8 Haziran 2002
UZAYLI dostumuz E.T., yerküremizdeki misyonunu tamamlamış, cihazı tamir etmiş, memleketine dönmeye hazır. Gezegeni-mizdeki mesaisi sırasında edindiği arkadaşlarıyla vedalaşıyor.
Haliyle duygusal bir an. E.T.'nin kankalarının tamamı ufak ebat, yani başka bir deyişle çoluk çocukla arkadaşlık ediyor.
Eh, boyut itibariyle çocuklarla arkadaşlık etmesi normal.
Hem gidip kahveye otursa kiminle konuşacak, ne konuşacak?
Futboldan çakmaz, memleketin hali hakkında bir fikri yoktur, ne Ebru Şallı'yı tanır, ne Deniz Akkaya'yı...
Hem bir de işin başka boyutu daha var.
Arkadaşlık edeceğimiz kimseleri tiplerine bakarak seçmek gibi bir terbiyezliğimiz yok.
Fakat E.T.'yi yanına alıp dayansan bir barın kapısına, kapıdaki iri elemanlar, haliyle içeri almazlar.
Tipinden değil de, 18'i geçmiş olduğunu anlatamazsın.
*
Durup dururken niye E.T. mevzusuna takıldık, ağır ruh hastası gibi hemen açıklayalım.
Spielberg'in E.T. adlı filmi gösterime gireli 20 sene olmuş.
İnsanın biraz ağırına gidiyor tabii filmin gösterime girmesinden bu yana 20 yıl geçmesi ama ne yapacaksın...
Bu sebepten, filmi tekrar gösterime sokuyorlar.
Hatta gösterime girdi bile...
Seyretmeyen gitsin seyretsin. Ben çok ayılıp bayılarak seyretmemiştim ama güzel filmdi.
Hala seyretmemiş olanlar varsa, onlar da ilgi gösterebilir. ‘‘Neymiş bu uzaylı hikayesini, sinema tarihinde bu kadar önemli yapan?’’ diye merak edenler için iyi bir fırsattır...
*
Fakat benim asıl derdim başka. Şimdi madem bu E.T.'nin orijinali gösterime giriyor, bu filmin Türk versiyonu olan ‘‘Badi’’ de gündeme getirilmeli.
‘‘Öyle bir film mi vardı?’’ diyenler çıkacaktır.
Var arkadaşlar, inanın var...
Senaryosunu yazan kişi de, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız olan Barış Pirhasan'dır hatta.
‘‘Badi’’, bildiğimiz E.T.'nin birebir Türk versiyonudur.
Fakat, bu filmde, E.T., biraz Türkleştirilmiştir.
‘‘Uzaylı yaratığı nasıl Türkleştiriyorlar, saçmalama’’ demeyiniz lütfen.
Tabii ki E.T.'nin alnına ay-yıldız bandana bağlayıp ‘‘Dağ Başını Duman Almış’’ filan okutmuyorlar.
Ama bazı noktalarda, filmde Türklerin örf ve adetleri ön plana çıkıyor.
*
Girişte bahsettiğimiz veda sahnesini ele alalım.
Badi (Yani yerli E.T.), kendisini memleketine, uzak diyarlardaki gezegenine taşıyacak olan cihazı çalıştırmış, motorunu ısıtmaktadır.
Bu esnada, çocuklar da etrafını sarmıştır.
Çocuklar hep bir ağızdan ağlamakta ve ‘‘Bizi bırakma Badi... Badi n'olur gitme’’ gibi cümleler kurmaktadır.
Badi, uzaylıdır fakat, benim diyen dünyalıdan daha hassas bir insandır. Haliyle yüreğine dokunuyor el kadar çocukların salya sümük ağlaması.
Badi, ‘‘Yav, yine gelecem diyorum güzelim... Size krater getirecem, kuyruklu yıldız gösterisi yapacam... Aaaaaa uzattınız ama siz de gülüm bu ağlama işini. Sil bakim göz yaşını’’ gibilerden takılıyor.
Badi bir noktada haklı tabii ki gitme kararında. Alıştığı yemekler başka, dinlediği müzik başka... Farklı kültür değil, hakiki manada farklı dünyalardan bahsediyoruz... Hem Badi her şeyi anlatmıyor. Ne bilelim bir kız meselesi var mı, yok mu kendi planetinde...
Badi'nin ayrılık kararının çok net olduğunu küçük bir göl oluşturacak kadar ağladıktan sonra idrak eden çocuklar, vedalaşma faslına geçiyorlar...
İşte tam bu esnada, Türk insanının en güzel adetlerinden biri sıkıştırılıveriyor araya... Boncuk gözlü bir çocuk, uzanıp E.T.'nin elini tutuyor, şlap diye öpüyor ve alnına götürüyor.
O sahneyi ne zaman seyretsem tüylerim diken diken olur hálá...
İnanmayanlar çıkabilir. Fakat bahsettiğim sahne, filmde aynen yer almaktadır.
Şimdi ben diyorum ki; madem ‘‘E.T.’’ 20'nci yıl münasebetiyle tekrar gösterime giriyor, ‘‘Badi’’ de bir şekilde gösterilsin.
Sinemalarda gösterilmesi mümkün değil, onu biliyoruz.
Fakat bir televizyon kanalı bu işi pekala üstlenebilir.
Bir süre öncesine kadar, bizim kanallardan biri kafayı takmıştı bu filme, paso gösterip duruyordu.
Şimdi adını hatırlayamadığım o kanalın kıymetli yöneticilerini Badi'yi yeniden yayınlamaya davet ediyorum.
