv'u da yanına alarak bir Batılı hassasiyetiyle konuştuğumuz saatte çıktı geldi.
Endruv'a balkondaki en faça köşeyi ayırmışız, ‘‘Buyur birader, otur’’ dedik.
Mişel ‘‘Dis iz Riko, dis iz Topesto, dis iz Kanat’’ diye tanıştırdı bizi.
Endruv, Topesto'nun ismine takıldı haliyle. Riko hemen ‘‘Mavi Ay'daki Bayan Topesto bunun halasıydı biliyon mu Endruv?..’’ dedi.
Mişel kaşlarını çatınca, gerçek hikayeyi anlattık. Eğlendi tabii Endruv.
Endruv, akıllı bir çocuk. Salak olsa zaten Mişel Abla beğenmezdi bunu. Bilişim sektöründe bizim anlamadığımız türden bir işi varmış.
Endruv yakışıklı da. Topesto hemen düğün fotoğraflarında Mişel ve Endruv'un aralarında duran güzel kıza getirmek istiyor lafı, o yüzden ‘‘Kardeşin var mı Endruv?’’ diye sordu.
Yokmuş kardeşi Endruv'un. O zaman B Planı'nı devreye soktu bizimki: ‘‘Der iz e görl bitviin yu end Mişel et dı veding. Şi luuks layk yu ekçıli...’’ (Ya bak şimdi birader, yannış anlama ama sizin düğün fotoğraflarında bir kız var; bizim Mişel'le aranızda duruyor. sana çok benzettiydim de, hani olur ya kardeşin filan mı diye düşündüydüm...)
Endruv çaktı köfteyi tabii. Endruv'un çocukluk arkadaşıymış meğersem Lusi. Damat gollük pası kaçırmadı ve ‘‘Lusi çok istedi gelmeyi ama işleri engel oldu. Fakat önümüzdeki yaz İstanbul'a gelirken onu da kesin getireceğiz’’ dedi.
Topesto, Endruv'un arkasına bi tane yapıştırdı ve ‘‘Tuttum lan be damadı’’ dedi.
*
Endruv, ‘‘ayılama rakılama’’ da dahil olmak üzere bütün testleri geçti o gece.
Giderlerken Topesto gözleri nemli şunları söylüyordu: ‘‘Beybi... Ay vant beybi from yu guys. Biring Lusi nekst taym, okey?’’ (Gençler bi çocuk yapın da sevelim biz de. Bu arada Lusi'yi unutma ha. Bekliyoruz...)
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2002
<B>ÇARŞAMBA </B>akşamı, Saitama Stadı'nın önündeyim. İnsan Japonya'da, kendini Brezilyalı sanan binlerce Japon'un arasında biraz tuhaf hissediyor. Sırtına Rivaldo, Ronaldo, Roberto Carlos forması geçiren Japon arkadaşlar, bir de akıl karıştırmak için sizi görünce ‘‘Turkuo, Turkuo’’ diyerek tezahürata başlıyorlar.
Biz de tutup ‘‘Birader sen Japon musun, Brezilyalı mı? Önce ona karar ver. Sonra beraber tezahürat yaparız. O kolay.’’ demiyoruz tabii ki. Aynen sırıtarak cevap veriyoruz: ‘‘Arigato koç!’’
Maç başlamadan önce fazlasıyla sakiniz. Kendimize güvenimiz tam. Hatta, stada erken geldiğimizi, bu suni Brezilyalı ekibin göstermelik olduğunu, Türk dostu Japonların Tokyo'da toplanıp toplu halde geleceklerini ve seyirci desteğinin ‘‘fifti fifti’’ olacağını filan düşünüyoruz. Fakat bu düşüncemizin ne kadar gazoz olduğunu anlamak için çok fazla beklememiz gerekmiyor.
Maçın başlamasına 5 dakika kala, kendine Brezilyalı efekti vermiş on binlerce Japon'un ortasındayız. Eh, salak sayılmayız. Anlıyoruz seyirci desteğinin Brezilya'dan yana olduğunu.
İçimizden ‘‘Allah rahmet eylesin, Barış Manço şu manzarayı görse herhalde çok üzülürdü’’ diyoruz sadece.
