Kanat Atkaya

İyi uykular Türkiye

6 Eylül 2002
ŞİMDİ efendim, geçen cumartesi günü ilavede ‘‘Rüyalar’’ konusuna değinmek gibi sakat bir hareket yaptı bu fakir. Rüya alemi hakkında kendi gördüğü rüyayı bile yorumlayamayacak kadar cahil bir insan olduğumuzu bile bile böyle bir işe niye kakıştık, o ayrı mesele.

Bu yazı çıktıktan sonra, okuyuculardan rüya örnekleri gelmeye başladı.

Rüyalar, tabii ki uçuk olabilir, hatta uçuk olmaları belki daha sağlıklıdır. Fakat, gelen rüyalar arasında ciddi ciddi incelenmesi gereken bilinçaltı püstürmeleri (Yok böyle bir şey, ben icat ettim işte) tespit ettim.

Kibar olarak nasıl söylenir bilmiyorum, fakat bazı okurların rüyalarını okurken ‘‘Ya bu arkadaş frenleri boşaltmış, ya da bize 'Hayretler mütemadiyen' dedirtmeye, yani şaşırtmaya çalışıyor...’’ dedim.

***

Buyurun mesela, bir okuyucum anlatıyor rüyasını: ‘‘Marmaris'in güzel sahili İçmeler'de güneşleniyorum ama hava çok bunaltıcı. Gökyüzü kırmızıya çalıyor. Sevgilime dönüp, 'Tatlım lütfen bir Ice Tea alır mısın? Çok bunaldım' diyorum.

Ama o da ne? Yanımda o dehşetengiz üniformasıyla Hitler duruyor. 'Bıktım senin isteklerinden. Bir gün de sessizce yat. Ya acıktım, ya susadım. Yeter ya! Senin yüzünden memleket meselelerine konsantre olamıyorum' diye çıkışıyor.

Bunun üzerine ben tam 'Hasta mısın olum. Madem istemiyordun, takılmasaydın peşime' diyecekken bi bakıyorum bizim okulun bahçesindeyim.

Hem de aynı kıyafetle (bikini) ve bahçede İnek Bayramı sürmekte. Sahnede de Bulutsuzluk Özlemi var ve 'Acil Demokrasi'yi çalıyorlar.

Uyandığım sırada hala 'Nerde ulam bu Adolf?' diye söyleniyordum...’’

Şimdi kıymetli okurumun rüyasında bahsi geçen kişilerden sadece Bulutsuzluk Özlemi'nin solisti Nejat'ı tanırım.

Yorum yapmaya kalksam, elime yüzüme bulaştıracağım da kesin. Fakat gerekli yorumu zaten nurlu ellerinden öpülesi anneannesi yapmış. bu sebepten içim rahat.

Okurum bu rüyayı anneannesine anlattığında şöyle bir yorum gelmiş: ‘‘Büyük adam görmüşsün bi sayısal oyna; adam hıyar olduğundan beşte kalır senin sayısal. Boşuna ümitlenme...’’

Ekleyecek söz bulamadım.

***

Bir başka okura geçiyoruz. Bu arkadaşımızın rüyaları hakikaten çok zengin. Zaten kendisi de diyor ki ‘‘Baktım olacak gibi değil, 4-5 aydır rüya günlüğü tutuyorum.

Sonra da detaylara girmeden, rüya başlıklarını sıralamış... Liste şöyle:

‘‘1- Büyücü bir Afrika kabilesiyle cep telefonuyla irtibat kurdum.

2- Bir fareye dönüşüp, yanımda eşim olmadan kilisede evlenmeye kalkıştım.

3- 802 yaşında bir kadının talimatıyla 800 yıllık cesetlerin savaş kıyafetlerini çıkardım.

4- Ortaçağ Avrupası'nda, üst düzey bi mahkemede topluca -tepki olarak- Depeche Mode'un 'People Are People' adlı şarkısını söyledik.

5- Arenada mutasyona uğramış bir kediyle dövüştüm...’’

Ehem... Şimdi arkadaşlar; rüyaları okudunuz, buyrun yorumunu da siz yapın. Ne diyeyim yani. Hani, beşinci rüya için ‘‘Russell Crowe'u ne kadar beğenirsen beğen bir daha Gladyatör filmini seyretme’’ derim kendimi kassam.

O 802 yaşındaki kadın ne olabilir? Zor, çok zor...

***

Son olarak rüyasında beni kırmızı tişörtle görüp, çok da yakıştığını söyleyen okura bu vesileyle teşekkür ederim.

Tıpta uzmanlık sınavına çalışırken gördüğü rüyada geneleve düştüğünü ve ‘‘Allahım ne olur çirkin olayım, kimse beni beğenmesin’’ diye dua ettiğini söyleyen arkadaşa da ‘‘Ders çalışmaya ara ver. Çık biraz hava al lütfen’’ demek istiyorum.

İyi uykular Türkiye...
Yazının Devamını Oku

Modern rüya tabirleri

31 Ağustos 2002
TOPESTO'dan indirdiğim şahane bir kitap okuyorum şu aralar yatmadan önce. <br> Yatmadan önce okumamın nedeni, kitabın rüyalarla ilgili olması.

Topesto, ‘‘Senin bu mantığını anlamama imkan yok.

Niye doğru dürüst okumuyorsun bu kitabı. Yemek kitabını mutfakta mı okuyorsun?

Veya ne bileyim Kızılderililerle ilgili kitap okuman gerektiğinde, gidip bir müddet Siyular'la mı yaşayacaksın?’’ diyor.

Ama ben ona aldırmıyorum.

Kitap, Beat Kuşağı'nın ağır abilerinden William Burroughs'a ait.

Adı da ‘‘My Education: A Book Of Dreams.’’

Burroughs kitapta rüyalarını anlatıyor.