Ne zaman yayınlayacaklarını bana bildirsinler, buradan duyurmayı bir borç bilirim...
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2002
<B>MAÇ </B>seyretmekten serseme dönmüş vaziyetteyim ama bundan şikáyetçi olduğumu söyleyemeyeceğim. 31 Mayıs'ta Fitaş'ın üstündeki North Shield'da başladığım Dünya Kupası macerası tüm hızıyla devam ediyor. Kısacası, mutluyum...
Haaaa, mutluyum diyorum ama sinir olmadığım şeyler de yok değil elbet.
Mesela, İngiltere-İsveç maçı oynanıyor. İngiltere golü erkenden buldu. Güzel de bir goldü. Her maçta muhakkak bir takım tutuyorum. Bu maçta da favorim İngiltere'ydi.
Fakat maç ilerledikçe İsveç'e sempati duymaya başladım. Eğer Arjantin veya İspanya gibi yüzde yüz desteklediğim bir takımın maçı değilse, bu çok sık başıma geliyor.
Mesela maçın başında Belçika'yı destekliyorum, ama dakikalar ilerledikçe canım Japonya'nın kazanmasını istiyor. Garip ama gerçek işte...
Her neyse, nerede kalmıştık?
Hah, İngiltere-İsveç maçı. Benim artık İsveç'i tutmaya başladığım dakikalar. Hoooop, İsveç golü atıyor.
Golü atan vatandaş, haliyle tribünlere doğru koşuyor.
Normalde bir futbol maçında ne beklersiniz? Golü atan futbolcu tribüne koşunca, tribündekilerin de çıldırmasını değil mi?
Hayır efendim! İsveçli futbolcu tribününün önüne geldiğinde manzara şöyle oluyor. İsveç taraftarı efekti verilmiş binlerce Koreli, patır patır fotoğraf çekiyor.
Yahu kardeşim, hiç mi futbol maçı seyretmediniz.
Adam golü çakmış, önünüze kadar gelmiş, siz fotoğraf çekiyorsunuz. Kaldır makineni iki dakika, adama biraz gaz ver... Yok, illa çekecek o fotoğrafı. Ayrıca ne yapacaksın o fotoğrafı, aile albümüne mi koyacaksın.
Saçmalık işte... Futbolun ruhunu böyle böyle öldürecekler, ondan korkuyorum.
* * *
Brezilya-Türkiye maçını, kalabalık bir ekip olarak gazetenin spor servisinde seyrettik.
Ben zaten maçların büyük bölümünü spor servisinde seyrediyorum.
Spor servisinde maç seyretmenin en büyük avantajı, rahat rahat yorum yapabilmen. Yorumdan kastımın, okkalı küfür savurabilmek olduğunu herhalde anlamışsınızdır.
Fakat, Türkiye'nin maçı diye, yazı işleri tayfası da geldi.
Buyursunlar gelsinler. Spor servisi, gönlü geniş bir servis, herkese kapısı açık.
Fakat yazı işleri gelince hem rahat küfür edilemiyor, hem de sigara içilemiyor.
Daha doğrusu ben öyle olacak sanıyordum.
Maçın beşinci dakikasından itibaren, hadise koptu...
En son 12 Dev Adam'ın maçlarında böyle bir heyecan görmüştüm. Millet nasıl havaya girdi anlatamam.
Aslında anlatırım. Çünkü o esnada bütün Türkiye, bizim gibi davranıyordu.
Top ortalandığında kafaya çıkanlar, Ronaldo ceza sahasına girerken havaya girip çift dalanlar filan.
Hakikaten görülmeye değer bir manzaraydı.
Hasan Şaş golü çaktığında, aklımda sağlam kalmış nadir tellerin önemli bir bölümünü daha kaybettim.
Cimbombom sayesinde zaten yıllardır tel kaybedip duruyoruz. Yakında lobotomi geçirmiş insanlar gibi gezeceğiz ortalıkta.
Gol sonrasında, timsah yürüyüşü de dahil olmak üzere bütün sevinç gösterilerini sırayla tamamladık.
Bu arada ‘‘Çak!’’ deyip ellerini birbirine vurmak isteyen bir iki arkadaş, heyecandan kaynaklanan zamanlama hataları yüzünden ciddi şekilde tokatlandı ama olsun...
* * *
İkinci yarı Brezilya, yanına hakemi de alıp sahaya çıkınca, sinirlerimiz tel tel dökülmeye başladı tabii ki.
Dayısı, amcası, hatta dedesi Kore Gazisi olmuş bir iki arkadaş, hakeme tepkilerini, ‘‘Türkiye aslında Kore'ye asla asker göndermemeliydi’’ noktasına kadar getirdi bu arada.
Neticede, hakkımız olan 1 puan göz göre göre gitti.
Ben yorumlarımı burada yazmasam daha iyi olur. Gazeteyi çoluk çocuk da okuyor, yanlış yapmış oluruz.
* * *
Şimdi aklımız fikrimiz pazar günü oynayacağımız Kosta Rika maçında.
Ben, eskilerden seçtiğim bir tezahürat eşliğinde bekliyorum maçı:
‘‘Dertleriiiimiii zincir yaptıııım, birbirineee ekliyoruuuum/Kosta sanaaa k..... (orijinalini yazamayacağım) içiiin saat 12'yi bekliyoruuuuuum...’’
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2002
EVEEEEET, nerede kalmıştık?..<br><br>Hah, hatırladım. Latif'le İstanbul'da yorulup, Gümüşlük'te dinlenmeye karar vermiştik. Latif'in yaptığı plana göre sabah 7'de yola koyulacaktık. Ben bisiklete bile binmeyi bilmediğimden, otomobili Latif kullanacaktı.