Milli Takım maça aslanlar gibi başlıyor. Kendilerine güvenleri tam ve bu durum beni tuhaf bir şekilde gururlandırıyor. Ama bir yandan da feci tedirginim. Yanlış anlaşılmasın, bu tedirginliğin maçla alakası yok. Beni tırstıran şey, stattaki iki dev ekran. Hani millet maç oynarken kameraman tarafından yakalanıyor ve o görüntü önce dev ekrana, oradan da televizyona aktarılıyor ya... İşte ben çok salak bir pozisyonda o hale düşeceğimden korkuyorum. Düşünsenize, bunca yıllık tribün kariyeriniz var. Ve siz, bilmem kaç bin Brezilyalının arasında hamburger yerken araklanıveriyorsunuz kameraya.
Eş dost görse, bir zararı yok. Ama televizyonunun karşısında sırtını kaşıya kaşıya oturan elin İzlandalısı, beni niye öyle görsün değil mi?
* * *
Bu arada gözüm bir maçta, bir de hemen önümdeki Brezilya yedek kulübesinde. İki şeyi hemen söyleyeyim: Brezilya Teknik Direktörü Scolari maç boyunca yerinde oturamadı korkusundan. Bu da çok hoşuma gitti tabii ki. Hakan'ın volesinde adamın rengi káğıt gibi oldu mesela. Bir de, Ronaldinho çok artist ve şımarık bir insanmış. Üzüldüm yaptığı hareketleri görünce. Her neyse, ilk yarı bitti ve ben sigara içilen bölüme doğru yola koyuldum. En az Türkler kadar sigara içen Japonların futbol maçı oynanan statta sigarayı yasaklamaları ayrıca enteresan ama, saygı duyuyoruz. Söyleyecek bir şey yok.
Sigara içilen bölümde yanıma bir İngiliz geldi ve ‘‘Türk'sün galiba’’ dedi. Alnımda Türk yazmıyor ama, şapkamın alnıma denk gelen bölümünde bir Türk bayrağı var. Uzatmayalım, cevap olarak ‘‘Yes birader’’ dedik. Eleman İngiliz değil, İskoçyalıymış; Glasgow Rangers taraftarı. ‘‘İskoçya yok ki bu sene kupada. Sen niye geldin dünyanın bir ucuna?’’ diyecektim ki, yıllarca Türkiye katılmasa da Dünya Kupası'na gidip gelen vatandaşlarımızı hatırlayıp utandım kendimden ve sustum.
İskoç arkadaş ‘‘Takımınız harika’’ diye söze girdi ve göğsümü kabartana kadar susmadı. Bu arada bir-iki Japon da yancı oldu. Onlar da ‘‘Hai, hai Turkuo hai’’ diye onay veriyor İskoç'a. ‘‘Bence siz yenmelisiniz’’ dedi İskoç ve devam etti: ‘‘Pazar günü Almanya'nın hiç şansı yok.’’ Ben de gaza geldim ve ‘‘Sen ne güzel bir insanmışsın be İskoç. İnşallah Rangers 10 sene üst üste şampiyon olur’’ dedim.
İkinci yarı malumunuz. Gerektiği gibi ve bence çok iyi oynadık. Ama asabi forvet Ronaldo'ya yenik düştük.
* * *
Maçtan sonra Hamamatsuço, Uyeno, Uji, Akabena, Şinagava gibi Japonlara göre normal, fakat benim kendime karşılarında son derece Japon hissettiğim tabelaları seyrede seyrede trenle otele döndüm. Keyfim yoktu ama, iyi bir takımım vardı. Pazar günü Yokohama'da Türkiye ile Almanya, Dünya Kupası finali oynayacaktı. Ona hazırlamıştım kendimi. Ama olmadı işte. Olsun, 2006'da Almanya'da Brezilya'yla final oynarız. Bu düzenlenen son Dünya Kupası değildi ya! Böyle hafif melankolik halde şehre vardım ve otelin yanındaki bir bara kafadan daldım.
