10 Mayıs 2002
DİYELİM, canınız sıkılıyor. Normaldir bu devirde ve bu memlekette can sıkıntısı. Milyon tane neden sayabilirsiniz. Allah korusun, sizin veya bir yakınınızın sağlık problemi olabilir, maddi sıkıntı içindesinizdir, musluğunuz sürekli damlatıyordur ve tesisatçıyla koordinasyon sağlayıyorsunuzdur (mesela ben), takımınız şampiyon olamamıştır (Heh he! Benimki oldu), kepek probleminiz vardır... Vardır da vardır yani.
Sıkıntıdan bol ne var hayatta, öyle değil mi?
Ama ben size bugün süper bir hareket yapacağım ve makus talihinizden geçici bir süre için bile olsa kurtulmanızı sağlayacağım.
Bunu ben yapmayaçcağım aslında, bir kitap yapacak.
Kitabın yazarı da sizlersiniz, iyi mi?
* * *
Haliyle ‘‘Ben kitap filan yazmadım’’ diyeceksiniz. Ama yazdınız, sadece haberiniz yok.
Filmi başa saralım ki; dediğimiz daha iyi anlaşılsın.
Ersan Özer, orijinal bir insan. Laf olsun diye değil, hakikaten orijinaldir. Bir süre aynı binada çalışma imkanımız da oldu.
Ersan sonra bizde pek rastlanmayan bir cesaretle, tuhaf fikirlerini gerçeğe dönüştürme kararı aldı.
Çok basit bir iş yaptı Ersan aslında. Bir internet sitesi açtı ve Türkiye'ye ‘‘Dök içini kardeşim buraya’’ dedi.
Çok basit gözüküyor değil mi? ‘‘Evet çok basit’’ diyenlere sorarım o zaman ‘‘Madem o kadar basitti, sen niye akıl etmedin güzelim?’’ diye.
Ersan, günde 60 bin kişinin ziyaret ettiği www.itiraf.com'un mucidi.
Bugüne kadar 400 bin kişi, bu siteyi ziyaret ederek itirafta bulundu.
Kimi, pişmanlığını anlattı, kimi yıllardır içinde tuttuğu bir haksızlığı... Kimi güldüren, kimi ağlatan itiraflardı.
Site, bu 400 bin itiraftan 30 bin tanesini yayınladı.
* * *
İtiraf.com, üç yıl gibi kısa bir süre içinde inanlmaz popüler oldu. Tişörtleri filan satılıyor. Hatta bende de var, Ersan göndermiş. Grisi çok güzel.
Şimdi Ersan, yapması gereken bir hareket daha yaptı ve itiraf.com'dan seçtiği 'hikayeleri' bir kitapta topladı.
Hikaye diyorum ama bunların hepsi gerçek. Zaten kitap da ‘‘Okuyacağınız en sahici kitap’’ cümlesiyle başlıyor.
Bu kitabı okurken, başkalarının (aslında sizin) yaşadıkları üzerinden rahatlayacak, sıkılacak, fakat hiç kuşkusuz çok eğleneceksiniz.
Ersan, şimdi sitesini ‘‘confideinme.com’’ adı altında ABD'ye taşımaya hazırlanıyor.
Bomba etkisi yaratacağından eminim. Ersan'ın Kilise'ye rakip olması (günah çıkarma hadisesinden dolayı) ise, başlı başına incelenmesi gereken bir konu tabii ki.
* * *
Yazının bundan sonrasını siz yazıyorsunuz. Özellikle ‘‘musluk tıpası’’nda koptum...
İyi eğlenceler!
‘‘Çok çelimsiz olduğum için annem sekiz yaşıma kadar pekmezle suyu karıştırıp, kola diye bana yutturmuş. En sonunda 'Kola içmek istemiyorum' diye isyan etmişim. Hala da kola içememin sebebi işte budur. Bir de yeşil çorbası vardı. Mutfakta ne varsa atardı içine. Bi keresinde içinden musluk tıpası çıkmıştı. O düşmüş tabii... (lolalola; kadın; yaş: 23; İstanbul)’’
‘‘Çocukken babaannem eğer bir gün ölürse, sevdiğim dizilerin olmadığı bir gün ölsün istiyordum. Kendimden utanıyorum. (josephin; kadın; yaş: 25; Bursa)
‘‘İlk kez benden yaşlı bir kadına asılma fırsatı buldum. Ona tam ne kadar güzel olduğunu söyleyecektim ki, kadın 'Benim kızım da senin okulunda okuyor' dedi. Hadi bakalım. Buyur burdan ye! (yeniözgür; erkek; yaş: 21; İstanbul)
‘‘Prezervatifi adam gibi takmayı bir hayat kadınından öğrenmiştim. Ona burdan çok teşekkür ediyorum. (bronx; erkek; yaş: 20; İstanbul)
‘‘En yakın arkadaşımın ablasıyla (22) diskoda romantik romantik dans ediyorduk. Bu esnada bana 'Aynı yaşta olsaydık, seninle çıkardım' dedi. Eğer bunu söyledikten beş dakika sonra kusmasaydım, 'Benim için yaş farkı önemli değil' diyecektim. (presto; erkek; yaş: 20; İstanbul)
‘‘Gazetemi almış eve dönerken birkaç adım önümde yürüyen bayanın pantolonunun ağında 10 santimlik bir sökük olduğunu fark ettim. Söylemek istedim fakat utandım. Sırf bu yüzden 5-6 sokak fazla dolaştım (derano; erkek; yaş: 24; İstanbul)
‘‘Babamın kız arkadaşlarıma yiyecekmiş gibi bakması beni çok utandırıyor. Hadi bakıyorsun, bani anlamıyoruz zannetme. (abin18; erkek, yaş: 18; İstanbul)
‘‘Anneme 'Matild Manukyan ölmüş' dediğimde, 'Vah vah! Türk sineması teker teker gidiyo kara toprağa' demişti. İşin doğrusunu hala açıklamadım. (chiristina; kadın; yaş: 17; Kocaeli)
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2002
HAYATTA ne olacağıma karar vermek meselesi, çoğu arkadaşımdan önce kurcalamaya başlamıştı kafamı. İlk kararsızlığım ‘‘Mister No mu olsam, Zagor mu?’’ şeklindeydi. Kaptan Swing'in ambiansı da iyiydi ama açıkçası o komik şapkayla gezmek fikri bile tüylerimi diken diken ediyordu.