Feribotta karışık sandviç ve çay, Susurluk'ta tost ve çay, Selçuk'ta çöp şiş ve bira veeeee gelsin Gümüşlük.
Sabah 7'de yola çıkmak dışında uygulanabilir gördüğüm bu planı, Latif'in sabah 6,5'ta aramasıyla ‘‘tam olarak’’ uyguladık.
Umulmadık tek gelişme, İhsan'ın da yancı olarak ekibe katılmasıydı.
Ben bu seyahat sırasında dj'lik görevini üstlendim. Feribottan inip, gelinciklerin arasından Gümüşlük yolunu tuttuğumuzda, Erkin Baba şöyle söylüyordu: ‘‘Bir bakarım dünya çökmüş toz olmuş/ Bir bakarım yüzler gülmüş yaz olmuş...’’
*
Söke'de, normal programın dışına benim enayiliğim yüzünden çıkmak zorunda kaldık.
Çünkü yanıma mayo almayı unuttuğumu fark ettim. Latif ‘‘Bu güzel ba’’ diyerek bana siyah-beyaz bir şort aldırdı. Bir Beşiktaşlı'nın oynuna geldiğimi sonra fark ettim ama iş işten geçmişti bile.
Gümüşlük yoluna saptığımızda İstanbul'dan yola çıkalı 12 saat filan olmuştu.
Direkt olarak dayandık Gümüşlük Akademi'sinin kapısına...
Gümüşlük güzel, akademi daha da güzel.
Ağaçların arasına saklanmış küçük küçük evler.
Biri edebiyat evi, biri resim evi... Öyle gidiyor.
Latife Tekin ve akademi sakinleri, büyük şehir stresiyle iyice gerilmiş olarak akademiye giren üç adamı yekten mangal ambiansına alarak yumuşak geçiş yapmamızı sağladılar bu cennete.
Akademi, sponsorlar sayesinde ayakta kalmaya çalışıyor.
Hala eksikleri var.
Hem de çok eksikleri... Ama o kadar eksiğe rağmen inanılmaz güzel şeyler tasarlıyorlar ve de bu tasarıları hayata geçiriyorlar.
*
Herkesin bir işi var. Biri yemek yapıyor, biri bilgisayarlardan sorumlu, biri kütüphaneyi hazırlıyor, biri marangozhanede gerekli masayı sandalyeyi, dolabı yapıyor...
Benim de bu ambiansa girip de, Sertab Erener modeli sahilde ense yapmam yakışık almazdı.
Direkt olarak Latife'nin karşısına dikilip selamı çaktım, kısa künyeyi okudum ve ‘‘Emret komtanım’’ dedim.
‘‘El işlerinden anlar mısın?’’ diye sordu.
‘‘Valla en son ortaokulda öğretmen makrame mi, öyle bir şey yapmamızı istemişti. Benim yaptığım tanımlanamaz şey, sanırım halen New York'taki Guggenheim Müzesi'nin absürd eserler bölümünde sergileniyor’’ diye cevap verdim.
‘‘Zımpara yapamayacağın anlamına gelmez bu’’ dedi ve marangozhaneye, çırak olarak atadı.
Üç gün boyunca 5 masanın zımparasını yaptım. Latif de marangozluktan bayağı iyi çakıyor.
O da benim zımparaladığım masaları vernikledi.
Bu arada millet arıyor cep cihazından ‘‘Nabiyon?’’ diye.
‘‘Ben zımparalıyorum, Latif de vernikliyor’’ diyorum ‘‘Hehe tabii, tabiii’’ diyerek kapatıyorlar telefonu.
Hani bir de bizim bir jargon hadisemiz var ya. Bir iki arkadaş, zamparalık yaptığımızı ve bunu da ‘‘Ben zımparalıyorum, Latif vernikliyor’’ şeklinde ifade ettiğimizi sanmışlar.
Fesatlık işte, ne diyeceksin.
*
Üç günün sonunda tenimizi biraz Ege suyuna bandırmış, biraz ahşapla uğraşmış, hafiften de yüzümüz kızarmış vaziyetteydik.
‘‘Verilen görev başarıyla tamamlanmıştır komtanım!’’ diye Latife'nin karşısına dikildiğimde, ‘‘Sen öyle san’’ cevabını aldım.
Latife bana bir liste uzattı. Yalan söylemeyeyim, o listeyi hazırlamasını ben istemiştim zaten.
Liste şöyle: ‘‘Amfitiyatro için ses ve ışık düzeni- Fotokopi makinası- Telli ciltleme makinası- DVD- Projeksiyon makinası- Dijital video- Jeneratör- UPS- Yangın söndürücü- 2 göz ankastre gazlı ocak- Mikrodalga fırın- Bahçe traktörü- Minibüs- Station vagon otomobil ve Bodrum Yarımadası ile ilgili her türlü belge..’’
Gümüşlük Akadesimi'nin telefonu: 0252-394 31 78.
Ayrıca www.gumuslukakademisi.org şeklinde bir web sayfaları mevcut.
Yukarıda sayılan ihtiyaç maddelerinden herhangi birini (zenginseniz hepsini de alabilirsiniz tamam mı canlarım?) Gümüşlük Akademisi'ne hibe edebilecekseniz, hiç durmayın.
Oldu olacak banka hesap numarasını da vereyim: Garanti Bankası Bodrum Şubesi 309-6201564.
Gümüşlük Akademisi, Türkiye'de yaşaması gereken bir yer. İmkanı olup da yardım etmeyeni tanımam, ona göre...