Baktım Japon barmen Rivaldo forması giyiyor. Sırıtarak yaklaştım ve ‘‘Naber lan Rivaldo-San. Ver bakalım bir bira’’ dedim. Rivaldo-San şaşkın vaziyette Japonca ‘‘Ne buyurdun?’’ diye sordu. Ben yine sırıtarak ‘‘Yok bir şey Rivaldo-San. Bir bira uzat, gerisine karışma’’ dedim.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2002
BUNDAN birkaç sene önce evin balkonunda oturmuş laflıyoruz. Klasik kadro; Riko, Topesto ve ben... Nasıl bir boş konu seçmişiz o gün için şimdi tam hatırlamıyorum. Tek hatırladığım Topesto'nun üstündeki feci tişört.
Biz Riko'yla tişört hakkında ileri geri konuşurken kapı çaldı. Dördüncü beklemediğimiz bir gün. Kapı açma sırası Topesto'daydı.
Kalktı gitti kapıyı açmaya. İçerden ‘‘Vaaaaaaay! Güzel ablacığım. Hemşire nereden çıktın sen?’’ gibi sesler gelince, biz de kapıya yöneldik.
Aaaaa! Hakikaten çalışmadığımız yerden gelmiş misafir. Bu bizim Mişel Abla...
Abla diyerek terbiyesizlik yaptığımıza bakmayın; Mişel hepimizden birkaç yaş küçük. Fakat çok sevdiğimizden ‘‘Abla’’ diyoruz.
Zaten Mişel de kendisine ‘‘Abla’’ denmesini seviyor. Şimdi hangimiz olduğunu söylemeyeyim ama birimizin eski sevgilisi aynı zamanda Mişel.
*
Mişel hayatımıza sürpriz bir şekilde girmiş ve bir daha da çıkmamış kadınlardan biri.
Annesi Kanadalı, babası ise Türk. Tanıştığımız vakit hap kadar bir kızdı. Hoş biz de draje boyutunda sayılırdık ya o zamanlar her neyse...
Mişel tatlı bir kızdır. Ama asıl efsane olan şahsiyet annesidir.
Mişel'in annesi, yabancılarla evlenen çoğu yabancı kadın gibi Türkçe'yi çok çabuk öğrenmişti. Fakat aralarda kelimeleri yanlış kullanıyordu.
Tabii bunda bizimle sık görüşmesinin de etkisi vardı.
Mesela biz minibüsten ineceğimiz vakit şoföre, ‘‘Usta bizi kenarda salla!’’ diyoruz, hooop Mişel'in annesi bunu kaydediyor.
Kaydetsin bir zararı yok. Fakat Mişel'in annesi bu kayıtları olur olmaz yerde kullanıyor.
Bir gün hep beraber Taksim-Bostancı minibüsüne binmişiz, Mişel'in annesinin Kanada-Türk mutfağı sentezlerinden birinin daha kurbanı olmaya gidiyoruz.
Biz geyiğe dalınca şoförü uyarmak işi Mişel'in annesine kaldı. Biz müdahale edemeden, en tombul, en şirin ve en tatlı haliyle ‘‘Usta bizi köşede salla’’ dedi. Şoförün ifadesini görmenizi isterdim.
Mişel'in annesinin en sık yıktığı kişi ise mahalle bakkalıydı.
Bir keresinde biz yine Mişel'in annesinin evindeyiz. Oturmuş ‘‘Evil Dead’’ seyrediyoruz. O korktuğu için seyredemezdi bizimle.
Canı sıkıldı tabii ve ‘‘Ben dışarı geliyor gençlik’’ dedi. Artık o kadar yorulmuşuz ki konuşmasını düzeltmekten, ‘‘Tamam güzel teyzem, tamam canımın içi’’ diye yolladık bunu.
1 saat sonra filan döndü Mişel'in tombul, tatlı ve şirin annesi elinde poşetlerle. Fakat tuhaf bir durum var Mişel'in annesiyle ilgili. Gülmekten katılıyor ve sürekli ‘‘Ay altıma katılıcam’’ diyor...
Elindeki poşetleri kaptık, bunu sağlam bir yere oturttuk ve sorduk ‘‘N'oldu?’’ diye.
‘‘Bakkal Bey.. Hihihihihi. Bakkal Bey...’’ diyebiliyor bizim çözebildiğimiz kadarıyla ve tekrar gülmeye başlıyor.