(Konuyla çok alakası yok ama Kaptan Swing'i Salih Güney'in, Gamlı Baykuş'u da Süleyman Turan'ın oynadığı bir film vardı. Kanal 6 bir ara paso yayınlıyordu. Ne şahane filmdi o di mi?)
Zagor'un tişörtüne hastaydım. Bir de balta hadisesi iyiydi. Mahallede çok denemiştik öyle balta yapmayı ama sanırım uygun taş bulamamıştık.
Bulamadığımız da iyi olmuş. Yoksa zaten her gün kafasını gözünü patlatan (Ben kafamı aynı noktadan iki kez yarmayı başarmıştım. Şimdi alnımda elimi gezdirdiğimde zor da olsa buluyorum yerini...) bir grup çocuğun baltayla oynamaları herhalde feci sonuçlar doğururdu.
Mister No ise tam hayal ettiğim hayatı yaşıyordu.
Amazonlar ondan soruluyordu. Tekme atınca çalışan bir uçağı vardı. Hayatı maceraydı. Ve bir de iyi giyiniyordu. Hep aynı şeyleri giyiyordu ama zaten bütün kahramanlarımın durumu böyleydi.
*
İkinci karaksızlık dönemimin baş kahramanları, Cüneyt Arkın ve Tarık Akan'dı.
Ben direkt Cüneyt Arkın'ı tutuyordum tabii ki. Tarık Akan o zamanlar kız filmleri yapıyordu.
Ama bir yandan da kız lisesinde okuyan ablamın ne kadar arkadaşı varsa, hepsi de Tarık Akan'a hastaydı.
Ya Cüneyt Arkın gibi olup elimde padişah fermanı, serhad boylarında at koşturacak, arada da düşürebilirsem bir Bizanslı prensesle aşk yaşayacaktım; ya da Tarık Akan gibi Caddebostan plajında haytalık yapıp, paso kızlarla gezecektim.
Bu konudaki kararsızlığım, o yıllarda zamanı algılama şeklim de göz önüne alınırsa bayağı uzun sürdü. Fakat Tarık Akan'ın ilk sosyal içerikli filmini seyrettiğim gün, tercihimi yekten Cüneyt Arkın'dan yana kullandım.
*
Üçüncü kararsızlığımı basketbolcu olmakla futbolcu olmak arasında yaşadım. Ama bunu çok kolay hallettim.
Milliyet Çocuk'ta ‘‘Cemil Futbol Öğretiyor’’ diye bir köşe vardı. Oradan gaza geldim diye hatırlıyorum.
Futbolu Cemil'den öğrendim desem, futbol camiasına karşı ayıp etmiş olurum. Çünkü Cemil'in oynadığı şey futbol ise, benim sonraki yıllarda oynadığım şeye başka isim bulmak gerekiyordu. Seyredeni ağlatacak derecede başarısızdım yani.
O kadar kötü futbol oynuyordum ki; mahalle arkadaşlarıma ‘‘Maçı nerede oynuyoruz?’’ diye sorduğumda, beni ekebilmek için hepsi başka arsayı veya okul bahçesini söylüyordu.
O yıllarda birbirinden amaçsız oyunlarımız içinde top sektirmece vardı. 100 kere 200 kere sektirenler benim gözümde Cruyff gibiydi.
Çünkü benim sektirme rekorum 5 veya 6'ydı.
Hala bir futbol topu gördüğümde deniyorum. Ve inanmayacaksınız ama hala en fazla 5 veya 6 kez sektirebiliyorum.
Futboldaki yeteneksizliğime ikna olduktan sonra, bu harika spordan intikam almak için uzun vadeli bir intikam planı tasarladım.
İlk işim maçlara gitmek oldu. Galatasaray'ın en feci yılları o zamanlar. Hem kötü oynuyoruz, hem de doğal olarak hep yeniliyoruz.
Fakat inatçı bir taraftardım. En berbat ve amaçsız dönemimizde bile, acı çekmeyi göze alarak takımımı destekledim.
Ve yıllar sonra Galatasaray yazarı olmayı başararak intikamımı aldım.
*
İkinci aşkım olan basketbolda da, memleket sınırlarının gördüğü en iyi oyuncu değildim. Ama dandik takımlarda da olsa bir süre oynadım bu güzel oyunu.
Futbol maçlarına giderken, basketbol maçlarını da ihmal etmiyordum.
