2 Ağustos 2002
BİN taraftar o gün çocuklar gibi şendik, bin taraftar o gün dev gibi bir vadiyi geçtik. Galatasaray tarihi, önceki gün Olimpiyat Stadı'nda Olympiakos'a karşı oynadığı maçı, bir destan olarak yazacak.
Filmi başa saralım ve çarşamba akşamı neler oldu bir kez daha gözden geçirelim.
Galatasaray taraftarı takımını özlemişti. Yeni transferleri İstanbul'da seyredecek olmak ve efsanevi patronu Fatih Terim'i yeniden takımın başında görmek için sabırsızlanıyordu.
Maçın Olimpiyat Stadı'nda oynanacağı netleştiğinde aslında hemen herkes ıstırap çekeceğini biliyordu.
Ama nedir; yıllardır bağırmış bu taraftar ‘‘Cimbombom nerede, biz oradayız’’ diye. Şimdi açılış maçında mı yalnız bırakacaktı.
* * *
Gazeteden tedbirimizi alıp maçın normal başlama saatinden iki saat önce yola koyulduk. Trafik sıkışıklığının ilk belirtileriyle, umduğumuzdan erken karşılaştık.
45 dakikadır aynı noktada durduğumuzu fark edince, araçtan inip yürüme kararı aldık. Polisler de dahil kimse bu bölgeyi tanımıyor. Dolayısıyla, ‘‘Stada daha ne kadar var birader?’’ diye sorduğumuz herkes, ‘‘Ben de muhite hakim değilim usta’’ diyor.
O vadiye giden yolu ilk kim keşfetti, onun peşine ilk kimler katıldı, bizim ekipten kim ‘‘Buradan gidiyor herkes’’ dedi şimdi tam hatırlamıyorum.
Fakat vadiyi çok net hatırlıyorum.
Vadi diyerek, coğrafi açıdan bulunduğumuz pozisyonu abarttığımı sanmayın. Geçtiğimiz yerin tüm dillerdeki coğrafya kitaplarındaki karşılığı ‘‘vadi’’dir.
Bir şehir insanının açık arazide mesafe tahmini yapması pek kolay olmuyor. Bunu hemen önümde yürüyen genç arkadaşın, ‘‘Ne var len burada, 10 dakikada karşı tepedeyiz’’ demesinden anladım.
10'uncu dakikanın sonunda net bir şekilde keçi olduğu anlaşılan canlıya ‘‘Şu kuzular da çok şirin oluyor... Stad nerede, stadı kaybettik...’’ diyordu aynı arkadaş.
* * *
Bu arada muhitin çocukları biraz da şaşkın vaziyette halimize bakıp bakıp eğleniyordu. Şöyle düşünmenizi rica edeceğim. Vadi manzaralı gecekondunuzda o güne kadar mümkün olan en normal şartlarda yaşamışsınız.
Bir akşamüstü, binlerce sarı-kırmızı giyinmiş insan evinizin önünden nefes nefese geçmeye başlıyor.
O hap kadar çocuklar bu durumu nasıl algılamıştır, büyüdüklerinde bu hiper enteresan olayı nasıl hatırlayacaktır bilemiyorum.
* * *
Önümde yürüyen coğrafyadan nasibini almamış çocuğun yaptığı bir espri, benim kafadan 2-3 dakika kaybetmeme yol açtı. Tam böyle kazların yanından geçerken çocuk bir anda ‘‘Dağ başını duman almış/ Olimpik dere durmaz akar/ Hakem düdüğü şimdi çalar/ Hızlanalım arkadaşlar’’ diye başladı.
Yanındaki de ‘‘Yıllarıdr tribünde söyleyip duruyordun 'Yürüyelim arkadaşlar' diye, yürü bakalım şimdi...’’ dedi.
* * *
Olimpik stad, insana optik bir problemi olduğunu düşündürüyor. Çünkü stad sürekli gözünüzün önünde ama siz bir türlü ulaşamıyorsunuz.
Arada umudunu kaybedenler olduğunda, ‘‘Usta, dönsen de o kadar mesafe yürüyeceksin, ileri doğru yürü en azından stadda dinlenirsin’’ diye cesaretlendirdik.
Vadinin iniş kısmını bitirdiğimizde şöyle bir dönüp arkamıza baktık. Binlerce insan patikalardan aşağı doğru inmeye çalışıyordu.
