ÇARŞAMBA akşamı, Saitama Stadı'nın önündeyim. İnsan Japonya'da, kendini Brezilyalı sanan binlerce Japon'un arasında biraz tuhaf hissediyor.
Sırtına Rivaldo, Ronaldo, Roberto Carlos forması geçiren Japon arkadaşlar, bir de akıl karıştırmak için sizi görünce ‘‘Turkuo, Turkuo’’ diyerek tezahürata başlıyorlar.
Biz de tutup ‘‘Birader sen Japon musun, Brezilyalı mı? Önce ona karar ver. Sonra beraber tezahürat yaparız. O kolay.’’ demiyoruz tabii ki. Aynen sırıtarak cevap veriyoruz: ‘‘Arigato koç!’’
Maç başlamadan önce fazlasıyla sakiniz. Kendimize güvenimiz tam. Hatta, stada erken geldiğimizi, bu suni Brezilyalı ekibin göstermelik olduğunu, Türk dostu Japonların Tokyo'da toplanıp toplu halde geleceklerini ve seyirci desteğinin ‘‘fifti fifti’’ olacağını filan düşünüyoruz. Fakat bu düşüncemizin ne kadar gazoz olduğunu anlamak için çok fazla beklememiz gerekmiyor.
Maçın başlamasına 5 dakika kala, kendine Brezilyalı efekti vermiş on binlerce Japon'un ortasındayız. Eh, salak sayılmayız. Anlıyoruz seyirci desteğinin Brezilya'dan yana olduğunu.
İçimizden ‘‘Allah rahmet eylesin, Barış Manço şu manzarayı görse herhalde çok üzülürdü’’ diyoruz sadece.
Milli Takım maça aslanlar gibi başlıyor. Kendilerine güvenleri tam ve bu durum beni tuhaf bir şekilde gururlandırıyor. Ama bir yandan da feci tedirginim. Yanlış anlaşılmasın, bu tedirginliğin maçla alakası yok. Beni tırstıran şey, stattaki iki dev ekran. Hani millet maç oynarken kameraman tarafından yakalanıyor ve o görüntü önce dev ekrana, oradan da televizyona aktarılıyor ya... İşte ben çok salak bir pozisyonda o hale düşeceğimden korkuyorum. Düşünsenize, bunca yıllık tribün kariyeriniz var. Ve siz, bilmem kaç bin Brezilyalının arasında hamburger yerken araklanıveriyorsunuz kameraya.
Eş dost görse, bir zararı yok. Ama televizyonunun karşısında sırtını kaşıya kaşıya oturan elin İzlandalısı, beni niye öyle görsün değil mi?
* * *
Bu arada gözüm bir maçta, bir de hemen önümdeki Brezilya yedek kulübesinde. İki şeyi hemen söyleyeyim: Brezilya Teknik Direktörü Scolari maç boyunca yerinde oturamadı korkusundan. Bu da çok hoşuma gitti tabii ki. Hakan'ın volesinde adamın rengi káğıt gibi oldu mesela. Bir de, Ronaldinho çok artist ve şımarık bir insanmış. Üzüldüm yaptığı hareketleri görünce. Her neyse, ilk yarı bitti ve ben sigara içilen bölüme doğru yola koyuldum. En az Türkler kadar sigara içen Japonların futbol maçı oynanan statta sigarayı yasaklamaları ayrıca enteresan ama, saygı duyuyoruz. Söyleyecek bir şey yok.
Sigara içilen bölümde yanıma bir İngiliz geldi ve ‘‘Türk'sün galiba’’ dedi. Alnımda Türk yazmıyor ama, şapkamın alnıma denk gelen bölümünde bir Türk bayrağı var. Uzatmayalım, cevap olarak ‘‘Yes birader’’ dedik. Eleman İngiliz değil, İskoçyalıymış; Glasgow Rangers taraftarı. ‘‘İskoçya yok ki bu sene kupada. Sen niye geldin dünyanın bir ucuna?’’ diyecektim ki, yıllarca Türkiye katılmasa da Dünya Kupası'na gidip gelen vatandaşlarımızı hatırlayıp utandım kendimden ve sustum.
İskoç arkadaş ‘‘Takımınız harika’’ diye söze girdi ve göğsümü kabartana kadar susmadı. Bu arada bir-iki Japon da yancı oldu. Onlar da ‘‘Hai, hai Turkuo hai’’ diye onay veriyor İskoç'a. ‘‘Bence siz yenmelisiniz’’ dedi İskoç ve devam etti: ‘‘Pazar günü Almanya'nın hiç şansı yok.’’ Ben de gaza geldim ve ‘‘Sen ne güzel bir insanmışsın be İskoç. İnşallah Rangers 10 sene üst üste şampiyon olur’’ dedim.
İkinci yarı malumunuz. Gerektiği gibi ve bence çok iyi oynadık. Ama asabi forvet Ronaldo'ya yenik düştük.
* * *
Maçtan sonra Hamamatsuço, Uyeno, Uji, Akabena, Şinagava gibi Japonlara göre normal, fakat benim kendime karşılarında son derece Japon hissettiğim tabelaları seyrede seyrede trenle otele döndüm. Keyfim yoktu ama, iyi bir takımım vardı. Pazar günü Yokohama'da Türkiye ile Almanya, Dünya Kupası finali oynayacaktı. Ona hazırlamıştım kendimi. Ama olmadı işte. Olsun, 2006'da Almanya'da Brezilya'yla final oynarız. Bu düzenlenen son Dünya Kupası değildi ya! Böyle hafif melankolik halde şehre vardım ve otelin yanındaki bir bara kafadan daldım.
Baktım Japon barmen Rivaldo forması giyiyor. Sırıtarak yaklaştım ve ‘‘Naber lan Rivaldo-San. Ver bakalım bir bira’’ dedim. Rivaldo-San şaşkın vaziyette Japonca ‘‘Ne buyurdun?’’ diye sordu. Ben yine sırıtarak ‘‘Yok bir şey Rivaldo-San. Bir bira uzat, gerisine karışma’’ dedim.