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2002
DEĞERLİ okurlar, kıymetli misafirler... Sizden ayrı kaldığım bir haftalık süreyi hakikaten çok ağır şartlarda geçirdim. Önce Gümüşlük, sonra da Galatasaray ve Fenerbahçe'nin minik takımlarıyla birlikte ver elini Paris... Hayat ne kadar zor değil mi?..
Şimdi diyeceksiniz ki, ‘‘Kardeşim haydi Galatasaray taraftarı bir yazarsın. Takımını takip de ediyorsun. Fakat minik takım seviyesinde de takım takip edilir mi?..’’
Ben de ‘‘Edilir’’ diyeceğim kısaca.
Hikayeyi başa alalım ve öyle anlatalım.
Bundan iki yıl önce Hıncal Uluç dışında kimsenin pek ilgi göstermediği muhteşem bir başarı öyküsü yazılmıştı Paris'te.
Danone Kupası'nın Türkiyedeki şampiyonu olan Galatasaray minik takımı, Fransa'daki Danone Uluslar Kupası'na katılmış, orada da finalde Fransa'ya penaltılarla elenerek dünya ikincisi olmuştu.
10-12 yaş arasındaki bu harika çocuklara, demin de söylediğim gibi sadece Hıncal Uluç sahip çıkmıştı.
Galatasaray minik takımı, geçen yıl da Türkiye şampiyonu olarak bu kupaya gitmeye hak kazandı.
Fakat 13 Eylül'de başlayacak finaller, 11 Eylül faciası nedeniyle ertelendi.
Minik aslanlar, bu yıl da Fenerbahçe'yi finalde 4-1 yenerek üst üste üçüncü kez Petit Danone Kupası'nı kaldırdı ve yine Fransa'ya gitmeye hak kazandı.
Danone Uluslar Kupası bu yıl, hem 2001'in, hem de 2002'nin şampiyonunu belirlemek üzere organize edildi.
Galatasaray ikisinde de oynayamayacağı için 2002 finallerine Fenerbahçe davet edildi.
Her neyse, bu fakir de Cimbom aşkıyla minik takımın peşinde düştü yollara.
* * *
Finaller, PSG'nin meşhur stadı Parc Des Princes'te idi.
Miniklerin maçlarında sahayı ikiye bölüyorlar. Sağ tarafta bir maç, sol tarafta başka maç oynanıyor.
Şimdi diyeceksiniz ki, 10 yaşındaki veletlerin futbolundan ne olur.
Öyle güzel oluyor ki aklınız durur. Bir kere çok sevimliler. Bir de hakikaten güzel oynuyorlar.
Bir de serde Galatasaraylılık var. Minik takımın futbol maçını bir kenara bırakın, badminton maçı bile oynasa Galatasaray'ın kazanmasını istiyor, bayağı da bir heyecan yapıyorsunuz.
Orada da iki dakikada bir Galatasaraylı eleman bulup, tezahürat yaptık hatta.
Galatasaray ilk maçında İtalya ile 1-1 berabere kaldı.
İkinci maçında ABD'yi 5-0 yendi. Hemen belirteyim, bu turnuvanın da en farklı skoru oldu.
Daha sonra çeyrek finale yükselmek için Hollanda ile karşılaştı.
Hollanda'yı bayağı bir eskitti bizim minikler ama 20 dakikalık maç süresi boyunca, boyu posu neredeyse benim kadar olan kaleciyi geçemediler.
* * *
İş penaltılara kaldı. Ve maalesef penaltılarda elendiler ve 9'unculukla 17'incilik arasında bir pozisyon için turnuvaya devam etmek zorunda kaldılar.
Bu aşamada İtalya'yı 1-0, Brezilya'yı 2-0 ve 9'unculuk maçında da Belçika'yı 2-0 yendiler.
Yani Hollanda'ya penaltılarda elenmeseler, kesin şampiyon olacaklardı. Ben kahroldum tabii ama baktım çocuklar daha fazla kahroluyor, onların kahrolmasına kahroldum bu kez de.
Şimdi adını vereceğim çocukları aklınızın bir kenarına yazın: Volkan Akkuş, Murat Akça, Harun Temur, Fatih Topaloğlu, İrfan Başeren, Eray Fırat, Efecan Karaca, Emre Köroğlu, Erhan Şentürk, Gökhan Öztürk, Alican Gönek, Aytaş Akdağ, Çağrı Ortakaya, Fatih Şerifoğlu, Erdem Erekli, Dağukan Yaban, Serhat Rehber.
Galatasaray'ın Alt Yapı Antrenörü Zafer koç ve İdari Menajer Fatih İbradı, inanılmaz iyi oynayan bir takım hazırlamış.
Bu takımdan en az 4-5 çocuğun ileride Galatasaray forması giyeceğine eminim.
Zaten turnuva sonrasında düzenlenen partide de bütün ülkelerin hocaları Zafer Koç'u tebrik etti. Biz de haliyle gururlandık.
Fenerbahçeli minikler de bence başarılıydı ama tecrübesizliklerinin kurbanı oldular ve 21'inci sırada bitirdiler turnuvayı.
Adını bilmiyorum ama minnacık bir 11 numara var Fener'de, sol açık oynuyor.
Rıdvan Dilmen'in laboratuvarda minikleştirilmiş hali.
* * *
Paris'i anladık da Gümüşlük neydi diyeceksiniz. Esas bomba yarın geliyor zaten.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2002
AĞIR bir gün yaşanıyor. Topesto, yeni aldığı bir bilgisayar oyununa kafayı takmış. Psikopat psikopat hareketler yapıyor. ‘‘Geçemedin mi o level'ı sen hala güzelim’’ dedim.