''Futbol sevgisi hakikaten engel tanımıyor'' diyerek derenin üzerindeki minik bile denmeyecek köprüden geçmek üzere sıramızı beklemeye başladık. Köprü 3 metre uzunluğunda ve 1 metre genişliğinde. Binlerce kişinin oradan geçme süresini hesaplamayı size bırakıyorum.
Köprü sonrasında tırmanışa geçildi. Bu arada yutulan tozun ve bu tozun içinde neler olabileceğinin hesabını da yapmak istemiyorum...
Tırmanış etasıbını da tamamladıktan sonra tuhaf dekatlonumuzun son etabına, yani kapılarımızı bulmaya geldi sıra.
Kapıyı bulana kadar stadın etrafını da tavaf ettik tabii ki. İçeri girildiğinde (Tabii başarabilen şanslı taraftarlar için söylüyorum) kimse de ‘‘Cimbombom’’ diyecek nefes bile kalmamıştı.
Zaten desen ne olacak, ses olduğu gibi havada eriyor...
* * *
Bu deneyim Galatasaray açısından tek bir açıdan faydalı olmuştur. Nedir o fayda diyeceksiniz. Hemen açıklayalım. Galatasaray taraftarı önceki geceki performansıyla yeni sezona kondisyon açısından tamamen hazır olduğunu göstermiştir.
Stada ulaşabilen Galatasaray taraftarını bu vesiyelye bir kez daha tebrik ederim...
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2002
FANATİK Gazetesi, bir süredir süper bir kampanya sürdürüyor. Aslında kampanya demek doğru değil, fakat aklıma mevzuyu karşılayacak başka kelime gelmedi. Fanatik, Süper Lig'in başlayacağı gün için geri sayım yapıyor. Kullandıkları slogan, askerlikte tezkere günü için yapılan geri sayımı temsil eden ‘‘Şafak...’’
Bugün, ‘‘Şafak 13’’ diye çıktılar mesela.
Bir futbolseverin ruh halini bu kadar iyi yansıtan bir slogan zor bulunur herhalde. Fanatik ekibini kutlarım.
*
Futbola meraklı olmayan birine sözlerimin çok abartılı ve tuhaf geleceğini biliyorum. Fakat futbol meraklılarının sezon sonuyla, yeni sezon arasında yaşadığı yalnızlık o kadar dramatiktir ki.
Bu sene Dünya Kupası vardı. Milli Takım da çok iyi gitti diye biraz olsun rahatladık.
Ama ya önümüzdeki sene ne olacak?
Geçenlerde kendimi plaj futbolu seyrederken yakaladım.
Plaj futbolu elbette oynaması zevkli bir spor hadisesidir ama normal bir futbol meraklısı için, badminton veya neydi o buz üstünde elinde süpürgeyle yapılan spor; işte ondan bir farkı yoktur.
*
Arada internet sitelerine girip geçmiş yılların gollerini filan seyrediyorsun ama kesmiyor. Dondurulmuş gıda tadında oluyor.
Lig TV var gazetede. Orada ‘‘Futbol Nostaljisi’’ adı altında eski maçları yayınlıyorlar. Bazen hiper alakasız maçları bile oturup seyrediyorum.
Mesela, demin TRT 3'te, Galatasaray'ın Sakaryaspor'la 1987-1988'de oynadığı maçın özetini veriyorlardı. Yazıyı yarıda kesip onu seyrettim.
Merak edenler için söyleyeyim. Galatasaray, Tanju'nun iki golü ve Yusuf'un golüyle 3-0 öne geçti. Sonra Sakaryaspor'dan Sinan, takımının şeref golünü kaydetti.
Yaa, bakın futbolsuzluk adamı ne hallere düşürüyor.
*
Hazırlık maçları bir nebze ilaç oluyor sezon öncesinde. Mesela Galatasaray'ın Grasshoppers maçını sabırsızlıkla bekliyordum. Ama ne oldu, Grasshoppers'ın tırsaki teknik direktörü, oyuncuları sakatlanabilir diye maça çıkmayacaklarını açıkladı.
İsviçre takımları bir türlü Şampiyonlar Ligi'ne çıkamıyor. Ama olur da bir gün Galatasaray'la eşleşirse, çekecekleri var benim gözümde.
Böyle futbol özlemiyle yanıp tutuşurken, pek sevdiğimiz bir biraderimizden mesaj geldi. Mesaj aynen şöyleydi: ‘‘Londra'dayım. Sana bir kitap aldım. Pazartesi yollarım...’’