Lisanslı basketbolcu olduğum için, basketbol maçlarına serbestçe girebiliyordum. Giriş kartımı ilk aldığımda Spor ve Sergi Sarayı'nın kapısındaki görevli ‘‘Yeter artık, çıkacak mısın, girecek misin karar ver be çocuğum’’ diyene kadar giriş-çıkış yapmıştım.
*
Durup dururken niye ‘‘Müsaitseniz Bu Akşam Annemler Size Gelecek’’ tribine girdiğimi açıklayayım.
İş Bankası galiba bir hata yapmış ve Fatih Altaylı'ya iki adet ‘‘Kupaların Kupası Dünya Kupası’’ kitabı yollamış.
Kitabın yazarı, küçükken idollerimden biri olan Halit Kıvanç. Dünya üzerinde en çok Dünya Kupası seyretmiş insanlardan biri olan Halit Amca (Tanımıyorum ama böyle demek istedim, kusura bakmaz herhalde), o kadar güzel anlatmış ki kupa tarihini, 450 sayfalık kitabı bir solukta okudum.
Ve okurken fark ettim ki, ben aslında hep Halit Kıvanç olmak istemiştim.
İşte böyle...
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2002
İKİMİZ bir fidanın güller açan dalıyız Sen benimle ben seninle bu hayatı yaşamalıyız... * * *
Aynı zamanda Zerrin Özer'in ablası olan Tülay'ın söylediği bu güzel şarkının sözleri kime ait biliyor musunuz? Bilenler vardır, ben bilmeyenler için söyleyeyim: Ünlü arabeskçi Hakkı Bulut'a.
Turgut Özal tarafından siparişle ‘‘acısız arabesk’’ hazırlayan Hakkı Bulut'a yani...
Sayın Devlet Bakanı Yılmaz Karakoyunlu bu şarkıyı sever mi bilmiyorum, ama ben çok severim.
Tıpkı Orhan Gencebay'ın, Müslüm Gürses'in, Tüdanya'nın, Esengül'ün, Selahattin Cesur'un, Erkan Ocaklı'nın bazı şarkılarını çok sevdiğim gibi.
Veya Miles Davis'i, Chet Baker'ı, Debussy'yi, Tom Jones'u, Nick Cave'i, Patti Smith'i, Deep Purple'ı, Egales'ı veya ne bileyim işte Michael Jackson'ı sevdiğim gibi...
Herhalde fark etmişsinizdir, türler üstü bir müzik sevgisi benimki.
Hoşuma gitsin yeter, gerisi hikaye.
Tek bir müzik türünü sevmek zorunda hissetmedim kendimi hiçbir zaman. (Haydi itiraf edeyim de yalancı durumuna düşmeyeyim. Lise yıllarımda içinde cayır cayır çalan gitarların ublunmadığı hiçbir müziği dinlemezdim...)
* * *
Sayın Karakoyunlu'yu şahsen tanımıyorum. Ama sadece politikacı olmadığını biliyorum. Çok satan ve beğenilen romanları var mesela.
Sadece bu referans bile kendisine sempati duymama (İhtiyacı yoktur elbette benim sempatime, o ayrı konu) yol açıyor.
Geçen pazar günü Hürriyet'te Arzu Akbaş imzasıyla yayınlanan ‘‘Arabesk kavgası yine alevlendi’’ başlıklı haberi okurken gözlerime inanamadım.
Yılmaz Karakoyunlu arabesk müziğin Türkçe'nin ve Türk müziğinin ırzına geçtiğini söylemiş.
* * *
Yine Sayın Karakoyunlu'nun çok umurunda olmayabilir fakat, bu açıklamayı kendisine hiç yakıştıramadım.
Türkçe herhalde sadece arabesk yüzünden bozulmadı. TRT yıllardır düzgün Türkçe ile yayın yapıyor. Ne değişti? Eğitim sistemine ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütçedeki payına bakılacağına, çakıyorlar yumruğu her seferinde Orhan Ağbi'nin gözüne.
Karakoyunlu ‘‘Yayın ilkelerinin 4 no'lu başlığı gereği, hiçbir şekilde arabesk yayınlanamaz’’ diyerek, fikrini TRT'nin kimbilir hangi çağda hazırlanmış kurallarına dayandırmış.
Bunu aklım almıyor işte.
Dünyada her şey değişiyor fakat TRT kuralları değişmiyor.
TRT, devlet televizyonu olarak misyonları olan bir kanal, kabul ediyorum.
İstediği gibi yayın yapsın, ona da zaten karışmıyorum.
Ama işte TRT bu yüzden seyredilmiyor.
BBC de devlet televizyonu. Fakat türü ne olursa olsun, listelere giren bir şarkı, neredeyse prehistorik çağlardan beri yayınlanan müzik programı Top Of The Pops'da çalar.
Çünkü o şarkı, Büyük Britanya'da yaşayanlar tarafından sevilmiş, satın alınmış ve listeye girmeye hak kazanmıştır.
Büyük Britanya'da yaşayanlar, ödedikleri vergilerle yaşayan bir yayın kuruluşunu, zevklerini ‘‘banal’’ diye kabul etmez ise ne yapar herhalde Sayın Karakoyunlu da biliyordur.
* * *
Milletçe, ‘‘Türk Beşleri’’ mi dinlemeliyiz? Tek tip müzik zevkine sahip bir toplum mu olmalıyız?