Aslında Burroughs'un rüyalarını anlatması o kadar çekici gelmeyebilir babayı tanıyanlara.

Mucize kabilinden uzun süren hayatı boyunca, kullandığı kimyasal uyuşturucuları gözönüne alırsanız, Burroughs uyku dışındaki zamanında da enteresan alemlerdeydi.

Yine de Burroughs'un rüyalarını okumak enteresan bir deneyim...

*

Kitabın da gazıyla rüyaları tırmalamaya başladım.

Başta Topesto olmak üzere rastladığım hemen herkese ‘‘En enteresan rüyanı anlat bakalım’’ diye soruyorum.

Arada enteresan şeyler de çıkıyor ama öyle, ‘‘Usta sen ne yapmışsın öyle rüya aleminde’’ dedirtecek bir şey çıkmıyor.

Bir arkadaşın rüyasında Gandhi ile barda muhabbet etmesi enteresandı ama.

Düşünün nasıl ruh haline sahip insanlarla arkadaşlık ediyorum.

‘‘Peki ne konuştunuz ağbi Gandhi'yle; sorabilir miyim bir sakıncası yoksa?’’ dedim.

Bizimki gayet normal bir rüyaymış gibi, ‘‘Hiiiç. Öyle kızlardan filan’’ dedi.

Alacan eline şöyle güzel kesilmiş bir odunu, vuracan beline yani...

‘‘Tüyo verdi mi kız konusunda sayın Gandhi?’’ diye sordum.

‘‘'Sakin ol' dedi’’ şeklinde cevap verdi.

*

Yakalamışken, hayatın manasını filan sorar değil mi insan.

Yok, bu Gandhi'yi bulmuş rüyasında, utanmasa ‘‘Bu sene şampiyon kim olur?’’ diye soracak.

Nasıl bir ambiansta muhabbet ettiklerini sordum. ‘‘Çubuklu Hayal gibi bir yerdi’’ dedi.

Ağzından kerpetenle laf çekiyoruz. ‘‘Deniz kenarı yani. Ne giymişti peki?’’ diye sordum.

‘‘Normal o öyle sivil gezermiş ya, yine öyleydi. Bir de gözlükleri çıkartmış. Herhalde lens kullanıyordu...’’ dedi.

*

Zaten yeterince saçma olan bu konuyu sürdürmekte ısrar etmedim tabii ki.

Bu rüyayı anlatan elemanın yanında kız arkadaşı var. ‘‘Ben bu gerzekleri nereden buldum?’’ ifadesiyle bizi izliyor.

Ona da sordum rüya aleminde enteresan bir hikayesi var mı diye.

O da meşhur insan kontenjanından Hasan Celal Güzel'i görmüş bir kere rüyasında.

‘‘N'apıyordu? Yine yakaladığını öpüyor muydu Sayın Güzel?’’ diye sordum.

‘‘Yok, öyle duruyordu...’’ dedi.

Siz de takdir edersiniz ki; bu kadar sıkıcı bir rüya hakkında daha fazla detay dinlemek istemedim.

*

Aynı günün akşamı evde otururken Riko aradı.

Gelişi yakınlaştı ya, aklına estiğinde arıyor artık.

‘‘Ya, ben dün gece rüyamda seni gördüm’’ dedi.

Bak şimdi. ‘‘Topesto'dan tüyo mu aldın sen? Kafa mı buluyorsun sen benimle taa Büyük Britanya'dan’’ dedim.

‘‘Ne saçmalıyorsun sen? Rüyamda seni gördüm diyorum hooooop’’ dedi.

Özellikle son bölümdeki ‘‘Hoooop’’un vurgusu, ikna olmama yetti.

‘‘Angelina Jolie'nin görecek hali yok bizi tabii rüyasında... Eee, n'apıyordum senin rüyanda?’’ diye sordum.

‘‘Maçtaydın’’ dedi.

‘‘Yok yaaa! Ne maçıymış bu?’’ diye sordum.

‘‘Vallahi ister inan ister inanma badminton maçında hakemlik yapıyordun’’ dedi.

Ben ve badminton.

Yanyana gelmemiz imkansız olan sayılı sporlardan biri.

Hemen çıkıştım tabii: ‘‘Usta ne diyorsun, ne badminton maçı?..’’

‘‘Vallahi. Hem de millet sana bayağı saygı filan gösteriyordu. Senin badminton maçı yönetmenden daha enteresanı, yönettiğin maçta bizim topesto armutunun oynamasıydı’’ dedi.

‘‘Ha ha’’ dedim.

Kısaca, sonra devam ettim: ‘‘Taraf tutuyor muydum bari?’’

‘‘Tutuyordun bence. Çünkü Topesto sana raket fırlattı’’ dedi.

Enteresan tabii.
Yazının Devamını Oku

Kocanızı nasıl elinizde tutarsınız

30 Ağustos 2002
<B>YILDA </B>toplasanız 5, bilemediniz 6 kere takım elbise giyiyorum. Yakın arkadaşlarım beni takım elbiseyle gördüklerinde, <B>‘‘Ne o, akşama nişan mı var?’’ </B>türü hakikaten kötü espriler yapmıyorlar.<br> Çünkü niye takım elbise giydiğimi biliyorlar. Evde giyecek temiz ve ütülü bir şey kalmadığında çıkıyor o takım elbise ortaya.

Ortalıkta lamba cini gibi bir sürü kafayı kazıtmış adam gezmeye başladığı dönemde saçımı uzatmaya başladığımdan, sevgili berber kardeşim Muammer'e sadece sakalı düzeltmek için gidiyorum.

Bu arada tabii ki ortalıkta köprüaltı şarapçısı gibi gezmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama nedir işte, temel hadiseler dışında özel bir bakıma gerek duymadan yaşayıp gidiyorum.