Bu sevgili arkadaşımız, Galatasaray'ın yeni yöneticilerinden Orhan Yüzen. Ama biz yöneticiliğinden önce tanışıyoruz. O sebepten kitap herhangi bir mevzuda olabilir.
Orhan, ilgi alanlarımızı bildiğinden, seri cinayetlerden tutun da, eeeeeee başka neyle ilgilenirim ben, çizgi romana kadar herhangi bir mevzuda kitap almış olabilir.
Pornografik bir hadise de olur, müzik de olabilir.
Ben merak içinde kitabın yolunu gözlemeye başladım haliyle.
*
Paket geldi sonunda. Heyecan içinde açtım. ‘‘Barça’’ diye bir kitap.
Kitap, adından da anlaşılabileceği üzere (Futbolla ilgisi olmayan biri nereden anlayacak, saçmaladım işte) ‘‘Barcelona’’yla ilgili.
Orhan'la bu konuyu konuşmuş muyduk hatırlamıyorum. Ama İspanya Ligi'nde favorimizdir Barça. Nasıl Almanya'da St. Pauli'yi (Düştüler ya bu sene, yazık oldu), Arjantin'de Boca Juniors'u, İskoçya'da Celtics'i filan tutuyorsak, İspanya'da da Barça'yı tek geçiyoruz.
Kitabı Jimmy Burns yazmış.
Baktığında bir futbol kulübü üzerine yazılmış, haliyle futbol kitabıdır diyorsun.
Fakat satır aralarında İspanya tarihini de okuyorsun, Katalanya'nın asi ruhunu da...
Okuyup bitirelim, belki Tribün Dergisi'ne bir yazı çıkarırız.
Bu arada Tribün de çıksın artık. Bekle bekle, patladık sıkıntıdan.
*
Yahu, bu arada 1987-1988 Beşiktaş-Galatasaray maçının özetlerini vermeye başladı TRT 3. O zamanlar maç yayınları ne komikmiş. İsmail Galatasaray'ın golünü attı. Tribüne koştu ve yerde kaydı. Arkadaşları da koştu kutlamaya. Yerde seviniyorlar. O sırada TRT muhabiri daldı aralarına ve İsmail'e mikrofonu uzatıp sordu: ‘‘İsmail nasıl oldu gol?’’ İsmail cevapladı: ‘‘Harika!’’ Ne kadar acayip geliyor şimdi değil mi?
Maçı soruyorsanız. Ben o gün İnönü'deydim. 2-2 bitmişti.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2002
<B>ÖNCE </B>bir küçük özürle başlayalım. Normal şartlarda çarşamba gecesi, başka gazete ve dergilerden müzik yazarlarıyla birlike, Galatasaray'daki Shaft'ta, DJ'lik yapacaktık. DJ'lik derken, tutup vıcı vıcı plak paralamayacaktık tabii ki. Evde ne dinliyorsak, sevdiğimiz şarkılar neyse, onlardan 10-15 tane seçip çalacaktık.
Fakat olmadı. Daha önce yapılan duyurularda adımız çıkmıştı ama biz o gece, Shaft'ta bulunamadık.
Niye mi?
***
Şöyle söyleyeyim: Olay gerçekleşirken benim bulunduğum nokta, Shaft'a biraz ters kalıyordu.
Hürriyet, ‘‘Liderlerden önce Hürriyet gidiyor halka’’ diye bir dalga çıkardı ya. Onun için Latif Demirci'yle birlikte yola koyulmam gerekti.
Şimdi filmlerde olduğu gibi, yazı hızla dönsün ve biz olayın başladığı ana dönelim.
***
Geçen hafta, eve ısrarla gazete getirmeyen bakkala söylene söylene bayiye doğru yola çıktım. Gazeteleri topladım ve gazete getirmeyen bakkala inat, yine gazete satmayan ama benim eve uzak kaldığı için pek kullanmadığım bakkala girip lüzumu tartışılır şeyler alıp eve döndüm.
Hürriyet'in sürmanşetinde ‘‘Liderlerden önce Hürriyet gidiyor halkın nabzını tutmaya’’ başlığını gördüm.
Hafiften irkildim. Şimdi böyle bir durum varsa, benim de yola koyulma ihtimalim var.
Yoldan bir korkumuz yok. Zaten Cimbom peşinde geçiyor ömrümüz. İşin ucunda Cimbom oldu mu, yol fark etmiyor, o nerede biz orada. Seviyoruz işte.
Fakat gidip seçim bölgelerinde, ‘‘Nedir Cimbom'un şampiyonluk ihtimali sayın vatandaş?’’ anketi yapmayacağız.