Hem ne olursa olsun, bir sanatçı (Yazar olan Karakoyunlu'yu kastediyorum), bir başka sanatçıya ‘‘tecavüzcü’’ diyebilir mi?
Amaaaan, ne desek değişmeyecek bu zihniyet, niye çenemizi yoruyoruz ki.
Ve bu bence çok sıkıcı konuyu, bu tartışmanın yayınlandığı günkü gazetede ölüm haberini okuduğum Cüneyt Canver için iki şarkı seçerek noktalıyorum.
İlk şarkımız Selahattin Cesur'dan geliyor kıymetli dinleyiciler: ‘‘Dünya Düzenini Bozmuş.’’
Hemen arkasından Pink Floyd'dan dinliyoruz: ‘‘Shine On You Crazy Diamond.’’
Cüneyt Canver huzur içinde yatsın, esenlikler dilerim.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2002
GEÇEN hafta sevdiğimiz bir biraderimiz aradı ve bir konuda yardımcı olup olamayacağımızı sordu. Şimdi böyle yazınca, çek-senet işleriyle uğraşıyor gibi oldu ya, her neyse. Arkadaşın derdi şuydu: Manital bir vaziyeti varmış. Kıza klasiklerden ‘‘Küçük ama sevimli bir yer biliyorum’’ muhabbeti yapmış.
Fakat, küçük ama sevimli bir yer bilmiyor. Bildiği bütün yerler, hakikaten büyük ve de sevimsiz.
Bizim de öyle bir uzmanlık alanımız yok aslında da, bundan daha fazla biliyoruz bu işleri.
‘‘Ne yemek istiyorsun sen usta, ona göre bir şey uyduralım sana’’ dedik. Bu başladı mezelerden saymaya... Ara sıcakları sayarken durdurdum:
‘‘Hooop usta, sipariş almıyoruz burada. Genel manada bir cevap rica etsem, ayıp olur mu? Kebap istiyorsan, Beyoğlu Ocakbaşı diyeceğiz. İlk randevu için pek uygun değil ama atıyorum, uykuluk istiyorsan Sütlüce'den adres çıkartacağız sana... Kelle söğüş için Dolapdere'deki tezgahı önereceğim mesela. Kapiş?’’ şeklinde durduk.
Balık istiyorlarmış. Anında hafıza taraması yapıldı ve adreste karar kılındı: ‘‘Güzelim Beşiktaş'ta Çarşı'yı biliyorsun değil mi? Balık tezgahlarının hemen arkasında Turgut'un Yeri vardır. Direkt oraya gidiyorsun, selamımızı söylüyorsun Turgut Ağbi'ye, o seninle ilgileniyor. Ambians süperdir. Kızın suratına doğru hapşırmak veya askerlik anısı anlatmak gibi abuk hareketler yapmazsan, operasyondan kesin netice elde edersin. Mutluluklar dilerim...’’
*
Fakat bu randevu almak istiyor gideceği yerden. Aslında doğru bir hareket yapıyor, farkında olmadan. ‘‘Ben geldim’’ diye gittin mi açıkta kalırsın Turgut'ta.
Aradık Turgut Ağbi'yi, aldık bunun için randevu.
Hemen belirteyim eleman tatlı su Fenerlisi. Yani geçen sene Fener şampiyon olunca gaza gelip forma alanlardan. Başka bir alakası yok futbolla fakat, gece çıkarken filan Fener forması giyebiliyor.
Gittiği yerin Beşiktaş Kapalı'sının ağır abilerinin mekanı olduğunu, siyah-beyaz dışında bir renk kombinasyonunun kendisini zor durumda bırakabileceğini de hatırlatarak telefonu kapadık.
*
Ben Cumartesi için sadeleştirilmiş bir program yapmışım kendime. Evde akşama kadar müzik dinleyeceğim, CD player'ın uzaktan kumandasını kaybettiğim için kahredeceğim, iki satır kitap okuyacağım, akşam da Topesto biraderimle Sirkeci'ye uzanacağım.
Görüldüğü üzere plan net, hayat güzel...
*
Sen öyle san Kanat paşa... İki saat sonra zırrr telefon. Yine bizim eleman. Sesi hafif tırsaki, fakat hafif de neşeli geliyor...
‘‘Öksür bakalım birader’’ dedim. ‘‘Yahu usta şok gelişme yaşandı’’ dedi.
‘‘N'oldu? Kız direnişe mi geçti?’’ dedim. Meğer, kız bunu evine davet etmiş, kendisi yemek yapacakmış.
Tabii Turgut hadisesi de doğal olarak düşüyor. Fakat Turgut Ağbi'yle bir hukukumuz var, ayıp olacak. Yanlış olmasın, arayıp iptal oldu desek, o masaya talip çok.
‘‘Ne yapalım, dert etme. Hallederiz’’ diyerek kapattım. Şimdi çocuğa ‘‘Amma kolpacı adammışsın sen’’ türünden konuşmanın ve gecesini berbat etmenin manası yok zaten.
Vikingler dizisindeki çocuk gibi ‘‘Nasıl hallederiz?’’ diye düşünürken, ampul yandı.
Direkt Topesto'yu tuşladım. Karşıdan ancak dekoderle mana kazanabilecek bir ses çıktı: ‘‘Haooooooğv!’’
Ben elemanı yıllardır tanıdığım için, dekodere gerek yok, ‘‘Alo’’ demek istiyor aslında.