***

Şimdi durup dururken, bakımlı insan-bakımsız insan muhabbeti yapmayacağım tabii ki. Fakat Gökhan Akçura'nın ‘‘Ivır Zıvır Tarihi’’ serisinin üçüncü kitabı olan ‘‘Uzun metin sevenlerden misiniz?’’i okurken, kadınların hayatının ne kadar zor olduğunu bir kez daha anladım.

Gökhan Akçura enteresan bir adamdır ve enteresan şeylerle uğraşır. Bir ara Albüm diye bir dergi vardı hani... Türkiye'deki bütün güzl şeyler gibi değeri bilinmemiş ve kısa bir süre yayınlanabilmişti. Akçura o dergiyi yapan kişiydi.

Yaptıklarını tek tek saysak uzun olur. O yüzden kısa keselim. Akçura, daha önce ‘‘Unutma Beni’’ ve ‘‘Gramofon Çağı’’ adında iki kitap yayınlamıştı. Bu üçüncü kitap da aynı formatta.

Çok eğlenceli bir şekilde yakın tarihi anlatıyor. Son kitapta da, bu işi eski reklamlar üzerinden yapıyor.

Kitapta yayınlanan eski ilanlar, sanırım kısa bir süre içinde, elektronik posta yoluyla o PC senin, bu PC benim gezmeye başlayacaktır.

Mesela benim en beğendiğim reklam ‘‘Bozkurt Tıraş Bıçağı’’ ilanı oldu.

21 Ekim 1935'te Hafta Dergisi'nde yayınlanan ilanın metni şöyle:

‘‘Milli bir bilgi ile yaptırılmış, malı ve ambalajı itibarile dünyada eşi yoktur.

Her gün aldığınız ve isimlerini anlamadığınız yabancı markalı bıçaklara artık ihtiyaç kalmadı, çünkü Bozkurt bıçağı ihtiyacınızı görecek, bununla beraber bütün mevcudiyeti seni okşayacaktır.

İsmi yüce tarihi, ambalajı sevgili yurdun, sahibi öz kardeşindir...’’

Reklam metnini hazırlayan arkadaş böyle bir gaz verdikten sonra, Bozkurt'un tıraş hadisesine getireceği yenilikleri de şöyle müjdeliyor:

‘‘1- Hiçbir bıçakta bulunmayan saf ve İsveç çeliğinden Avrupa'nın en meşhur bıçak fabrikalarında yapılmıştır.’’

Dakika bir, gol bir. Baba hani bu son derece milli bir tıraş bıçağıydı. Çelik İsveç'ten, fabrika Almanya'dan... Sen bizi yiyor musun yoksa?.. Neyse, devam edelim:

‘‘2- Sert ve yumuşak sakallar için iki çeşit yapılmıştır.

3- % 5 ikramiyelidir. Bulacağınız Bozkurt resimli koponunuzla her satıcıdan bir küçük paket bıçak alacaksınız.

4- Tıraş olacağınız günler bıçak kenarında yazılıdır...’’

Ya, ben bunu da anlamadım. Kek miyiz, çok afedersiniz? Hangi gün tıraş olacağımızı bilmiyor muyuz?..

Her neyse güzel bir ilan işte. Logosunda Sarp Sınır Kapısı'ndan giriş yapan bir Bozkurt var. Kurdun tam altında da ‘‘Made In Germany’’ logosu... Enteresan bir inandırıcılığı var yine de!..

***

Kitaba adını veren bölümde de, hikáye gibi reklam metinlerinden örnekler veriliyor. İşte o metinleri okurken kadınların güzelleşmek uğruna neler çektiklerini bir kez daha hatırladım.

Favorim Tokalon'un, ‘‘Terk Edilmiş Bir Kadın İdim...’’ başlıklı ilan metni oldu. Parantez içindeki cümleler bana aittir...

‘‘Sevgili zevcim (kocam) ve iki çocuğumun babası Nihad, bir müddetten beri benden soğumağa ve geceleri dışarıda geçirmeğe başladı. (Yenge, durumun sakat olduğunun farkında, bu iyi...)

Evde kaldığı geceler bile, bana karşı bigáne ve adeta dargın gibi duruyor. (Vay öküz!) Nihayet bir akşam, diğer bir zevcesi olduğundan bahsedince kalbim büsbütün kırılacak sandım. (Ne demek sandım? Daha nasıl bir gelişme bekliyordun yenge. Harem kurana kadar kırmam ben bu kalbi diyorsan, yanlış yapıyorsun. Adam resmen dost tutmuş be!)

Ertesi sabah hemşirem bana ziyarete geldi ve ona çektiğim bütün ıstırabları anlattım. O bana pek muhik (haklı) bir nasihatte bulundu: 'Annelik hayatı ve ev işleri yüzünü çirkinleştirdi (Ablaya bak, çatal dilli.) Hiçbir erkek evde yorgun ve buruşuk yüzlü bir kadın görmek sevmez, sakın cesaretini kırmayasın, çünkü ben, yüzündeki buruşuklukları seri ve emin bir surette izale ve taze, yumuşak ve gençleşmiş bir cild temin edecek bir usul bilirim' dedi ve her akşam yatmazdan evvel pembe rengindeki Tokalon kremini kullanmamı tavsiye etti. Hemen tecrübe ettim. Birkaç hafta zarfında bütün buruşukluklarım yok oldu. Ve bir genç kız yüzünün manzarasını aldım. Şimdi zevcim, beni evvelkinden daha fazla seviyor ve artık evden çıkmıyor... (İnşallah, yenge, bu erkek milletine yine de güven olmaz ama, sen öyle diyorsan...)’
Yazının Devamını Oku

Ancak bizim kuşak çocuğuyla geyik yapar

24 Ağustos 2002
BİR iki sene önce, 1980'ler üzerine bir yazı yazacağım. Bir yandan kendi kuşağımın hatırlayacağı orijinal hadiseleri yazayım istiyorum, bir yandan da, yeni kuşağa ‘‘Bu ne demek abi şimdi ya’’ dedirtmek... Kendime kobay olarak gazeteden 1980 doğumlu bir eleman buldum.