Ben bu konu üzerine yoğunlaşmış düşünürken beklenen telefon geldi gazeteden.
Manasız cümle israfını engellemek için, ‘‘İstikamet veriniz yeter’’ dedim.
Karşımdaki ses, ‘‘Bu göreve tek başına gitmiyorsun Nabız-Man. Latif'le beraber gidiyorsunuz. Sizi birbirinize yancı yaptık’’ dedi.
‘‘Álá! Beraber bir Gümüşlük devirmişliğimiz var. Yol arkadaşı olarak süper bir insan’’ dedik içimizden, bu esnada dış ses olarak da ‘‘Tamam da, nereye gidiyoruz?’’ türü bir ses çıkardık.
‘‘Sizin yol biraz uzun. Hakkári ve Şırnak yapacaksınız’’ dedi telefondaki ses.
***
Madem bir yola çıkılıyor, ‘‘Eh, iyiymiş. Ne zaman gidiyoruz?’’ diye sorduk bu kez, her normal insan gibi.
Telefondaki ses, biraz ukala, ‘‘Seçimden önce gitseniz iyi olur yani’’ dedi.
‘‘Hadi ya?’’ demedik, efendi bir insan olduğumuzdan.
‘‘Pazartesi yazı hazır olacak şekilde ayarlayın kendinizi’’ dediler. Bu da şu manaya geliyor: En geç çarşamba yola çıkmak gerekiyor.
Buradan Hakkári'ye en yakın nokta Van. Van'dan Hakkári, oradan Şırnak yapılacak. Dönüş için Van'a dönmek mantıklı değil. Şırnak'tan da basılıp Diyarbakır'a gidilecek çünkü.
Bu arada yolda ne kadar vatandaş bulunursa, kolu bilek hizasından tutulacak, bir müddet beklenecek, sonra ‘‘Nabız 80... Sen HADEP'e veriyorsun. Nabız 75... AKP herhalde... Seninki atmıyor, o halde DSP...’’ gibi derin tahliller yapılacak.
Sonra İstanbul'a dönülecek, ufka doğru bakıp, derin derin iç geçirip ‘‘N'olacak bu memleketin hali’’ diyerek nabız tahlilleri makul bir ölçüde yazıya dökülecek.
Dediğim gibi yol uzun, zaman kısa... Shaft'a gelip de, orada bulunmadığım için bozulduysanız, mazeretimizi bilin istedik. O kadar.
Bakalım nabız ne álemde? O da dönüşte.
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2002
<B><I>Pekin Ördeği döneri</I></B><br><br>YAZININ başlığının absürd olduğunun ben de farkındayım. Fakat hadise, başlıktan daha absürd... Bebek'ten yola çıktım, muhitime, yani Taksim'e dönüyorum.
Yanımda okuyacak bir şey yok. O yüzden tabela okumaya başladım. Bu çocukluğumdan beri süren bir şey. Bir tür hastalık. Okuyacak bir şey olmadığında tabela okumaya başlıyorum.
Normal değil ama ne yapayım, elimde olmadan lüzumlu lüzumsuz her tabelayı okuyorum.
*
Ortaköy'e geldiğimizde otobüs durağının arkasındaki büfenin tabelası, daha doğrusu bez afişi dikkatimi çekti.
Önce bir okudum. Sonra bir daha okudum: ‘‘Pekin Ördeği Dönerini denediniz mi?...’’ yazıyordu.
İçimden ‘‘Gerçekten böyle bir şey var mı?’’ diye geçirdim.
Baktım adamlar hakikaten döner satıyor.
Otomobilden inip Pekin Ördeği Döneri yemedim ama aklım takıldı tabii ki.
Döneri, normal et döner olarak seviyorum. Tavuk döneriyle pek işim olmuyor. Yine yakın zamanda çıkan sucuk döner de iyi fikir. Denedim beğendim ama henüz bir ayak alışkanlığı oluşturmadı.
Bambi'ye doğru yürürken bazen ‘‘Sucuk döner mi yapsam?’’ diyorum ama her seferinde ‘‘Yok abi, ben gideyim Bambi'ye, bir dilli kaşarlı, bir de üstüne Lüks Burger çakayım daha iyi...’’ diyorum.
*
Ama itiraf edeyim Pekin Ördeği Döneri beni biraz sarstı.
Sonra bu durumu Topesto'ya anlattım. O da dedi ki; ‘‘Bunda sarsılacak ne var usta. Sen ördek yemedin mi hiç, yedin. Eeee, ne diye abartıyorsun. Pekin Ördeği Döneri de gayet güzel olabilir...’’