‘‘Güzellik uykunuzu bozmadık inşallah efendim’’ dedim.
‘‘Yoğ uzta! Biraccık kestirmişim’’ dedi.
‘‘Birader, hani biz bu akşam Mavi Papağan yapalım diyorduk ya, yapmayalım öyle bir şey’’ diyerek söze girdim, durumu özetledim ve cümlemi ‘‘Turgut'un Yeri'ne gidelim’’ şeklinde noktaladım.
Topesto da bana cumartesi akşamı iki tane öküz kadar adamın aslında yapacak başka şeyleri olması gerektiğini, hayatımı bir kez daha gözden geçirmeyi düşünüp düşünmediğimi, başbaşa balık yiyen iki adamın bana da tuhaf gözüküp gözükmediğini söyledi.
Tam bu noktada ‘‘Hamsi kapama’’ dedim ve Topesto'yu düğümledim.
Sadece ‘‘Geliyorum’’ dedi.
*
Turgut'un Yeri'nde kendimizi dükkana bıraktık. Yani hiçbir şey sipariş etmedik fakat çok yedik.
Hamsi kapama hadisesinin yüceliğini bir kez daha takdir ettik.
Bir ara Topesto'nun gözünün içinden hamsi geçtiğini gördüm sanki.
O dakika ‘‘Başka bir şey yemeyelim, eleman şişti’’ dedim garson arkadaşa.
Ama yine de helva söyledik tabii ki.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2002
SERDAR Turgut'un, dünkü Hürriyet'te, futbol meraklılarının atlamaması gereken bir yazısı yayınlandı. Serdar Turgut, ‘‘Futbol kurallarını reklamcılar değiştirecek’’ başlıklı yazıda futbolun ne kadar büyük bir sektör haline geldiğini mükemmel bir şekilde gözler önüne seriyordu.
Yazısındaki rakamları burada tekrarlamayacağım. Zaten mühim olan rakamlar değil.
Benim güzel ağbim, futbolun reklamcıların ağzını sulandırdığını fakat bu nimetten yeterince faydalanamadıkları için kurallarıyla oynamak istediklerini vurguluyordu.
* * *
Şimdi arkadaşlar, Türkiye'de veya Türkiye gibi futbolun aşırı derecede sevildiği bir ülkede, rejim değişebilir, para birimi değişebilir, başkent değişebilir, özetle her şey değişebilir ve kimsenin gıkı çıkmaz.
Fakat futbola dokunanın eli yanar!
İyi futbolseverler, bir süredir futbolun endüstriye dönüşmesinden zaten rahatsız.
Bu konuda detaylı okuma yapmak isteyenler, bence şu anda Türkiye sınırları içinde çıkan tek aklı başında dergiye, ‘‘Tribün’’ü incelesinler.
‘‘Endüstriyel futbola karşı tribün kültürü’’ altbaşlığı ile çıkan dergide, Serdar Turgut'un bahsettiği gelişmelerden rahatsız olan futbolseverlerin mükemmel yazıları var.
Futbol meraklıları, futbolun artık ‘‘sadece futbol’’ olmamasından dolayı bayağı dertli.
Ben iyi bir Galatasaray taraftarıyım. Bilincimi filan yitirmediğim sürece Galatasaray'dan başka bir takım tutmam söz konusu değil.
Fakat, son yıllarda 'hakiki' futbol zevkini tatmin etmek için başka takımları da takip ediyorum.
Mesela Eyüpspor'u, İzmirspor'u, Şekerspor'u, Tophane Tayfun'u takip ediyorum.
Galatasaray kesmediğinden yapmıyorum bunu, sadece futbol heyecanı için.
* * *
Televizyonda futbol maçı seyrederken alttan fırlayan reklamlara ben de uyuz oluyorum. Fakat biliyorum ki, o kanal o reklamı alamazsa, ben de o maçı seyredemem.
Konuya at gözlüğü ile bakmadığımı anlatmaya çalışıyorum. Reklam gelirleri veya naklen yayın gelirleri olmadan bu işin yürümeyeceğini de gayet iyi biliyorum.
Ama Serdar Turgut'un dediği gibi ‘‘top orta sahada gezinirken’’ ekran ikiye bölünürse, yarısı maçı sessiz vaziyette gösterirken, diğer yarısında sesli olarak reklam çıkarsa, terliği yapıştırırım ekrana.
Bazı aklıevvellerin ‘‘Maçlar dört devre oynansın, böylece reklam için üç ara verilmiş olur’’ fikrine hasta oldum mesela.
Kardeşim aklınızı mı kaybettiniz? Futbol maçı, dörde bölünür mü? Milleti çileden mi çıkartmak istiyorsunuz? Getirin makul bir öneri, eyvallah tartışılsın.
Bunları düşünen adamların hayatları boyunca bir kez olsun stadda maç seyretmedikleri o kadar belli ki!
Hoooop! Burada futboldan; kan, ter ve gözyaşından bahsediyoruz. Senin kazanacağın dolarlar futbol seyircisini zerre kadar ilgilendirmiyor beyaz yakalı amca!
* * *
Her aklına geleni fikir sanan bu adamlar bilmiyorlar ki, düşündüklerini gerçekleştirmeye kalkıştıkları anda dünya başlarına yıkılır.