Oturttum bunu karşıma yazıyorum.

Mesela soruyorum buna: ‘‘Sen Commodore 64 biliyor musun?’’

Eleman cevaplıyor ‘‘Ne modor, kaç?’’

‘‘İyi’’ diyorum ve devam ediyorum: ‘‘Kajagoogoo?’’

Cevaplıyor: ‘‘Hayvan sesi mi o ağbi?’’ ‘‘Terbiyesizleşme, zopalarım seni. 'Too Shy' diye şarkıları vardı, grup o oğlum...’’

*

Böyle böyle yazıyı tamamladık.

Sonra aynı günün akşamı elemanlarla buluştuk. Bizim junior elemanla aramızda geçen konuşmaları anlattım, güldük.

Sonra Topesto dedi ki; ‘‘Bizim okulda Uçan Kafa Mehmet vardı hatırlıyor musunuz?’’

Riko'yla hemen hatırladık.

Bir gün okulun bahçesinde kale direğinin dibine ortalanan topa uçmuş ve fakat topa değil direğe geçirmişti kafasını. O günden itibaren Uçan Kafa olarak çağırmıştık Mehmet'i.

Direğe kafayı çaktığı anda bir şey olmamıştı. Ama sonra zaman içinde yaptığı bütün acayip hareketleri bu olaya bağlamıştık...

Neyse yahu; konuyu dağıtmayalım: ‘‘N'olmuş usta Uçan Kafa'ya?’’ diye sorduk.

‘‘Çocuğu olmuştu ya onun. Geçen gün muhabbet nereden açıldıysa, bizim eleman çocuğa'Biz senin yaşındayken televizyon yeni yeni çıkıyordu Türkiye'de. Renkli değildi ve tek kanallıydı televizyon o zaman’’ demiş.

Yani ancak bizim kuşaktan bir insan çocuğuyla geyik muhabbeti yapmaya kalkışabilirdi. Uçan Kafa'nın bu girişimini de malum olaya bağladık ve ‘‘Eeeee; n'olmuş çocuğun tepkisi’’ diye sorduk.

‘‘İnanmamış tabii ki Küçük Uçan kafa’’ dedi ve devam etti: ‘‘Çocuk ne renkti o zaman renksizse?’’ diye sormuş.

Muhabbet iyice yalan olduğundan kısa kesmek istiyoruz Riko'yla: ‘‘Biz son kez sorsak 'Ne olmuş netice itibariyle?' diye; sen de uzatmadan anlatsan birader’’ dedik.

Topesto toparladı: ‘‘Tutmuş televizyonun renk ayarından televizyonu siyah beyaz yapmış ve 'İşte bu renkti...' Çocuk da ağlamaya başlamış 'Babam televizyonu bozdu' diye... Tam bir aile faciası...

*

Bu kez Riko, ‘‘Tek kanalı nasıl açıklamış peki?’’ dedi.

İkimiz birden ‘‘Uzatmaaaa’’ diyerek konuyu kapattık.


Dev çileğin gölgesinde


GEÇEN hafta cuma günü, Denizlispor-Galatasaray maçı için, İzmir'den yola koyulduk...

Bir yandan İlhan Söyler ve İlyas Namoğlu'yla muhabbet ediyorum, bir yandan da etrafı seyrediyorum.

Anadolu'da karayoluyla seyahate çıktığımda hep güzel isimli yerleri not etmek istiyorum. Ama ya üşeniyorum, ya da, hımmmm üşeniyorum işte.

Atça tabelasını gördüğümde de aynı şey geçti aklımdan.

Daha sonra Atça girişinde, o mükemmel tabelayı gördüm: ‘‘Welcome To The Paris Of Turkey: Atça/ Türkiye'nin Paris'i Atça'ya Hoşgeldiniz...’’

Tabelayı gördükten 40 saniye sonra filan çıkmıştık Atça'dan. O kadar küçük bir yer. Bu arada bir de dev çilek gördüm. ‘‘Yol yorgunluğu, hayal gördüm herhalde’’ diye geçiştirdim bu durumu...

Yani, maça yetişme derdimiz olmasa, biraz vakit geçirmek isterdim Atça'da ama olmadı. Denizli'ye maç başlamadan 40 dakika önce filan varabildik.

Bizi Denizli'ye götüren şoför arkadaşa sordum: ‘‘Yahu bu Atça hakikaten bu kadar güzel mi?’’ diye sordum.

‘‘Zengin bir ilçedir. Toprağı çok bereketli’’ dedi.

Bütün cesaretimi toplayarak, ‘‘Peki çilek yetişiyor mu?’’ Atça'da dedim.

‘‘Çok güzel çileği vardır’’ dedi.

Dev çilek böylece açıklanmış oldu.

Şimdi arkadaşlar bir dahaki bienale kadar yetiştirmek istediğim bir projem var. Uygun mudur sizce de...

Daha önce Malatya'da dev bir kayısı heykeli, Aydın'da da dev bir incir heykeli görmüştüm.

Başka heykeller de muhakkak vardır. Bunları bulup yanlarında fotoğraf çektirsem, sonra da ‘‘Benim Dev Meyvelerim’’ diye sergilesem, güzel olmaz mı?..
Yazının Devamını Oku

İki fotoğraf

23 Ağustos 2002
<B>OKUNMAK </B>üzere ayrılan ve daha sonra okunmak üzere ayrılan başka kitapların arasında kaybolan bir kitap... Öyle de bir yere sıkışmış ki; çıkar çıkarabilirsen.