Evet olabilir ama bu adamın serinkanlılığı beni öldürecek. ‘‘Yahu sana da tuhaf gelmiyor mu, adı filan?’’ diyorum, ‘‘Abartıyorsun...’’ diyor.
Doğru aslında, düşündüm de hiç fena olmayabilir.
Şimdi diyeceksiniz ki; ‘‘Bu hadisenin Kenan Evren'le ne alakası var? Niye adama zalim diyorsun?...’’
Kenan Evren'in memleketi yönettiği dönemi hatırlamayan genç arkadaşlar bilmiyordur.
Türkiye'ye bu Pekin Ördeği'ni getiren kişi Kenan Evren'dir netekim (Mustafa Kamil Zorti'nin kulakları çınlasın...)
Bu ördekleri ona hediye etmişlerdi yanılmıyorsam. Hediye ederken de çok hızlı ürediklerini söylemişlerdi herhalde.
Kenan Evren de Pekin ördeklerini (yine yanılmıyorsam) dönemin YÖK Başkanı İhsan Doğramacı'ya devretmişti.
*
Hatta, (bir kez daha yanılmadığımı umut ederek yazıyorum) İhsan Doğramacı, bu ördekleri beslerken düşüp bacağını mı ne kırmıştı...
Yani bu hızlı üreyen Pekin Ördeği'nin, İhsan Doğramacı'nın kırılan bacağının ve Ortaköy'de karşılaştığım dönerin tek sorumlusu Kenan Evren'dir.
Yaaa, gördünüz mü?
Fıkra da neymiş?
NURETTİN İğci, Karadenizli bir yazar. Daha önce yayınlanmış pek çok kitabı var. Ancak bu kez oturmuş ve bir kitap hazırlamış.
Kendisi yazmamış; Hürriyet, Milliyet, Posta, Sabah, Radikal, Akşam ve Bizim Gazete'de yayınlanan haberlerden bir kitap derlemiş. Kitabın adı ‘‘Medyatik Temel...’’
Haberlerin kahramanları Karadenizli vatandaşlarımız. ‘‘Başına köpek düşen adam’’ gibi çok bildik haberler de var, en azından benim gözden kaçırdığım haberler de. Ama yine de ister istemez bir noktada siniriniz bozuluyor ve gülmeye başlıyorsunuz.
Bir tane aktarayım...
Haberin başlığı ‘‘Peşinen indirim...’’
Özgür Öztürk, Giresun'daki Rus Pazarı'nda tanık olduğu olayı şöyle anlatıyor:
‘‘Bir Rus vatandaşı, getirdiği tişörtleri satıyordu. Türkçe bilmediği için de tişörtlerin fiyatını kağıda, Giresunlu birine yazdırmış olmalı. Kağıtta aynen şunlar yazıyordu: '80 bin, en son 70 bin...' Nasıl yani diye kendi kendime sorup uzun süre güldüm.
Bir de şu hikaye güzel. Trabzon'da, Fenerbahçe ile Trabzonspor oynuyor. Avni Aker Stadı'nda bir anda şöyle bir anons yapılır: ‘‘İşitme engelli Ali Kahraman! İşitme engelli Ali Kahraman! Stad kapısında bekleniyorsunuz!’’
Böyle işte durum...
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2002
<B>SABAH,</B> uzun çabalardan sonra gözümü aralamayı başardım. Şöyle bir etrafı kestim; evet arkadaşlar, doğru yerdeyim, yani yatağımdayım. Yanlışlıkla fırına girip yatmış filan değilim.
Fakat bu sıcaklık normal bir şey değil. Sanırsın biri dev bir fön makinesi yaptırmış ve hedef olarak da benim evi seçmiş.
Sıcak gibi bir şey de değil. Çünkü şu kadarlık ömrümüzde sıcak hava görmüşlüğümüz var. Bu daha tuhaf bir şey.
Bir yandan duşa ulaşmaya çalışıyor, öte yandan gazetelerde çıkan ‘‘Sıcak havaya karşı önlemler’’ türü haberleri hatırlamaya çalışıyorum.
‘‘Marul yiyince mi sıcağı hissetmiyorduk... Şeftali kabuklarını alnımıza bağlayınca derin dondurucuya girmiş gibi mi oluyorduk...’’ gibi sorular eşliğinde duşa girdim.
Su resmen sıcak akıyor. Her şey de sıcak olmaz ki birader!.. Gittim buzdolabının kapısını açtım, karşısına oturdum.