Dünyada olmaz ama hadi oldu diyelim. O zaman da altın yumurtlayan tavuğu kesmiş olurlar.
Bence kendilerine uğraşacak başka spor icat etsinler. Tabii bu kadar sevilenini bulabilirlerse.
* * *
Yazıyı, ne yazık ki tamamını yayınlayamayacağım, mükemmel bir makaleden bir iki parafrafla bağlayayım. Burak San'ın yazdığı ve Trübün Dergisi'nin ikinci sayısında yayınlanan ‘‘Ben değilim bebeğim, aradığın ben değilim’’ başlıklı bu yazının her satırının altına imzamı atarım...
‘‘Futbol son 15-20 senedir günümüzün tüketici trendlerinin vefasızlığına kurban seçildi. '70'ler ve '80'ler boyunca para getiren tüketici eğilimleri ile uyuşmayan bir alt-kültür eğlencesiyken, şimdi seyircinin görmek istediği görkemli bir başarı hikayesine dönüştü.
Artık oyundan zevk almak isteyen, sahada dizboyu kar varken, sırf maç oynansın diye tribünden inip temizliğe katılan taraftarlar yok artık.
Onların yerine sadece başarı hikayesinin bir parçası olmak, yükselen bir eğilimi yakalamak, moda olan bir kavramı tüketmek isteyen modern zaman izleyicileri, 'Hafta sonu sinemaya gittim' der gibi 'Hafta sonu maça gittim' demek için maça giden light seyirciler var...’’
Burak San, önce sırtına futbolcu isimleri yazılarak anlamını kaybeden ve her sene değiştirile değiştirile maymuna dönen formalara dikkat çekiyor.
Sonra; localı, yemeli-içmeli ve illet bir şekilde ‘‘oturmanın zorunlu olduğu’’ teknoloji harikası stadların yarattığı Colosseum ambiansına duyduğu haklı ‘‘uyuz olma hissi’’nden bahsediyor.
Ve ekliyor: ‘‘Sen bir taraftar arıyorsun sevgili kulübüm ama o ben değilim, aradığın değilim ben!’’
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2002
<B>GALATASARAY </B>için ligdeki dönüm noktası, ilk yarıda oynanan Ankaragücü maçıydı. O maçı kazansaydı iki yakın rakibiyle de puan farkını açmış olacaktı. Kaderin tuhaf bir cilvesi, G.Saray, Ankara'da kaybettiği avantajı, İstanbul'da yine Ankaragücü maçında kazandı. Şu dakikadan sonra G.Saray'ın şampiyonluğu kaybetmesi neredeyse imkansız. Futboldur bu diyenler çıkacak, ama yok artık o kadar da değil. Dün geceki maçın ironik tarafı, G.Saray'ın uzun bir aradan sonra çok iyi futbol oynaması, ama gol pozisyonlarında talihsizliğini bir türlü yenememesiydi. Bundan önce daha kötü oynayıp, daha farklı maçlar kazanan takım, belki de o maçların vebalini ödedi.
G.Saray ,bütün hatlarıyla akın akın rakip sahaya indi. Oyunu çeşitlendirdi, sahanın her noktasında geçmiş yıllarda hatırladığımız ve bugün özlemle andığımız oyun planını uyguladı. İlk golden sonra fark rahatlıkla açılabilirdi ama olmadı. Sonu iyi bitti ya biz ona bakalım.
SEVİNME GÜNÜ
Yahu aslına bakarsanız şimdi kaçan gollerin falan hesabı yapılmaz artık. Bugün sevinme günü. Galatasaray'ın kalan iki maçında bir beraberlik hatta bir mağlubiyete bile hakkı var. Kocaeli'de tur atamasa da İstanbul'da atacak. Müsaadenizle maçı bir kenara bırakıp tribünden söz etmek istiyorum. Ankaragücü maçının yıldızı genellikle sessiz sakin öğrenci tayfasının ve emeklilerin takıldığı tribün olarak bilinen Eski Açık'tı. Kapalı tribün ve yeni açık alınmasın ama en büyük şamata eski açıkta koptu. Zaten ‘Yürüyedur’’ pankartının mucidi de onlardı. ‘‘Eski Açık Kaptan, Cimbom Şampiyon.’’
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2002
TOPESTO aradı ve ‘‘Entel mevsimi açılmış usta!’’ dedi. Kast ettiği şey, ‘‘Film Festivali’’nin başlamış olması. Terbiyesiz bir insan olduğunu defalarca belirtmiştim zaten size. ‘‘Kabalık ediyorsun’’ dedim ama güldüğümü de hemen itiraf edeyim. Film Festivali döneminde zaten kalabalık olan Beyoğlu, daha da kalabalıklaşıyor.
Gelen kitle, bizim mahalle kahvesine takılmayı sevmese bu durumdan hoşnutuz. İyi insanlar geliyor çünkü.
Arada hala Beyoğlu'na gelirken ‘‘Ay oralarda başıma birşeyler gelir mi?’’ korkusu yaşayanlar var tabii ki. Gelme o zaman güzel kardeşim korkuyorsan.
Ha, ne diyordum... Bunlar bizim kahveye takılıyorlar. Varsa yoksa salata ve kapuçino!.. En serseri ruhlusu, bir kadeh şarap içiyor salatanın yanında.
Yanlış anlaşılmasın, biz de masaya dansöz çıkartıp birer büyük rakı içmiyoruz Kaktüs'te.