Cevap olarak sadece ‘‘Nırgh’’ gibi bir ses çıkarınca, daha fazla üstüne gitmedim.
Hani bazı günler herkesten sıkılırsınız ya, tam öyle bir gün.
Evde tek başıma sıkılacağıma Topesto'ya gittim. ‘‘Beraber sıkılmaya geldim’’ dedim. ‘‘İyi sen şu köşede sıkıl, benim bu oyunla meselem var’’ dedi.
Tabii ki gösterdiği köşeye gitmedim. Hazır o bilgisayar başındayken, gidip kanepeye yayıldım.
‘‘Okuyacak enteresan bir şey var mı?’’ diye sordum, cevap alamadım.
Bunun üzerine kalktım ve kütüphanenin yanına gittim.
Hep bildiğim kitaplar.
Bir ara Ferhan Şensoy'un ‘‘Gündeste’’sine uzandım. Yaklaşık olarak, 13 yılda 130 kere filan okumuşumdur.
Baştan sona birkaç kez okudum da, bir de karıştırmayı severim bu kitabı.
Tam o sırada Mark Leyner'in ‘‘The Tetherballs of Bouganville’’ adlı kitabını gördüm. (Nereden bulabilirim diye soracak okurlara hemen cevap vereyim. İnternette, amazon.com gibi yerlerden bulup alabilirsiniz. Bir de Türkçeye çevrilmediğini söyleyeyim, bu problemi de halletmiş olalım...)
Kitap bende de var ama daha başlamadım. Serdar Turgut, ABD'ye giderken bana birkaç kitap bırakmıştı, ‘‘Oku bunları tamam mı? Okumazsan Amerika dönüşü seni öldürürüm’’ demişti.
Ben bıraktığı kitaplardan başka bir tanesini seçip okudum. Sonra bir başkasını, sonra bir başkasını. Ama sıra buna gelmemişti.
Topesto'nun kütüphanesinden bu kitabın çıkmasını kıskandığımı fark ettim. Serdar bu kitabı biliyor ve bir de bizim Topesto biliyor... Peki ben niye bilmiyordum?
‘‘Usta sen nereden buldun bu kitabı?’’ diye sordum.
‘‘Hannngggghhsııı’’ dedi, ama benim bulunduğum tarafa bakmıyor bile.
Götürüp kitabı burnuna dayadım.
‘‘Bu kitabı, Mark Leyner'in kitabını nereden buldun?’’
‘‘Haaa onu mu? Geçen yıl Londra'ya gittiğimde almıştım. Süper bir herif. Tam ruh hastası’’ dedi. Aslında ‘‘Domatesleri ince ince doğra, üstüne de pekmez döküp ye, çok güzel oluyor’’ demiş de olabilir. Ama çıkardığı tuhaf şeylerden, ilk cümledeki gibi bir mana çıkardım.
*
‘‘Okudun yani?’’ dedim.
Baktım ‘‘Oku, oku Topesto oku. At topu at. Bak ne güzel şişe’’ gibi saçmalıyor, turşuyu rahat bırakıp kanepeye döndüm.
Kitabı karıştırmaya başladım. Konusu özetle şöyle: ‘‘13 yaşında bir çocuk asıl kahramanımız. Babası idam edilmek üzere ve çocuğun bir gün içinde büyük ödüllü bir yarışma için senaryo yazması gerekiyor.’’
Şimdi bu cümleye baktığınızda komik hiçbir şey göremiyorsunuz değil mi?
Ama hayatımda okuduğum en komik kitaplardan biriydi. Ben kitabı okurken kahkahalar filan atmaya başladım.
Bu sefer Topesto kıllandı. ‘‘Ne gülüyorsun kendi kendine’’ dedi.
Ben de ‘‘Kitaba gülüyorum, adam hakikaten çok komik’’ dedim.
‘‘Öyledir. O herifin Esquire'de köşesi vardı 'Vahşi Krallık' diye. Hala yazıyor mu bilmiyorum ama. Bir de 'Esther Williams'ı Kokladım' diye kitabı vardı. O da olmalı bir yerlerde. Bir de 'My Cousin, My Gastroenterologist' var o da güzel kitap.’’ diye cevap verince yarıldım tabii ki.
Benim tanımadığım birini Topesto'nun bu kadar yakın tanımasına kudurdum. Ama beni asıl kudurtan hadise ‘‘gastroenterologist’’i, ‘‘peynir, su, zeytin’’ der gibi kolayca telaffuz edebilmesi oldu.
‘‘Usta seni hakikaten takdir ediyor ve huzurunuzdan çekiliyorum’’ dedim.
‘‘Nereye gidiyorsun’’ dedi.
‘‘Bodrum'a’’ dedim ve herifin bütün Mark Leyner kitaplarını alıp çıkıp, gittim.
AKADEMİK KARİYER
Şaka yaptığımı sanmış olabilirsiniz ama hakikaten Bodrum'a gidiyorum. Daha doğrusu Latif'le gidiyoruz. Bodrum Gümüşlük'teki Akademi'ye gidiyoruz. Orada ne mi yapacağız, buluruz yapacak bir şeyler. Hiç bir şey bulamazsak, Latife Tekin'in talimatlarını yerine getiririz.
Latif'le oturduk ve detaylı bir yol planı yaptık. Plan şöyle. Cumartesi sabahı (Bence kesinlikle öğleni bulacak çıkmamız ama Latif kendine çok güveniyor. Perşembe akşamı kampa girdi) yola çıkıyoruz.