Kitabı okuma konusunda öyle müthiş bir istek yok aslında içimde. Ama kafayı takarsınız ya işte, ‘‘Ben bunu buradan çıkaracağım’’ diye. Tam o durumdayım.

Üsttekileri devirmeden hedeflediğim kitabı alttan çekip çıkarmam mümkün gözükmüyor. Bir elimle yukardaki kitapları itiyor, diğeriyle malum kitabı çekmeye çalışıyorum, olmuyor.

Üstteki kitaplardan, ‘‘Biraz daha zorla, bak bakalım devriliyor muyuz, devrilmiyor muyuz’’ sinyalini alır almaz vazgeçiyorum.

Mecburen, mantıklı davranmak ve üstteki kitapları bölüm bölüm indirip, alttakine ulaşmak gerekiyor. Bana imkánsız gibi gözüken bu işi 34 saniyede filan tamamlıyorum. Tembellik hakikaten zorlaştırıyor bazen işleri...

* * *

‘‘Bu kadar kafayı taktığın kitap ne peki?’’
diye soracaksınız haliyle... Hayati bir önemi yok aslında kitabın. Baskan Yayınları'nın çıkardığı yeşil sırtlı çocuk kitaplarından biri.

Tatilde evde yayılmışken bunları okumak çok güzel oluyor.

Kitabın tozunu, nasıl olsa kimse görmeyecek rahatlığıyla tişörtüme siliyorum, refleks olarak sayfalarını şöyle bir tırrrrık diye çeviriyorum.

O da ne? Bir şeyler, daha doğrusu iki tane fotoğraf düşüyor yere.

Eğilip fotoğrafları alıyorum... Vay, vay, vay!..

Tamamen unutmuş olduğum iki fotoğraf. Bir tanesinde tek başımayım. Tahminimce 9 veya 10 yaşımdayken çekilmiş.

Fotoğraf biraz yukarıdan çekilmiş. Öyleyse kesin Hisar Abi çekmiştir. Hisar Abi, Şişli'de büyüdüğüm mahallede en sevdiğimiz abimizdi. Sürekli balkondan fotoğraflarımızı çekerdi.

Bu fotoğrafta saçlarım karman çorman, elimde bir ‘‘çeyrek ekmek’’, üstümde de yakası çekiştirmekten deforme olmuş bir eşofman var. Kesin mahalle maçı sonrasında çekilmiş.

Kesinlikle o gün, ‘‘Top bel hizasının üstünden geçti, gol değildi oğlum’’ kavgası yapılmış; topun uyuz sahibi topunu da alıp, ‘‘Ben gidiyorum’’ diye çekmiş gitmiş vesaire...

Fotoğraf bende olduğuna göre, Hisar Abi çektiği fotoğrafı beğenmiş. Beğenmediklerini vermezdi bize çünkü.

Ekmeğin içinde ne var diye düşündüm. Büyük ihtimalle finger bisküvi vardır.

Mahallede ikna kabiliyeti yüksek arkadaşlardan biri, ‘‘Ekmek içinde bisküvi süper oluyor’’ demişti, biz de ona inanıp bayağı bir süre bu acayip sandviç modeline sadık kalmıştık.

Çocuk aklı işte... Bir ara da leblebi tozuyla şokellayı karıştırıp yiyorduk. Şimdi denesem kesin kusarım...

* * *

Bu fotoğraf, gördüğünüz gibi pek de hassas olmayan bünyemde duygusal tsunamiler yarattı; bir yerde hislenmiş oldum.

Fakat ikinci fotoğraf, kanımın donmasına yol açtı.

Bu fotoğraf çekildiğinde, belli ki sıpalıktan eşekliğe doğru ilerleyen yolda pergelleri iyice açmışız...

Yaşımız 15-16 filan. 1980'lerin ilk yarısı.

Kılık kıyafetin korkunçluğunu anlatmakta güçlük çekiyorum. Benim üstümdeki montu; bugün donma tehlikesi içindeki birine uzatsanız ‘‘Yahu, sağol birader, ben böyle iyiyim’’ der ve giymez.

O kadar feci bir şey. Her yerinden bir şey sarkıyor. Dar paçalı pantolona, kenarını boyayacağım diye canına okuduğum artist model bir Adidas eşlik ediyor. Atkımın rengi kırmızı.

‘‘Allahım, ne olursun atkıda bir de sarı nokta keşfedeyim; belki o gün maça gidiyordum’’ diye ümitlendim ama yok... Atkı net ve sarih bir şekilde cart kırmızı.

Kırmızı atkı takınca insan ölmüyor biz de biliyoruz ama, montun rengi de yeşil mi ne?...

İçimi tek rahatlatan şey, yanımdaki elemanların da benden aşağı kalır yanlarının bulunmaması.

Hele iki tanesi (isim vermeyeyim, tanıyan çıkar) var... Anlatılmaz, yaşanır. Elemanlar break-dance pozisyonunda poz vermişler.

Zımbalı kot giyen bir arkadaşımız da var aynı karede.

Fotoğrafın beni dehşete düşürmesinin asıl nedenini açıklayayım. O günü çok net hatırlıyorum. O yıllarda normalde ya okul kıyafeti olurdu üzerimizde, ya da basketbol oynarken giydiğimiz eşofmanlar.

Böyle soytarı gibi giyindiğimiz gün okul çayına gidiyorduk.

Fotoğrafta benimle birlikte yer alan arkadaşlarımın şu anda endişeyle okuduklarını biliyorum bu yazıyı...