Beş dakika sonra filan açıldı ve hikayeyi anlattı. İki dakika muhabbet etmek ve bir iki parça alışveriş yapmak için mahalle bakkalı Nuri Bey'e gitmiş.
Nuri Bey, Mişel'in annesinin konuşmalarına bir türlü alışamıyor. Bakkal Nuri'nin Türkçesi de zaten pek parlak değil.
Mişel'in annesi dükkana giriyor ve yekten ‘‘Bakkal Bey, bana 10 tane yumurtla’’ diyor.
Bakkal Nuri en kibar haliyle ‘‘Neeeeey?’’ diyor.
Mişel'in annesi ısrarlı: ‘‘10 tane yumurtla bana istiyorum...’’
Bakkal Nuri o dakika kopuyor: ‘‘Hanfendü, sen beni davuh mu sandın?’’
Mişel'in annesi yumurta ile yumurtla arasındaki farkı geç de olsa çözüyor ve direkt eve yöneliyor...
*
Mişel'e bu hikayeyi yine anlattık, yine güldürdük kızı. Mişel, annesinin durumundan kendisine ders çıkardığından Türkçe öğrenmek için ciddi bir girişimde bulunmadı. İngilizce anlaştık hep.
‘‘Eeeee, daha daha nabiyon güzelim. Kanada hala müreffeh mi?’’ gibi sorular soruyoruz. O da bize, ‘‘Hala bu balkonda pineklemekten bıkmadınız mı?’’ diye soruyor.
Canım Mişel Abla, üşenmemiş bize Kanada'dan bir şişe viski getirmiş. Biz o çulsuz halimizle viskiyi parçalamaya başladık.
Bir yandan demleniyoruz, bir yandan Mişel'e hayatımızın nasıl da değişmediğini filan anlatıyoruz.
O esnada balkonun kenarına bir kuş kondu. Riko'nun kafası iyi ya ‘‘Cik cik’’ dedi.
Mişel, ‘‘Kuşa cik cik denmez, tviti tviti’’ denir dedi. Riko, ‘‘Kuş değiliz ama kuş cik cik diyor biz de öyle karşılık veriyoruz’’ dedi.
Bu kez Mişel, ‘‘Köpek nasıl der?’’ dedi. ‘‘Hav hav’’ dedik, yarıldı bu gülmekten ‘‘Barf Barf’’ der dedi. Bu kez biz koptuk.
At nasıl ses çıkarır, kurbağa ne der, yılan ne der ve aslında ne demek ister diye konuşa konuşa günü eskittik.
Hey gidi Mişel Abla... Çantasından bir tomar fotoğraf çıkardı. Evlenmiş. Damadı da getirmiş İstanbul'a ama yekten karşımıza çıkarmaya cesaret edememiş. ‘‘Getir çocuğu görelim’’ dedik. Ve Endruv ile öyle tanıştık.
Endruv meselesi haftaya kalsın...
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2002
<B>ŞİMDİ </B>efendim, futbol filan yazınca bazı hanım okurlar tepki gösteriyorlar. Özetle diyorlar ki: <B>‘‘Hep futbol, hep futbol... Niçin kadın-erkek meseleleri filan yazmıyorsun...’’ Daha önce bu zorlu alanda bir iki denemede bulunmuş ve bazı mutlu ilişkilerin sona ermesine filan yol açmıştım.
O yüzden bu tür toplara girmemeye yeminliydim.
Fakat, İngiliz müzik dergisi Q'nun son sayısında okuduğum fevkalade dokunaklı bir aşk hikáyesi, bu konuyu bir kez daha denemek için beni cesaretlendirdi.
* * *
Q'daki hikáyenin kahramanı, gençlik yıllarımdaki idolüm olan muhterem şahsiyet Ozzy Osbourne.
Millet birbirine sevdiği rock gitaristinin attığı solonun süresinden, davulcunun kafayı zile nasıl ekleştirdiğinden bahsederken; biz iki arkadaş Ozzy'nin civciv ezme hikáyelerini birbirimize defalarca anlatarak zaman geçirirdik.