Sonra fark ettim ki bu hakikaten manasız bir hareket.
Gazeteye ulaşabilsem, orada klima var. Bir tür cennet olarak tasarlıyorum kafamda Hürriyet binasını.
Gözümü karartıp eve klima taktırayım bile dedim bir ara. Ama sonra ‘‘20 gün, bilemedin bir aylık bir saldırı bu. Değmez şimdi...’’ diyerek vazgeçtim.
Hem yakın bir arkadaşımın klima yüzünden başına gelenleri bilirken, tutup böyle bir tesisat kurdurmak da gereksiz geldi bir anda.
Arkadaşım üç gün önce ‘‘Yanıyorum ben arkadaş’’ diyerek eve klima taktırdı. Klimayı almışken tepe tepe kullanayım deyip, en soğuk pozisyona getirmiş.
Son gördüğümde boynu tutulmuştu. Bu yaz gününde ‘‘Ehem, soğukta kaldım...’’ demesi hakikaten tuhaf kaçıyor...
* * *
Her neyse, gölgeden yürümeye çalışarak ve arada güneşe kötü kötü bakıp, ‘‘Git başka yeri kavur be, çöl mü sandın burayı’’ diye söylenerek Taksim Meydanı'na ulaştım.
Gazete bayiinin, ‘‘Bir Hürriyet, bir Fanatik’’ şeklindeki cümlemi algılaması iki dakika kadar sürdü. Sıcaktan o da iptal olmuş. Zaten benim ‘‘500 bin lira vereceksin abi, metro jetonu kabul etmiyoruz’’ cümlesini algılamam da iki dakikamı aldı. Neticede anlaştık ya, ona bakın siz.
Gazete yolunda ilerlerken bir ara başaramayacağımı düşünüp ‘‘Bildiğin soğuk hava deposu varsa oraya çek usta’’ demeyi düşündüm şoföre.
Ama dayandım ve klimaları koç gibi çalışan binamızın döner kapısında, küçük çaplı zaferimi kutlamak amacıyla iki tur atıp binaya girdim.
Oh!
* * *
Asansörde dört beş kişi filandık herhalde. Şöyle bir baktım asansör kadromuzda kimler var diye. Aaaaa! Bünyamin Sürmeli var asansörde.
CNN Türk'ün hava raporlarını sunan ve mükemmel tahminleriyle gözümüzde yüce şahsiyet mertebesine ulaşmış kişi.
Muhabbetim olmadığı için çekindim ve soramadım ‘‘Sayın Sürmeli, bu sıcak hava zulmü daha ne kadar sürecek?’’ diye.
Ama o sırada medeni cesareti benden daha yüksek biri sordu.
Kötü haber... Daha devam edecekmiş. ‘‘Kaç gün daha kavruluruz sizce Sayın Sürmeli?’’ diye araya kaynamayı düşünürken, inmem gerekti...
* * *
Tam masaya oturdum, telefon çaldı. Arayan kişi, Sebastian Carlos. ‘‘Sebastian Carlos da kim?’’ demeyeceksiniz herhalde.
‘‘N'aber Sebastian? Normal mi hayat?’’ dedim.
Belli ki o da sıcak tarafından eskitilmiş vaziyette. Sesi zor çıkıyor. Sadece ‘‘Sıcak... Manasız... Sıcak...’’ dedi.
‘‘Bunun adı sıcak değil. Bu başka bir şey’’ dedim.
Sebastian her zamanki gibi enteresan bir tespit yaptı: ‘‘Bu hava... Günahlarımızdan dolayı... Bir nevi cehennem için ön ödeme yapıyoruz...’’
Tırstım. ‘‘Hakikaten doğru konuştun birader’’ dedim ve telefonu kapattım.
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2002
<B>İ</B>stanbul, sıcağın insaf boyutlarını aştığı bir gece yaşıyordu. Normalde gazozdan bile olsa esen rüzgárdan eser yoktu. Marianne Faithfull'un hatırına o sıcakta konsere gelenler, kendi yaşadıkları bunalımı bir kenara bırakıp Marianne Faithfull'un pişmesine hayıflanıp durdular. MARIANNE Faithfull konserinde Açıkhava Tiyatrosu'nda hazır bulunan şanslı insanlar, konser sonrasında şunları konuşuyordu:
1- Ne güzel konserdi.
2- Ne tatlı kadındı.
3- O kıyafetle pişmedi mi?