İlk hedefimiz Topçular-Eski Hisar feribotu. O feribotta yapılan kaşarlı-sucuklu tostlardan yiyoruz, çay içiyoruz ve karşı tarafa ulaştığımızda vınn, tekra yola koyuluyoruz.
Ben Susurluk'ta da bir tost-ayran zirvesi yapmamız gerektiğini söylüyorum ama Latif ‘‘Hep tost mu yiyeceğiz? Balıkesir çıkışında mı, girişinde mi bir yerde çöp şiş yeriz’’ diyor.
Planın tamamını yazmak uzun sürer.
Sonra yola devam ediyoruz, devam ediyoruz, devam ediyoruz...
Ve Gümüşlük'e varıyoruz.
Bu arada ne yapmıyoruz, bir hafta yazı yazmıyoruz. Eksikliğimi hissederseniz, arşivden bir çalışma çekip okuyabilirsiniz.
Ferhan Şensoy'un dediğini bozarak söyleyelim: ‘‘Savul ulan güzel Gümüşlük, yorulduk da geliyoruz...’’
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2002
ŞİMDİ okuyacağınız (veya okumayacağınız, rahatınıza bakın) yazıyı kaleme almak ne kadar akıllı bir hareket, şu anda kestiremiyorum. Ama elimde değil işte, yazacağım.
Sevgili okurlar, aziz Romalılar; iki gün önce bir kitap geldi.
Kitabın kendisi kalkıp gelmedi elbet. Yazarı getirdi, sağolsun.
Kitabın adı: ‘‘Profesyonel Yaşamda Kişisel İmaj.’’
Yazarı da Özlem Çakır.
Normalde bu tarz kitaplarla pek işim olmuyor açık konuşmak gerekirse. Fakat, neymiş bu hadise diye şöyle bir karıştırmaya başladım. Ve, hala inanamıyorum ama baştan sona okudum.
Bu başarılı kitabı bitirdiğimde nefes nefeseydim ve kalbim acayip hızlı bir şekilde atıyordu.
‘‘Niye?’’ diye soracaksınız. Hemen cevaplayayım. Kitapta çizilen ideal çalışanla benim uzaktan yakından hiçbir alakam yoktu. Yani benim hala Hürriyet'te çalışıyor olmam büyük bir mucizeydi.
Niye mi hemen örneklerle açıklayayım:
Mesela, ‘‘Konuşmanızın dinlenmesi için neler yapabilirsiniz?’’ bölümüne bakalım...
Liste çok uzun ama benim takıldığım yer 15'inci madde oldu.
Madde aynen şöyle: ‘‘Yakın ilişkide olduğunuz kişiler ya da iş arkadaşlarınızla aranızda oluşturduğunuz jargonları başkaları ile iletişimde kullanmayın...’’
Şimdi, benim birkaç yakın arkadaşımla konuşmamı, normal bir insanın anlamasına neredeyse imkan yok. Dekoder gerekiyor konuşmayı çözebilmek için.
Mümkün mertebe bu tabirleri (Ayıp tabirler filan değil yanlış anlaşılmasın. Sadece konuşmayı uzatmamak için 10 cümlelik bir açıklama yerine tek bir kelime kullanmak yeterli olabiliyor, onu söylüyorum) diğer insanlarla konuşurken kullanmıyorum.
Ama arada ağzımdan çıkıyor.
Örnek vereyim, daha iyi anlaşılır.
Birkaç ay önce, Galatasaray'ın bir yemeğine gideceğim.
Tam gazeteden çıkıyordum, bir arkadaşıma rastladım. Kızcağız, ‘‘Nereye Kanat?’’ dedi.
Ben de ‘‘Cimbom vazife bekliyor’’ dedim.
O da, ‘‘Aaaaaa, oraya gidiyorsan, bilmem kime de selam söyle’’ dedi.
‘‘Bilmem kim’’ benimle aynı lisanı kullanan yakın bir arkadaşım.
Refleks olarak ‘‘O alçılı’’ dedim.
Kız da ‘‘Hiiiiiii! N'oldu, bir yerini mi kırdı’’ dedi.
* * *
Verdiği tepki çok normal tabii ki. Ama oradaki ‘‘alçılı’’, bildiğimiz alçı manasında kullanılmıyor.
Yani ‘‘Bilmem kim bey’’in başına bir şey gelmiş değil. Sadece, o akşam işi var, ‘‘bağlantılı sefer’’ yapıyor ve Cimbom gecesine katılamayabilir. Olay bundan ibaret.
Bunu böyle uzun uzun anlatacağıma, kısaca ‘‘alçılı’’ dedim oldu bitti. Hayır tabii ki bitmedi.
Bu sefer ‘‘Bilmem kim’’in sıhhatinin gayet yerinde olduğunu, ‘‘alçılı’’nın şu anlama geldiğini filan anlatmak zorunda kaldım.
* * *
Sadece bu yüzden adamı kapı dışarı etmezler herhalde. Ama iş bu kadarla kalmıyor.
‘‘İşyeri genel kuralları’’ bölümüne şöyle bir göz attım, rengim soldu.
Birinci sırada, ‘‘İşe uygun kıyafetle gelmek’’ diyor.
Ben ki, toplantıya bile üzerinde nal kadar Stalin resmi basılı tişörtle girmiş adamım.
Bir keresinde de Galatasaray formasıyla girmiştim. Ama o kaçınılmaz bir durumdu. Akşam Milan'la oynayacaktık, ben de gazeteye renk yapıp gelmiştim. Yoksa toplantıyı sabote etme gibi bir niyetim yoktu.