Ozzy'nin sevgi dolu dünyasında yaşıyorduk. Oturup, babanın ‘‘Ultimate Sin’’ adlı muhteşem albümündeki şarkılardan seçtiğimiz bölümleri -çok affedersiniz- geğirerek düet şeklinde söylemeyi seviyorduk mesela.
Boş zamanlarımızda Eminönü'ne gidip civcivleri seyrediyorduk. Bir iki kere diğer eleman ‘‘Ozzy amca civciv eziyor canım arkadaşım, biz niye denemiyoruz?’’ filan dediyse de, gözümün önüne anneannem ve annemin ‘‘Cık cık cık, bırak bakim civcivi’’ diyen görüntüleri geldiğinden hep vazgeçtim...
* * *
Her neyse, Q'da okuduğum ve yer yer gözyaşlarımı tutmakta güçlük çektiğim aşk hikáyesine dönelim.
Bu hikáye, her kafayı atlatmış adamın arkasında bir kadının bulunduğunun bir kanıtı aslında.
Ozzy Osbourne, 1970'lerde Black Sabbath'la parayı, şanı, şöhreti bulmadan önce hayatını Los Angeles'ta evleri soyarak kazanan duygu dolu bir gençti.
Black Sabbath'la beraber hayatı bir anda renklendi. Artık konserlerde civciv ezen, turnelerde vaktini groupie kızlarla orji düzenleyerek geçiren, mutlu bir rock yıldızıydı.
Bu arada evlenmişti ama karısı onun hassas dünyasına bir türlü ulaşamıyordu. Dünyada mutlu bir rock yıldızından daha tehlikeli bir şey varsa, o da mutsuz bir rock yıldızıdır herhalde.
Ozzy, kendini alkole ve uyuşturucuya verdi diyeceğim, yalan konuşmuş olacağım. Alkol ve uyuşturucu zaten vardı Ozzy'nin hayatında.
Giderek düşüşe geçen Ozzy, sonunda Black Sabbath'tan kovuldu.
Karısının şarap evinde barmen olarak çalışmayı planlarken; kendisine üç yaşından beri hasta olan Sharon ile yolları kesişti.
Laf olsun diye ‘‘3 yaşından beri hasta’’ demiyorum. Babası, Sharon'un deyişiyle, ‘‘Dünyanın gelmiş geçmiş en sıkıcı grubu olan’’ ELO'nun menajeriydi.
Sharon da menajerlik yapmak istiyordu.
* * *
Sharon, her normal kadın gibi enkaz durumundaki Ozzy'ye adadı hayatını. Artık her şeyini bu arızalı, alkolik, şiddete eğilimli ve uyuşturucu bağımlısı adama adamıştı.
Bundan 23 yıl önce başlayan bu ilişki, eğer hálá devam ediyorsa, bunda tabii ki Sharon'un büyük emeği var.
Sharon, iki çocukla taçlanan ilişkilerini Q Dergisi'ne anlatırken şöyle duygulu konuşuyor: ‘‘Kocam bir uyuşturucu bağımlısıydı, alkolikti ve beni öldürmeye çalıştı. Başka bilmek istediğiniz bir şey var mı?..’’
Ne güzel değil mi? Bu arada öldürme meselesi de doğrudur. Ozzy, Sharon'la evliliği sırasında birbirlerini dövmek gibi çok güzel bir geleneğe imza atmışlardı.
Ozzy bir gece ilişkilerine renk katmak amacıyla Sharon'u öldürmeye kalktı. Sharon ertesi sabah hálá yaşadığını şaşkınlıkla fark ettikten 30 saniye sonra kocasını affetmişti.
Sharon, o günden beri uyuşturucu ve alkol kullanmıyor. Ozzy ise kokaini bırakmış ama ara sıra içmeyi sürdürüyor.
Osbourne Ailesi'nin MTV'de bu sezon yayınlanan ve bu kanalın tarihinin en büyük rating'ini alan bir programları var. Program BBG gibi bir şey. Osbourne Ailesi'nin ev halini gösteriyor.
Ozzy'nin albümleri ekmek-peynir gibi satıyor, turneleri dolup taşıyor. Şu anda 57 milyon dolarlık bir servetleri var ve çocuklarıyla beraber mutlu bir hayat sürüyorlar.