Merak etmeyin çocuklar; o çayda yaşananlar o zaman söz verdiğimiz gibi bizimle birlikte gidecek bu dünyadan. Heh, heh!
Yazının Devamını Oku

Gırgır Ali, Çarşaf ve Fırt hadisesi

17 Ağustos 2002
ŞİMDİ hafiften Ali Atıf Bir'in alanına dalmış olacağım ama bu reklamdan bahsetmezsem çatlarım. Dışarıdan bakıldığında ev hapsi izlenimi veren fakat benim çok mutlu olduğum izin günlerimde, haliyle televizyon da seyrettim.

NBA kazığı hikayesinden sonra DigiTürk'le selamı sabahı kestiğimden, antenimizin tanıdığı imkanlar dahilinde televizyon seyrediyoruz zaten. Onun da kapasitesi belli. Neyse ki sevdiğim birkaç kanal var, onları da seyredebiliyorum.

Reklamlar başladığında zap yapanlardan değilim. Zaten uzaktan kumanda bozulduğundan beri, cihazı manuel yöntemle idare ettiğimden bir kanalı açtığım zaman ‘‘Sarı Tebessüm’’ gibi, ne bileyim işte karın kası yaptığı iddia edilen maytap aletin tanıtım filmi gibi çok ıztırap verici bir gelişme olmazsa kanal değiştirmiyorum.

* * *

Neyse işte televizyon ekranı karşısında şuursuzluk ırmaklarında sürüklenip dururken yine reklamlar başladı. Eşarbı bacağından kaydıran kadın, ‘‘İbo buuda heeşey vaa mı?’’, futbol oynayan inekler gibi tanıdık simalar birer birer geçmeye başladı.

Aynı reklamı seyretmekten de sıkılıyor ve yeni bir reklam seyretmek istiyor insan arada.

‘‘Hah! Bunu seyretmedim işte’’ dedim Eti Form reklamını görünce.

Reklam şöyle. Hafif toplu bir hanım alış veriş yapıyor. Tam o esnada içeri manken gibi (Eh, zaten mankendir herhalde, lafa bak şimdi) bir hatun giriyor.

İçeri girmekle kalmıyor, bir de avuç içi kadar bir kıyafet alıp dalıyor kabine. Balıketli hanım ‘‘Ben de deneyeyim anasını satayım’’ deyip, aynı kıyafeti denemeye karar veriyor.

Hafif esneterek filan giyiyor kıyafeti, sonra kafayı kabinden çıkarıp mankene bakıyor. Obaaaaa! Hakikaten süper olmuş kıyafet. Bir de kendine bakıyor, olmamış. Eliyle tezgahtara ‘‘Bunun boyuna çizgilisi var mı?’’ diye sorarken reklam bitiyor. Kıssadan hisse: Eti form yersen güzel ve ince, yemezsen şişko olursun... Eh, bu mesajı böyle vermek çok ince bir hareket mi şimdi...

* * *

Ne var bunda diyebilirsiniz. Aynı ürünün bir diğer reklamına daha denk geldim. O daha da feci.

İki kadın asansöre doğru yürüyor. Kahramanlarımızdan biri yine balıketli, diğeri de tabii ki ince...

Balıketli hanım, önce davranıp bir kişilik yer olan tıklım tıkış dolu asansöre kapağı atıyor. Elinde Eti Form olan ince kadın dışarıda kalıyor.

Asansörün kapısı kapanıyor ve alarm çalmaya başlıyor: ‘‘Fazla Yükleme!’’

Kapı açılıyor, balıketli kadın iniyor, ince kadın biniyor ve Eti Form'unu ısırarak dışarıda kalan ‘‘rakibesine’’ sırıtırken reklam sona eriyor.

Yani bu kadar mı kırıcı bir reklam olabilir.

* * *

Ali Atıf Bir'e danışsa mıydım yazmadan önce bu yazıyı diye düşünüyorum bir yandan. Ama bir hata yaptıysam zaten arar o herhalde...

Reklam hadisesine girmişken, endişeyle izlediğim bir reklamdan daha bahsedeyim...

Bu reklam güzel bir reklam, ama endişemi sizinle paylaşmam da şart. Tişörtüne sürekli puan yapışan kızın olduğu bir reklam var hani...

Şimdi arkadaşlar, bu kız o puanları alıp duruyor. Fakat bu harcamaları karşılayacak olan eşin, sevgilinin veya peder beyin durumunu kim düşünüyor? Sorarım size kim?!

Şimdi ‘‘Kendi kazandığını harcıyor belki. Sana ne, kime ne?’’ diyebilirsiniz.

Hayır efendim. Ben hayatta böyle bir iş görmedim. İstanbul, Ankara, İzmir gezip duruyor. Her gittiği yerde, aklına ne eserse alıyor. Çalışan bir insanın böyle gezmeye imkanı var mı? Hem Ankara'da da aynı kıyafet, İstanbul'da da, İzmir'de de...

Bir de başka bir nokta daha var. O kadar şey alıyor ama elinde bir torba bile görmedim... Ama belki de arabasına bırakıyordur. Bak öyle olabilir aslında...

* * *

Reklam konusunu burada kapatayım ben artık ve size bu reklamları seyrettikten sonra başlayan ve günümü şenlendiren ‘‘İstasyon’’ filminden bir diyalogla veda edeyim.

Filmde Cüneyt Arkın (Gırgır Ali), Hülya Koçyiğit (Adını unuttum ama şarkıcı rolünde) ve bir kurt köpeği (Adı Çarşaf) var..

Gırgır Ali, ünlü bir şarkıcı olan Hülya Koçyiğit'i kaçırmış, otomobille ilerliyorlar.

HK: Çok şakacısınız.

CA: (Otomobili kullanırken nasıl çıkartıyorsa bir tane Gırgır dergisi çıkartıyor) Hayır, şakacı değilim, Gırgır'cıyım. Gırgır Ali... (Köpeği işaret ederek devam ediyor) O da Çarşaf, Çarşaf dergisi okur...