Ama bu kitlenin tamamının salata yiyor olmasını da birileri çıkıp açıklamalı halka, değil mi yani?
*
'Halk' mekanı basınca, 'vatandaş' ne yapıyor peki?.. Uzaklara yelken açıyor. Beyoğlu olmaz ise Sirkeci'ye takılıyoruz, malum...
Mavi Papağan mı, Gar Birahanesi mi noktasında tercihimizi Gar'dan kullandık haliyle. Mevsimi de gelmiş zaten. Ooooh, süper bir ortam.
Haftada bir gün Mavi Papağan, bir gün de Gar şeklinde programlıyoruz kendimizi Topesto'yla.
Bu arada Topesto, Büyük Britanya'da gönüllü sürgünde olan biraderimiz Riko'nun aziz hatırası önünde saygıyla eğilmek maksadıyla fıstık söylüyor.
Fıstık yine bayat geliyor. Topesto'yla senkronize bir şekilde, Riko'nun sevdiği küfürlerden birini ediyoruz.
Londra'nın Sirkeci'ye göre ne tarafta kaldığını hesaplamaya çalışıyoruz ama fikir birliği sağlayamıyoruz. Bu sebepten ben Doğu Bank tarafına doğru, Topesto da Cankurtaran'a doğru kaldırıyor kadehini.
Rahat rahat otururken, Topesto tüylerimi diken diken edebilecek belki de tek mevzuyu seçiyor ve soruyu patlatıyor: ‘‘Zil işini halledebildin mi?..’’
‘‘Zil mevzusu insanın tüylerini diken diken eder miymiş canım’’ demeyin hemen. Evdeki zil, çalmaya başladığında 15-20 saniye kadar susmuyor. Buna da eyvallah diyebilirdim ama bir de melodiyi duymanız gerekiyor.
Melodi de değil. Kendince bir takım sesler çıkarıyor. Çalmaya başladığı anda, yüksek volümde bir Çin halk şarkısı etkisi yaratıyor evin içinde.
Alışkın olmayanların, ‘‘Baba n'oluyo, bu ses de ne?’’ diyerek paniğe kapıldıklarını söyleyeyim de anlayın ne kadar sarsıcı bir zile sahip olduğumu.
Topesto zili ilk kez duyduğunda telefonda konuşuyorduk. Biz konuşurken zil çalmaya başladı.
Topesto ‘‘N'apıyorsun sen evde usta. O sesler ne öyle?’’ dedi. ben de açıkladım durumu.
‘‘Niye değiştirmiyorsun?’’ dediğinde de durumumu anlattım. Arkadaşlar, ampul değiştirmeyi bile açık kalp ameliyatı gibi gören birinin, zil değiştirmesi mümkün olabilir mi?
Yapamıyorum işte, yeteneğim yok.
Gar Birahanesi'nde hayatımın şu sıralar en mühim problemlerinden biriyle yüzleşince artık hareket etme zamanının geldiğini anladım.
Topesto'ya dönüp, ‘‘Usta sen çakıyorsun bu işlerden. Hazır Sirkeci'deyken gidip bir zil alalım. Sen de güzellik yapıp takıver o zili’’ dedim.
*
Zil satılan bir dükkana girdik ve ‘‘Normal zil var mı sizde?’’ diye sorduk. Tezgahtar çocuk çeşitleri çıkartıp dinletmeye başladı.
Zil sektörü bence tuhaf bir devrim yaşamış. Topesto ile şaşkın vaziyette tezgahtarı izliyoruz. O melodiler nasıl şeyler öyle. Veya insanlar hakikaten evlerine böyle tuhaf melodili ziller alıyorlar mı hakikaten.
Sorduk alıyorlarmış. Bir normal ‘‘Dinnnng, donnnngg’’ sesi çıkaran bir zil aldık ve yol boyunca bu konuyu düşünerek muhitimize döndük.
Normal zil meğer ne mühim bir şeymiş.
Bildiğimiz BIg Mac
Geçen hafta iki adet sarsıcı gelişme oldu. Birincisinde evin yakınındaki büfeyi aradım sipariş vermek için. Telefondaki adama, ‘‘Jumbo Burger nasıl oluyor?’’ diye sordum. Adam müthiş bir özgüvenle ‘‘Bildiğimiz Big Mac canım işte’’ dedi. Hemen söyledim tabii ki. Eleman hamburgeri getirdi. Hakikaten Big Mac formatında. Turşu, domates, soğan dilimi, iki köfte, susamlı ekmek. Tadı tutturamamışlar ama tip aynı Big Mac. Vallahi bravo!
İkincisini ise bir arkadaşım anlattı. Televizyonda ‘‘Burak Bey’’ diye bir dizi seyrediyormuş. Yerli Matrix iddiasındaymış dizi. Dizinin bir sahnesinde arkadan geçen kamyonun üzerindeki yazı, hadiseyi koparmış. Aynen şöyle yazıyormuş brandada: John Woo Nakliyat! Hala inanamıyorum kaçırdığıma bu diziyi.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2002
DÜZENLİ olarak uğramaya çalıştığım bir çizgi roman dükkanı var. Anabala Han'da küçük ama içi harika şeylerle dolu bir dükkan bu. Dükkanın sahibesi, çizgi roman konusunda gayet bilgili biri. Oturup uzun uzun çizgi roman üstüne muhabbet edebiliyorsunuz.