Nasıl mutlu olmasınlar ki. Sharon biricik oğulları Jack'in mutluluğunu şöyle anlatıyor: ‘‘Oğlum 16 yaşında. Şu anda evde bir yerlerde 27 yaşında kadınlarla yatıyor ve ne bulursa içiyor...’’
Aile saadeti ne mühim şey!
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2002
GÜMÜŞLÜK'te akademi günleri... Daha önce bahsetmiştim hadise 5 masa, Latif ve benim aramda cereyan ediyor. Kabası bitmiş 5 masayı ben zımparalıyorum, Latif vernikliyor. Arada, yorulduğumuza kanaat getirdiğimizde bira molası veriyoruz.
Bazen uzun mola yapıp (ki bu bir daha marangozhaneye dönmemek manasına da geliyor), denize kaçıyoruz filan falan...
Akademi bir sanat ortamı. Sanatçılar tarafından, sanatçılara uygun olarak dizayn edilmiş.
Edebiyat evi var, resim atölyeleri var, heykel atölyeleri var... Yani demem şu ki; burası fikir üretilsin diye yapılmış.
Ben marangoz kontenjanından durumu idare ediyorum ama, Latife Tekin ‘‘Öksür bakalım bir fikir’’ diyecek diye de ödüm kopuyor. Şimdi ben böyle yazdım ama Latife Tekin tabii ki ‘‘Öksür bir fikir’’ demez. Ben onun adına konuşmaya kalkınca böyle oluyor.
Bu sebepten sürekli olarak fikir yaratmaya çalışıyorum. Fakat imkanlar belli, zeka seviyesi belli, ruhumuzdaki sanatçı potansiyeli belli. Bu durumda bir numara çıkmıyor tabii ki.
*
Ben böyle endişe içinde masa zımpara yaparken, toplu halde denize gidileceği haberi geldi.
‘‘Zımpara mı yapmak istersin, yoksa Ege'nin serin sularına dalmak mı?’’ noktasında, biraz zekası olan her insan gibi ‘‘Deniz’’ dedim ve gerekli ekipmanı kaparak (mayo ve havlu oluyor bunlar) direkt ekibe katıldım.
Güneşlenmek gibi bir merakım olmadığından, gölge bir yere yerleştim ve etrafı kesiyorum.
Su kayağı yapan (daha doğrusu yaptırılan) bir köpek dışında enteresan bir hadise olmuyor o esnada Gümüşlük sahilinde.
‘‘Ben şimdi şu karşıdaki adacığa yerleşsem, beni Türk hükümeti mi kovar, Yunan hükümeti mi?’’ gibi abuk sabuk düşünceler üretirken Latife Tekin geldi.
‘‘Nasıl gidiyor akademi günleri?’’ diye sordu. ‘‘Eeeee, şahane’’ dedim.
Hissediyorum yaklaşmakta olan muhabbeti ve konuşmayı başka yere çekmek istiyorum. ‘‘Latife sen Beşiktaş'ı tutuyodun di mi?’’ gibi manasız bir iki girişimim oluyor fakat faydasız.
Latife yekten soruyor, ‘‘Sen de bir fikir üretebilirsin’’ diye.
Bilmiyor tabii bu soruyu sormakla başına ne biçim bir dert aldığını.
*
Bu soru üzerine şöööööööyle bir gerindim, Gümüşlük açıklarına bilge insanlar gibi uzun uzun baktım, bira şişesinin üzerindeki etiketten bir parça kopardım, bunlarla da yetinmeyip, embesil hareketler serimi bir sigara yakarak tamamladım ve ‘‘Aslında benim enteresan bir work-shop fikrim var’’ dedim.
‘‘Nedir?’’ dedi Latife...
Seriyi, sigara yakma sahnesi hariç (İki sigara yakmanın manası yoktu tabii) tekrarladım ve ‘‘Plaj üzerine bir work-shop projesi bu’’ dedim.
Haliyle ‘‘Açıklar mısın neymiş?’’ dedi.
Ve ben başladım harika fikrimi detaylandırmaya:
‘‘Şimdi bu çalışma, adından da anlaşılacağı gibi plajda yapılacak. İki günlük bir program ama katılımcı sayısı düşük olursa, tek günde de toparlanabilir.