Marianne Faithfull, lacivert (Yoksa siyah mıydı? Yok yahu füme de olabilir...) bir ceket pantolon takım ve uzun kollu sentetik bir bluzla sahneye çıkmıştı.
Kendisi de durumun farkında olduğundan bir ara ‘‘Barbekü Faithfull’’ gibi bir espri de yaptı hatta.
İşte bu noktada, araştırmacı gazeteci olarak, durumu aydınlatmak ve Faithfull'un sıcaktan bunalmasına üzülen hayranlarının yüreğine su serpmek bana düşüyor.
Arkadaşlar, Faithfull'un o sıcakta, o kıyafetle sahneye çıkmasının tek suçlusu Air France'tır. Çünkü Air France, güzeller güzeli Marianne'in bavullarını kaybetmiş.
Şimdi diyeceksiniz ki; ‘‘Koca Marianne Faithfull, bir tişört almayı akıl edememiş mi?’’ Onu bilemem. Alışverişe çıkmış ama sadece makyaj malzemesi almış.
Dün akşam üzeri Türkiye'den ayrılan Marianne Faithfull, hálá bavullarına kavuşamamıştı, bunu da söyleyeyim.
* * *
Her neyse efendim. Hakiki manada bir ‘‘yaşayan efsane’’ seyrettik önceki gece. Konserin sponsoru Emirates'di. Onlar da sağolsun. Zaten dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama Emirates son üç senedir en baba konserlerin sponsoru. Önce Björk, sonra Nick Cave, en sonunda da Marianne.
Haydi yeri gelmişken söyleyeyim: Vakıf yıllardır Tom Waits'i getirtmek için uğraşır durur, biliyorsunuz. Seneye gelme ihtimali bayağı yüksek. Gelirse, onun da sponsoru Emirates olacak. Ne diyeyim; hayırlı uçuşlar.
Konsere dönelim. Marianne, sıcağa rağmen mükemmel bir performans sundu. Son albüme ağırlık verdi doğal olarak. Fakat ‘‘Broken English’’ ve favori şarkılarımdan, John Lennon bestesi ‘‘Working Class Hero’’ gibi eskilere de indi.
Arkasındaki orkestra da gayet sıkıydı. Yalnız, sahnedeki kameraman kafayı niye davulcuya taktı, onu bir türlü çözemedik. Herhalde ‘‘Davulcuyu çek’’ dediler, başka da bir şey demediler elemana.
Marianne Faithfull'un o kırık fakat şahane sesine doyduk netice itibariyle. Bir de arada yaptığı esprilerden bazıları hakikaten şahaneydi. Millet, sıcaktan bunalmış olmasa daha eğlenceli olabilirdi.
Şimdi esprilerden örnek vereyim diyeceğim olmayacak. Espriyi yazınca manasını tamamen kaybediyor. Cem Yılmaz gösterileriyle ilgili haberleri okurken oluyor bana hep. Adam o espriyi yaptığında çok iyi ama, biri tutup yazınca ‘‘Eeeeee?’’ diyorsunuz.
Bu sebepten esprilere hiç girmeyelim. Siz de üzülmeyin, ben de kendimi harap etmeyeyim.
Bavullar kaybolunca, Marianne'i İstiklal Caddesi'ne alış verişe çıkarmışlardı ve o da makyaj malzemesi dışında bir şey alammıştı ya; işte oraya dönelim biz iyisi mi...
Sıcaktan bunalan Marianne, ‘‘Çivi çiviyi söker’’ mantığıyla hamama gitmek istemiş. Ekip engel olmaya çalışmış ama inat etmiş.
Marianne'i direkt Galatasaray Hamamı'na emanet etmişler.
Los Angeles'tan turşu gibi gelmiş olan Marianne, Galatasaray Hamamı'nda acayip mutlu olmuş. Bir masaj, bir kese... Hatta bu sefa sonunda, hamamda bir süre uyumuş bile.
Hamamdan sonra otele dönünce basın toplantısına kadar biraz daha uyumuş. Toplantıdan sonra, yine biraz uyumuş. Yani aslına bakarsanız, bayağı bir uyumuş güzel Marianne. Konserden sonra sahne arkasındaki partiye de ‘‘Uykum var, çok yorgunum. Sizinle takılmak isterdim ama otele gidiyorum’’ diyerek veda etti zaten.
Faithfull, konser sonrasında nargile içmek isteyince, bu isteği de halledildi. Ben ‘‘Safran'a götürelim, orada nargilenin şahını ayarlarız’’ dedim. Yorgun olmasa gelecekti ama olmadı.