Sonra diyor ki aynı listede ‘‘Ofis içi yazışmalarda özenli bir dil kullanın ve imla kurallarına dikkat edin..’’
Ben size, bugün öğlen yemeğe gitmek için Sanlı'ya yazdığım mesajı aktarayım, kararı siz verin:
‘‘Bittiiiiiiim. Karnım gurulduyo. Nabiyoz yemek işini uzta? Yemek kötüyse, kebap patlatalım mı hea?’’
Gördüğünüz gibi son derece yalın ve kibar bir üslup kullanmışım.
Bir de ‘‘İşe gidememe durumlarında mutlaka iş yerine bilgi vermek’’ var.
Bunu az önce yaptım.
Cumartesi günü Latif'le Bodrum'a gitmeyi planlıyoruz. Yani önümüzdeki hafta yazı görmezseniz beni hakikaten kovdular diye düşünmeyin.
Ben de, bu durumu Ertuğrul Özkök'e haber vereyim, izin isteyeyim dedim.
Aradım, en efendi insan tonuyla, ‘‘Ağbi durumumuz budur. Gidersem halk ayaklanır mı?’’ dedim.
O da ‘‘Git tabii, git’’ dedi.
Şimdi burada bıraksan çok iyi değil mi?
Fakat rahat edemedim ve ‘‘Ben cumartesi yoktum küçük bir rahatsızlık geçirmişsiniz, geçmiş olsun’’ dedim.
Bu konuya delirdiğini de biliyorum üstüne üstlük. ''Yok yahu, birşeyim yok benim. Abartı bunlar, hepsi yalan'' diye celallendi.
Durumu kurtarmak için espri yapayım dedim ve ‘‘Ben de önüm açılıyor diye düşünmüştüm heh heh’’ dedim.
Sadece ‘‘Ona daha çok var. Çekilebilirsin Kanat’’ dedi.
Umarım espri olduğunu anlamıştır. Anladın di mi abi?
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2002
<B>CUMARTESİ</B> günü için <B>‘‘Kemal Derviş bir konuşma yapsa, üstüne bir de Mehmet Ali Bayar konuşsa da dinlesem’’</B> türünde bir planım yoktu aslında. Fakat günüm çoktan planlanmış benim haberim yok. Cumartesi sabahı yazı işleri müdürüm, mümtaz şahsiyet Erol Türegün aradı ve ‘‘Kanatçım, şimdi Kayışdağı'na gidiyorsun...’’ diye başlayan ve açıkçası algılamakta güçlük çektiğim bir konuşma yaptı.
Ben ‘‘Erol abi yanlış aradın, ben Kanat. Hani hep saçmalayan çocuk, hatırladın mı güzel abim. Sen Ercan Kumcu'yu filan arayacaktın, yanlış olmuş. Kayışdağı neresi abi?’’ türü cümleler kurdum ama fayda etmedi.
* * *
Emir büyük yerden gelince, anında vazifeperver oluyorsunuz tabii. Netice itibariyle kalkıldı ve Kayışdağı'na gidildi.
Salona girdiğimde Kemal Derviş konuşuyordu. Derviş, mümkün mertebe sivil giyinmeye çalışmış. Fakat yine de, kravatla ceketi makam otosunda bırakmış gibi duruyordu.
Konuşmasının sonunda olayı organize eden Arı Grubu, Derviş'e üzerinde organizasyonlarının web sayfası olan ‘‘www.gencnet.org’’ yazılı bir sweat-shirt hediye etti. Çok da yakıştı.
Kemal Derviş bence hiç de fena bir hatip değil. Kürsüdeki duruşu filan, komple karizma. Türkiye'nin dört bir yanından gelen 1000 genç insanın karşısında konuşmak ve bol bol alkış almak da kolay iş değil zaten.
* * *
Derviş açılış konuşmasını yaptığı için 1000 kişi tarafından izlendi. Fakat öğleden sonra ‘‘Toplum’’ konulu bir konuşma yapan Mehmet Ali Bayar, Derviş'in neredeyse dörtte biri kadar izleyici buldu.
Bunun sebebi, Bayar'a daha az insanın ilgi duyması değildi. Derviş açılışta konuştuğu için, o saatte başka bir etkinlik yoktu.
Ama Bayar konuştuğu sırada, Ege Cansen, İbrahim Betil ve Cem Duna'nın da konuşmaları vardı. Yani Derviş rakipsiz, Bayar'ın rakipleri vardı.
Derviş ayakta ve tek başına konuştu, Bayar ise bir masada, yanında moderatör ve Bülent Taşar ile birlikte...
Derviş konuşması sırasında Fukuyama'dan bahsetti, Bayar ise Orhan Pamuk'un kitabının açılış cümlesine atıfta bulunarak ‘‘Bir anket gördüm, hayatım değişti’’ diyerek söze başladı.
Bayar, bir ara 8 yaşındaki kızının İnternet konusunda kendisini ciddiye bile almadığını söyledi. Daha sonra da ‘‘Web sayfamın adresini vereyim, bana yazın’’ deyip, devam etti: ‘‘mehmetalibayar1@yahoo.com.’’ Konuşmasının finalinde web sayfası adresi yerine elektronik posta adresi verdiğini fark etti ve düzeltti. Ama arka sıramda oturan çocuk espriyi patlattı: ‘‘Kızı ciddiye almamakta haklıymış...’’
* * *
Arı Grubu çok başarılı bir organizasyon yapmış. Arı'nın en büyük destekçilerinden biri de, bildiğim kadarıyla ABD'deki Cumhuriyetçilerin IRI'si, yani International Republican Institute.