Work-shop'un başlığı 'Plaj Hayvanlıkları' olacak çok afedersin...
Amaç, plaj hayvanlıklarını uygulamalı olarak katılımcılara öğretmek.
Özellikle Türkiye'de yaşayan ve uyum sorunu yaşayan yabancıların ilgi göstereceğini düşünüyorum.
Bir de plaj ortamlarına uyum sağlayamayan kibar Türkler katılır...
*
Etkinlikleri geniş tutmayı amaçlıyorum. 'Denize giren elemanı suyu tokatlayarak ıslatmaca', 'Ağıza su alıp, diğer elemanın gözbebeğine su püskürtmece', 'Deve güreşi', 'Dipten gelerek bacak arasından geçmeye çalışan arkadaşın kafasını bacaklarlarla sıkmaca' gibi klasiklere ağırlık vereceğim.
Ama ilerki aşamalarda 'Kemiklerine iyi gelir diye elemanı kuma gömdükten sonra, oyuncak akrebi kuma sokuşturarak kurbanı korkudan bayıltma' gibi detaylı numaralara da yer verilebilir.
'At kestanesini arkadaşa doğru fırlatıp kafa atmasını istemek' de güzel ama onu work-shop'ta tenis topuyla yapmayı tasarlıyorum. Katılımcıları acil servise taşımayalım sonra...
Tabii şambrel var bir de. Fakat o apayrı bir hadise.
Onu 'Şambrel Work-Shop' diye ayrı bir program olarak görüyorum.
Bence ilgi büyük olacak bu çalışmaya. Başarılı olmamız durumunda Venedik Bienali'ne filan da katılabiliriz...’’
*
Latife sadece ‘‘Tabii, neden olmasın’’ dedi ve anında olay mahalinden uzaklaştı. Bu gidiş şeklinden fikrimi kabullendiği ve sonuna kadar destekleyeceği anlamını çıkardım ben.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2002
DÜN sabah saat 07.30 gibi uyandım. Sonra baktım maça daha iki saat var, vakit geçmeyecek 1 saat daha uyuma kararı aldım. Uykumun en tatlı yerinde ‘‘Goooooooooooool’’ sesiyle yataktan fırladım. Saate bir baktım 09.35. Nihaaaaaa! İnanamadım yaptığım salaklığa ve yüzümü bile yıkamadan formamı üstüme giyip sokağa fırladım.
Hemen cep cihazına sarıldım. Benim elemanlar The Marmara'da seyrediyor maçı. Eve iki dakika. Hemen oraya yazıldım. Ben maçı izlemek için yerimi aldığımda durum 2-0 olmuştu.
Bir yandan uyuyakaldığım ve golleri canlı olarak izleyemeyen sayılı Türkler'den biri olduğum için kendime fırça atıyorum, bir yandan da heyecanla maçı seyrediyorum...
* * *
Maçı nasıl seyrettiğimizi tahmin ettiğinizden hiç girmiyorum.
‘‘Affettim lan seni Rivaldo. Seni de affettim lan Ronaldo. Biz zaten ailecek, hatta ülke olarak Brezilya'yı severiz. O ilk maçta bi yanlış oldu ama unuttuk gitti, he he!...’’ türü cümlelerle bitirdik Türkiye-Çin maçını.
Maç biter bitmez de apaçi model kutlamalara katılmak üzere The Marmara'dan çıkıp, yekten Taksim Meydanı'ndaki kitleye karıştım.
Yok, aslında önce bir İstiklal Caddesi turu attım, sonra meydana döndüm.
Millet bu tür sevinçlere o kadar hasret kalmış ki (Cimbom sağolsun, benim pek şikayetim yok aslında); ne yapacağını şaşırmış vaziyetteydi.
Cadde üzerindeki bütün mağazalar, ellerindeki kırmızı-beyaz ürünleri vitrine yığmıştı. Ama bir tanesi, kırmızı-beyaz diye üstünde nal kadar ‘‘England’’ yazan bir tişört koymuştu. Çok beğendim ama tuhaf olur diye almadım. Yarın gidip almayı planlıyorum ama...