Çay içip muhabbet ederken, dükkana giren çıkanların tiplerindeki değişiklikler dikkatimi çekti. Tip değişikliği derken ‘‘kiminin burnu fil hortumu gibiydi, hatta bir tanesinin üç kulağı vardı’’ gibi bir şey kast etmiyorum tabii ki.
Genel Müdür gibi gözüken tipler filan uğruyor dükkana. Keskin zekam ve derin tahlil gücümle asırlar sonra uyanabildiğim bu durumu, dükkanın sahibesine aktardım.
O da bu durumu doğruladı. Özellikle erkekler, belli bir seviyeye geldikten sonra, eski dostlarına, çocukluk günlerinin kahramanlarına özlem duymaya başlıyor herhalde.
Bu vaziyette pek çok müşterisi varmış. Fakat müşterilerin büyük kısmı, bu zevklerini eşlerinden saklayarak yaşayabiliyormuş.
Klasik, ‘‘Bunlara harcadığın paraya yazık değil mi?’’ tribi. Ne kadar acı! Hatta bazı müşterileri, aldıkları çizgi romanları gizlice evin balkonuna atıp, eve girdiğinde karısı yattıktan sonra kütüphaneye zulalıyormuş.
Daha da komiği bir kaç tane müşterisinin eşi telefon açıp, ‘‘Satmayın onları kocama, aile düzenimiz bozuldu’’ bile demiş. Nasıl yani?..
* * *
Küçükken okuduğumuz çizgi romanların bugünkü değerlerini bilseler herhalde annelerimizin dudakları uçuklardı.
Daha önce bir yanılgıya düşüp, Pekos Bill'in ilk serisinin milyarlarca liraya satıldığını yazmıştım.
O kadar olmasa da zor bulunuyor ve fasikülü 5 ila 10 milyon TL arasında değişen fiyatlarla satılıyor. Onu da bulabilirseniz tabii ki!
* * *
Çizgi romanlar ve gazete bantları toplamak gibi bir hobim var. Abartılacak büyüklükte olmasa da özellikle Huysuz Oğuz Aral'ın değerli katkılarıyla (Resmi sponsorum oluyor kendileri) güzelleşen bir koleksiyon bu.
‘‘Madem çizgi roman seviyorsun, ne olduğunu bilerek sev’’ diyen Huysuz, bir sene önce beni yoğun eğitime aldı.
Yoğun eğitimden kastım şu. Ben kafama estiği zaman veya Huysuz'u özlediğim zaman telefonu çakıyorum.
‘‘Gel’’ derse, gidip Balıkpazarı'ndan lakerda alıyorum ve evinin kapısına dikiliyorum.
O, çalışma masasında klasik pozisyonunda oturuyor, ben de artık bana ait olduğunu düşünmeye başladığım cam kenarındaki koltuğa kuruluyorum.
Oğuz Ağbi muhakkak bir meze tabağı hazırlamış oluyor. İkimiz de üretilmiş en büyük boy küllüklerimiz, rakı kadehlerimiz ve tuhaf işlere çalışmaktan başka hiçbir şeyi sevmeyen kafalarımızla oturup laflamaya başlıyoruz.
Daha doğrusu o anlatıyor ben dinliyorum.
Oğuz Ağbi; Alex Raymond'dan, George McManus'tan, Dick Calkins'ten, Hal Foster'dan, Gus Arriola'dan, Harold Knerr'den, Al Capp'den, George Herriman'dan bahsediyor.
Arada da şöyle şeyler yapıyor: ‘‘Secret Agent X-9'u Alex Raymond çizdi. Hani Jungle Jim'i, Flash Gordon'u ve bizde Dedektif Nik olarak bilinen Rip Kirby'yi de çizen adam (Ya Hürriyet yine yayınlasa ya eski Dedektif Nik bantlarını, ne güzel olur!). Müthiş yetenekti ama 47 yaşında trafik kazasında öldü.
Peki kim yazıyordu Secret Agent X-9'u? Nereden bileceksin? Bildiğin tek şey haytalık! Yazan da senin o çok sevdiğin polisiye yazarı Dashiel Hammett'tir. Sonra komünist diye süründürdüler adamı. Bir başkası yazmaya başladı.
Dur bakayım neredeydi o albüm... Hah al şunu bakalım!..’’
* * *
Kıskandınız değil mi? Kıskanın ne yapayım.
Çizgi roman seven veya bu yazıyı okuduktan sonra ‘‘Yahu ben de hakikaten severdim?’’ diye gaza gelenlere bir kaç tane öneride bulunayım.
Oğlak yayınları'nın bünyesindeki Maceraperest harika şeyler yapıyor. Teks, Martin Mystere ve Dylan Dog albümleri çok güzel. Hem baskıları iyi hem de çevirileri.
Lal adında yeni bir yayınevi de Zagor'u aylık albümler halinde yayınlamaya başladı. Martin Mystere'yi de devraldılar. Bir de Mister No'yu hazırlıyorlar. Onlar da çok güzel.
Alfa, Conan'ı yine, ama bu kez daha düzenli yeniden çıkarıyor bildiğim kadarıyla.
Bir de ‘‘İngilizce, Fransızca da olur fark etmez’’ diyorsanız, Robinson'a gidin. Çok sık yenilemiyorlar raflarını ama çok iyi şeyler yakalayabiliyorsunuz.
Bu kıyağımı da unutmayın!
Yazının Devamını Oku