İki popüler politikacının da Amerika'dan gelmiş olması da pek tesadüf değil herhalde diye düşünüyor insan.
Günün sonunda herkesin kafasındaki soruyu, gençlere sorduk: ‘‘Derviş mi daha iyiydi, Bayar mı?’’
Gençlerin büyük bölümü Derviş'i daha çok beğendiklerini ama bunun Bayar'ı beğenmedikleri anlamına gelmeyeceğini söyledi.
Benim favorim ise, bugün konuşacak olan Fatih Terim. Ne de olsa Cimbom'luyuz, di mi?
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2002
Riko ve ben ve Topesto; yani bir yerde ideal kadro, geçen yazlardan bir yaz, güzeller güzeli Kaş'a gitmeye niyetlenmişiz. Kaş beklemiyor tabii ki bizi.
Kaldı ki; biz Kaş'ın umurunda değiliz herşeyden evvel.
Kendimize göre bir sürpriz yapacağız bu güzide tatil yöremize.
Senelerden sene beğenin gibi saçma bir muhabbete de girmeyeceğim elbet.
*
Daha spesifik olacağım: Sene 1987 filan...
Açık konuşmak gerekirse, daha önce tatil hazırlığı yaşamışlığımız yok.
O güne kadar bütün tatillerimiz, aile organizasyonunda gerçekleşmiş.
Biliyoruz plaj havlusu nedir, kek durumuna düşmeden nasıl balıklama atlanır, güneş yağı vücuda sürülürken burun mu önce gelir, omuz mu?..
Fakat bu alemde pratik sahibi değiliz...
'N'apacaz peki usta?' diye sordu Riko biraderimiz...
Topesto yanıtladı: 'N'apacaz, yekten Tahtakale'ye yazılacağız. Hakikat orada birader. Değeri, yılllar sonra anlaşılacak... Tatil imkanı için altyapı da orada, bebeler için bayramlıklar da orada...'
Derken susturduk tabii.
O yıllarda bile böyle sosyal bir açılıma hazır değildik...
*
İlk hedefi böylece belirlemiş olduk: Tahtakale...
Riko biraderimiz kendisine suya girerken problem yaratmayacak bir cihaz arayacak.
Bir adet sandal veya şambrel kullanmasını önerdim.
Bana terbiyesiz bir insan olduğumu söyledi. Oysa samimiydim...
Riko, bir müddet 1987 yaz mevsiminin erkek mayo modelleri üzerine konuştu çok anlıyormuş gibi.
O dönemde mayolar 1970'lerden sonra en çirkin dönemini yaşıyor, bunu da hatırlatmak isterim arkadaşlar...
'Ne halin varsa gör güzelim...' diyerek saldık bunu Tahtakale civarlarında.
*
Belki inanmayacaksınuz fakat, Riko mayo seferinden kuş yemi alarak döndü.
Daha inanılmaz olanı, hayatı boyunca kuş beslememiş olmasıydı tabii ki!
'Birader yem yüklenmişin eyvallah. Fakat kuş aldın mı peki?' diye sordu Topesto...
Riko savunma yapmak yerine, yekten kafadan yüklenmeyi uygun gördü: 'Sen bana laf yetiştireceğine, o pantolonu açıkla...'
*
O dakika Topesto'nun poşete odaklandık ve dakika sektirmeden Riko biraderimizi takdir ettik...
'Niye takdir ettin?' diyeceksiniz... Heken öksürelim: Topesto, Türkiye'nin en sıcak Temmuz aylarından birini yaşayan güzel memleketimizde, tatile çıkarken hem fitilli kadife pantolon, hem de (utanmadan!) sandalet almıştı.
Biz 'Nedir usta bunlar?' makamından yüklendikten ve Topesto hafif bir kemküm yaptıktan sonra, 'Sandalet benim hemşireye, pantolonu da bermuda yapacaktım' filan dedi ama neticede Riko golü tavana asmış oldu...
Bu arada alemin en akıllı adamı ben değilim elbet.
*
O yaşlarımızı (çok afedersiniz) kadınların bacaklarına odaklanmış vaziyette geçiriyoruz bir kere...
Elemanlar fitilli kadife pantolon ve kuş yemi peşindeyken, ben de dünya barışı için ter dökmüyordum.
Bu fakir, arkadaşlarına keh-keh gülerken, arkadaşları da sordular: 'Sen ne aldın peki şaşkın çekirge?..'
Tabii ki 'Çin modeli çay süzgeçi' aldığımı söyledikten sonra, benim turşu arkadaşlarımın yaptığı yorumları burada sizinle paylaşmayacağım...
*
Her ne ise... Otobüs firmasından biletlerimizi aldık ve kişisel tarihimizin ilk 'bağlantısız' seferi için Topkapı'da buluştuk...
Şoför aracı çalıştırdı.
Biz walkman ve kitaplarımızı kontrol ettik, yola koyulduk...
Dragos hizasına filan anca varmıştık ki; şoför sağa çekti aleti.
'Pııısssssssssssss!' diye kapıyı açarken muavine şöyle dedi: 'Bah; burdan naaaaaa boooole aşaaaaa inecen'
Çok merak ediyorsanız söyleyeyim, vardık o muavinle Kaş'a...
Topesto, Türkiye'nin en sıcak Temmuz aylarından birini yaşayan güzel memleketimizde, tatile çıkarken hem fitilli kadife pantolon, hem de (utanmadan!) sandalet almıştı.
Yazının Devamını Oku