Bayrakçılar güzel para yaptı. Bir de su satıcıları. 1,5 milyona da bayrak vardı, 14 milyona da. Bir tane Portekizli turiste bayrak alması için yardımcı oldum. Adamda para mevhumu tamamen kaybolmuş. Bayrakçı da anlamıyor diye bunu hafiften kazıklamak istiyor.
Ben olaya müdahale ettiğimde bayrakçı ‘‘İki buçuk mistır, iki buçuk’’ diyordu. Adam da 500 bin lira uzatıp duruyordu. Sonunda adama durumu anlattım. Bozukluğu çıkışmayınca 10 milyon vermesi gerekti.
* * *
Ama adam bana sürekli olarak ‘‘Ay dont trast diz men’’ yani ‘‘Bu adam güvenmiyorum’’ diyor. ‘‘Dont vöri koç, ben halledecem’’ dedim.
Bayrakçı da hakikaten güvenilmemeyi hak ediyor. Çıkardı para üstü olarak 7 milyon verdi. Benim de tepemin tası attı tabii. ‘‘2,5 diyordun adama, ayıp değil mi?’’ dedim. Bu sefer bana bozuldu. Bozulsun, 500 bin daha aldım ve bir Portekizliyi bayrak sahibi yaptım.
Taksim Meydanı'nda Beyoğlu Belediyesi'nin minibüsü etrafında toplanan kalabalık sürekli olarak Tarkan'ın şarkısını dinledi. Bir ara gına gelmiş olacak ki; durup dururken İstiklal Marşı söylemeye başladı insanlar. Polisler filan da hazırola geçti haliyle.
İşin komiği, yarım saat sonra millet kendini gaza getirip bir daha İstiklal Marşı okudu. Tahminimce gün boyunca 20 kere filan okumuşlardır. Ben sadece iki tanesinde hazır bulundum.
Bir ara meydanda Çinli bir çocuk belirdi. Ama çocuğu sırtına alan adam feci halde bizden biri. ‘‘Yahu bu adam gaza gelip gördüğü ilk Çinli çocuğu sırtlayıp buraya getirmiş olabilir mi?’’ diye kıllandım hatta. Dayanamayıp sordum. Meğer bizim Gümüşsuyu'ndaki Çin lokantasının sahibinin oğluymuş. Çocuk ‘‘En büyük Türkiye’’ diye bağırdıkça, millet sarılıp sarılıp öptü. Sevimliydi hakikaten velet.
Meydana gelen gençler süper maytap yaptılar. Okulu kıran oradaydı zaten. Bir baktım, bir grup liseli genç iki Danimarkalı bulmuş adamları havaya atıp tutuyorlar. Yere indiklerinde bayağı bir sarsılmış oldukları belliydi. Bizim genç apaçilerden biri adama sarılıp sarılıp ‘‘Yu red vayt, vi red vayt, orrayt?’’ (Siz kırmızı-beyaz, biz kırmızı-beyaz, çaktın mı köfteyi) dedi. Adam sadece ‘‘Orrayt, orrayt’’ dedi.
Meydan orijinal modelden geçilmiyordu. Bir hurdacı, el arabasına iki tane adamı bindirmiş gezdiriyordu. Adamlar da ellerinde bir bayrak ‘‘En böyük Türkiya’’ diye bağırıyorlar. Ama Türk modeli kutlamada hadise burada kalmaz di mi? Kalmıyor zaten. İki vatandaş da ambiyansa yancı yazılmış, adamları düşürmeye çalışıyor. Yok böyle eğlenen bir millet hakikaten.
Milli Takım için yapılan tezahüratlar, kulüp tezahüratlarının yanında sönük kalıyor, malumunuz. ‘‘Türkiye’’ temalı fazla tezahürat yok. Kulüp sloganlarından yapılan uyarlamalar da çok başarılı olmuyor. Ama enteresan bir iki tane vardı. Mesela bir ekip ‘‘Kosta Rika sen bizim şebeğimizsin’’ diye bağırdı. Bunu bir Kosta Rikalı'ya nasıl açıklayabilirdim diye bayağı düşündüm. Açıklayamayacağıma karar verdim.
Yazının Devamını Oku