HK: (Bu dumur verici açıklamanın ardından kendisini otomobilden aşağı atar herhalde düşündüğüm anda HK da katılım gösteriyor) O zaman ben de Fırt'çıyım...

Allahım, güzel allahım!
Yazının Devamını Oku

İstanbul'da tatil

16 Ağustos 2002
NORMAL insanlar, yaz mevsiminde tatile çıktıklarında ne yaparlar? Bütçelerine göre bir tatil planı hazırlar; şortunu, havlusunu, ne bileyim işte çiçekli tişörtünü filan giyip, tenini tuzlu suya bastırmaya gider değil mi? Ben 10 gün boyunca (İki gün hariç, onu sonra açıklayacağım) evde oturdum. Demek var bir anormallik. Bana sorarsanız yok da, eş dost, bu durumun pek normal olmadığını söylüyor.

Evde tatil yapmamın gayet mantıklı bir açıklaması var aslında. Yıl içinde çoğu futbol amaçlı 30 civarında seyahate çıkıyorum.

Ha, bunların çoğu iki günlük, üç günlük hadiseler fakat bir şekilde sürekli mobilize yaşıyorum işte.

Bu durumda ne oluyor? İnsan evini özlüyor. Geçen sene yaptığım bir hesaba göre, evi boşaltıp Çırağan'a yerleşmem durumunda aylık barınma harcamamda pek bir fark oluşmuyordu mesela.

Sonra efendim, bir de işin üşengeçlik kısmı var. İzne çıkma kararı aldıktan sonra ‘‘Ağbi ben şimdi bu tatilde ne yapsam’’ diye düşünmeye bile tahammülüm yok.

Haaa, izne çıkma kararı aldığım anda zınk diye Mazı'ya ışınlansam, sonra ‘‘Dinlendim ben artık; modern hayatın yükünü omuzlarımdan attım’’ dediğim anda da eve ışınlansam mesele yok.

Ama o aradaki dönemi yaşamak istemiyorum. ‘‘Nereye gideceğim, nerede kalacağım, gittiğim yerde çok çocuk olur mu, o çocuklar ne kadar gürültü yapar, anneleri döver mi, döverse ortalama ne kadar ağlarlar’’ gibi şeyleri düşünmek bile kasıyor.

* * *

Evde tatil yapmanın avantajları ise say say bitmiyor. Bir kere tatile çıktığınızı bilen insanlar, ‘‘Bu adam nasıl olsa Ege'de bir yerlerdedir’’ diye aramıyorlar.

Aranmayınca da bulunmuyorsunuz, bulunmayınca da manasız plan ve programlara katılmak zorunda kalmıyorsunuz.

Bulsalar da gönül rahatlığıyla ‘‘Ben şimdi Guadaloup'tayım. İki deniz kaplumbağasıyla muhabbet ediyorum. Dördüncüyü bulursak okeye oturacağız’’ gibi yalanlar sıkabiliyorsunuz.

‘‘Eh kardeşim, tamam evde oturuyorsun da bütün gün ne yapıyorsun?’’ diyeceksiniz.

Evde olduktan sonra yapacak şey bulmakta hiç zorlanmıyorum vallahi. Program belli: Her sabah kalkıp, gazete satmayan komşu bakkala nefretle bakıp, gazete bayiine gidiyorum.

Evde gazeteleri okuyup, canımı iyice sıktıktan sonra kendi kendime dj'lik yapıyorum bütün gün. Kendine müzik yapmak süper oluyor. İstediğin şarkıyı 10 kere dinleyebiliyorsun, istemediğin şarkıyı hiçbir vicdan azabı duymadan vort diye ortasından kesebiliyorsun ve bundan mutlu oluyorsun.

Sonra birikmiş kitaplara dalıyorsun; yığılma nedeniyle gereken ilgiyi gösteremediğin, rahat rahat okuyamadığın Tex, Dylan Dog, Martin Mystere, Karaoğlan, Mister No, Sin City albümlerini zamana macun gibi yaya yaya okuyabiliyorsun.

Saat 19:00-22:00 arasını CNBC-'ye ayırıp Simpsons, Married With Children, Seinfeld ve Buffy The Vampire Slayer'ı gerine gerine, kahkahalar atarak seyredebiliyorsun.

Gündüzler için alternatif programlar yapıp İstanbul'un tadını da çıkarabiliyorsun tatil yapmak için bu güzel kenti terk etmezsen.

Mesela Galata Köprüsü'nün altına gidip, gazeteni kitabını orada yeni açılan kahvede okuyabiliyorsun. Hem eski güzel Köprüaltı günlerini anıyorsun hem de kafanı her kaldırdığında Topkapı Sarayı'nı, Boğaz'dan geçen gemileri görüp bu kentte yaşadığın için ne kadar şanslı olduğunu düşünüyorsun.

Veya komşun Latif'e gidip, biralanırken ve Ajda Pekkan'ın best of'unu dinlerken gaza gelip Açık Hava Tiyatrosu'na gitme kararı alıyorsun. İyi de yapıyorsun.

Gördüğünüz gibi yapacak şey çok. İstanbul'da turist gibi takılmak şahane oluyor. Samimi şekilde tavsiye ederim. Türkiye'nin en pahalı kentinde yaşayabilmek için hepimizin canına okunuyor. O zaman tatilinizin en azından bir bölümünü, tıpkı benim yaptığım gibi, dünyanın en güzel şehrine ayırın.

Canınız çıkana kadar çalışarak yaşayabildiğiniz bu kentin turist olarak tadını çıkartın.

* * *

Gelelim yazının başında söylediğim iki günün hesabına. Yoğun eş dost baskısıyla iki günlüğüne uzaklaştım İstanbul'dan. Sırf millet mutlu olsun diye, adet yerini bulsun diye canım tatilimi bölüp Ege sularına şöyle bir dalıp yeniden İstanbul'a, evime, döndüm.
Yazının Devamını Oku

Önce kadınlar ve çocuklar

3 Ağustos 2002
TOPESTO, ne zaman başladığını şimdi hatırlayamadığım, ne zaman biteceğini kendisinin de bilmediği tatilini sürdürüyor. Riko ise Büyük Britanya'daki görevine devam ediyor.

Yani klasik üçlü, uzuuuuun, çok uzun süredir bir araya gelemiyor. Arada canlı bağlantı kurarak en azından nefes alıp almadığımızı filan kontrol ediyoruz ama oturup iki bira eşliğinde geyiğin boynuzunu kıramadıktan sonra neye yarar ki...

Yedek kadrolarla filan çalışmalar oluyor tabii, ama çekirdek kadronun yerini tuttuğunu söylemek zor.

Bir yerde arkadaş özlemi çekiyoruz yani.

*

Geçenlerde Latif'le çıktığımız ‘‘yurt gezisi’’ni tamamlayıp İstanbul'a dönmüşüz. O kadar günü bir arada geçirdikten sonra bir süre görüşmeyelim demiş ve birbirimizden hızla uzaklaşmışız.

Tam ‘‘Bir dost bulamadım gün akşam oldu’’ ruh haliyle eve dönerken cep cihazı öttü.

Karşıdan o bildik ses geldi: ‘‘N'aaaaber bilader?’’

Riko biraderimiz Londra'dan aramakta. ‘‘Eyvallah usta; senden n'aber? Kraliyet Ailesi'nden bir hatun filan araklayabildin mi? Kurtarabilecek misin bizi de?’’ dedik.

‘‘Yok be bilader. Kraliçe'ye ulaşmaya çalışıyorum hala ama kapıdaki püskül kafalar salmıyorlar içeri; nıhahahaa!’’ dedi.

Belli ki keyfi yerinde Riko'nun: ‘‘Sen bir dökül bakalım. Böyle ekstra keyif nereden geliyor?’’ dedim.

‘‘Yok bir ekstra durumumuz. Normal şartlar altında sürünüyoruz Britanya'da’’ dedi.

‘‘Yok, yok... Sen bir öksür bakalım. Manital vaziyet mi var yoksa?’’ diye sordum.

‘‘Hayır bilader. Dediğimiz gibi hedef büyük. Yekten Kraliçe'ye çalışıyorum. Fakat hayırlı bir haberim var, onun için aradım zaten’’ dedi.

*

Şimdi, arkadaşlar; Riko'nun hayırlı haber konsepti biraz farklıdır. Mesela, Büyük Britanya'da bileğinin hakkıyla kazandığı harika işi, dünyanın en normal hadisesiymiş gibi duyurur.

Öte yandan, kapanan telefonunun açılmasını 40 gün 40 gece kutlamaya kalkar.

‘‘Nedir hayırlı haber’’ dedik, önceki deneyimlerimize dayanarak hafif tırsaki pozisyonda.

‘‘Memlekete dönüyorum’’ dedi.

‘‘Kesin dönüş mü?’’ diye sordum bu kez.

‘‘Yok, tatil amaçlı’’ dedi.

‘‘Mandakasa Mercedes yapıp, Kapıkule'den giriş yapacaksan, karşılama komitesi oluşturalım’’ dedim.

‘‘Hayır bilader... En ucuz bilet Azerbaycan Havayolları'nda. Büyük ihtimal onunla geleceğim’’ dedi.

‘‘Böyle lüzumsuz bir detay yerine, geleceğin tarihi alsak da ona göre tedbirlerimizi artırsak’’ dedim.

‘‘Eylül ortası. Fakat önce İzmir, sonra İstanbul’’ dedi.

‘‘Bekliyoruz usta. Gelirken bir şişe malt kap bari, burada parçalarız’’ dedim.

‘‘En kralından’’ dedi.

‘‘Eyvallah’’ dedim.

*

Riko'nun geliş tarihinin belli olması pek çok açıdan önemli. Elemanın aylardır memleketten uzak olduğunu göz önüne alarak, vereceği zararları hesaplamak ve önce kadınları ve çocukları tahliye etmek gerekiyor.

Sonra buna 15 günlük program yapılacak. Perşembe günlerine yancı yazıla yazıla asıl kadroya geçen kızlara ‘‘Haydi bakalım, gün bir işe yarama günüdür. Güzelim sen yalancı dolma yapıyorsun. Senin vazifen kuru köfte’’ şeklinde görev dağılımı yapılacak...

Neyse. Gelsin de eleman, yalancı dolma filan kolay. Şimdi Topesto'ya Eylül ayı ortalarında İstanbul'da toplanılacağını duyurmak gerekiyor.

Nereden bulacaksak?..




Size doyum olmaz

Arkadaşlar. Malumunuz lig başlıyor. Lig başladıktan sonra hayatımın gelecek 34 hafta sonu ne yapacağım belli. Ali Sami Yen senin, Trabzon Avni Aker benim geziyoruz.

Bu arada ne oluyor? Hem sevdiğimiz bir işi yapıp Galatasaray'ı takip ediyoruz, hem de yoruluyoruz.

Bu sebepten, arabanın yürümesi için bir mola vermek, biraz bakım yaptırmak gerekiyor.

Lig başlayana kadar 1 hafta müsaadenizle dükkanı kapatıyorum. Bu da şu anlama geliyor: 12 Ağustos'ta Hürriyet'in spor sayfasında Galatasaray-Samsunspor maçıyla ilgili yazacağımız yazıya kadar benden umudu kesiniz.

Dükkan tadilat görüyor yani sizin anlayacağınız...

Bana iyi tatiller...
Yazının Devamını Oku