Bu arada Marianne Faithfull'un sahne arkasında toplanan 30 kişi arasından birini seçip flört ettiğini de belirtmek gerekiyor. Bu şanslı kişi, Faithfull hayranlığıyla tanınan Tuğrul Eryılmaz'dı. Milliyet Sanat ve Radikal'in hafta sonu eklerinin yönetmeni olan Eryılmaz, Marianne'in elini tutarak gözlerinin içine baka baka konuşmasından sonra, bir müddet kendine gelemedi zaten.
Aynı zamanda büyük bir Rolling Stones hayranı olduğu bilinen Eryılmaz'a, ‘‘Usta sattın Mick Jagger'ı, eski manitasını görünce’’ diyecektim ama keyfini bozmak istemedim.
Marianne, dün İstanbul'dan ayrılmadan önce, Rumeli Hisarı'na giderek balık yedi ve şehrimize veda etti.
Ünlü şarkıcı, bir sonraki konserine kadar dört gün tatil yapacaktı. Rehberi, Faithfull'un İstanbul'a vurulduğunu ve ‘‘Keşke o dört günü burada geçirseydim’’ dediğini söyledi. Kalsaydın be Marianne Abla; sıcak mıcak seni ne güzel gezdirirdik.
İçinden kedi geçen konser
Faithfull'un konsere başladığı dakikalarda Açıkhava'da enteresan bir hadise yaşandı. Açıkhava'nın kadrolu kedilerinden biri (sarı-beyaz karışık olan) sahneye sağ taraftan giriş yaptı. Orkestrayı, solisti ve binlerce seyirciyi tınmayan kedi, gayet serinkanlı bir şekilde sahneyi boydan boya geçip, kulise gitti. Aynı kedi, konser sonrasındaki kokteylde de hazır bulundu.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2002
NORMAL yürüyüş rotam yıllardır belli. Gümüşsuyu, Fındıklı, Karaköy, Sirkeci, Sultanahmet, Beyazıt, tekrar Sirkeci, Karaköy, oradan Tünel, sonra Beyoğlu... Kış için ideal bir parkur. Yazın da kullanıyorum bu rotayı ama geçen hafta zorunlu bir değişiklik yapmak gerekti.
Evden çıkar çıkmaz yüzüme çarpan sıcağı hissedince, ‘‘Herhalde Hasan Paşa Fırını'nın kapağı düştü, sıcağı buraya kadar geliyor’’ dedim kendi kendime.
Fakat sonra fark ettim ki sıcağın Hasan Paşa fırınıyla filan alakası yok, modeli böyle.
Şimdi bu noktada, makul bir insan, döner evine, girer duşun altına ve güneş batana kadar da pozisyonunu korur değil mi?
Fakat ne yazık ki ben o makul insan kategorisine girmiyorum.
*
Ben ne yaptım? B Planı'nı devreye soktum ve rotayı değiştirdim.
Bir yandan kendime ‘‘Sıcakla inatlaşacaksın da n'olacak, ne elde edeceksin be adam!’’ diyorum ama bir yandan da yürüyorum.
Hedef olarak da kendime Boğaz Hattı'nı seçtim.
Fakat önce Boğaz'a ulaşmak gerekiyor. Her ne kadar yaptığım bu hareketle aklımın önemli bir bölümünü kaybettiğimi kanıtlamış olsam da, tamamen delirmediğimden bir noktaya kadar otomobil yardımı almaya karar verdim.
Taksiciye ‘‘Usta, hedef Bebek!’’ dedim.
Otomobilin içi de sıcak. Camı açıyorsun, yine sıcak geliyor. Böyle sıcakla yoğun bir mücadele içinde güzide semtimiz Bebek'e vardım.
Bebek Kahve'dekiler ‘‘Ne içersin?’’ diye sorduklarında ‘‘Serum bağlayın bana ve buza yatırın’’ demek istedim ama mönülerinde böyle şeyler bulunmadığını bildiğimden ‘‘Çay... Ada.. Ada çayı...’’ dedim.
Sıcağın etkisini çay yardımıyla kırdıktan ve gazeteleri okuduktan sonra, özgüvenimi yeniden kazandım ve yola koyuldum.
Bu kez hedefim Rumeli Hisarı.
Bebek-Hisar arasındaki yol güzel eser. Ne kadar sıcak olursa olsun, o rüzgarla serinler insan diye düşündüm.
Hakikaten bir rüzgar var ama o da sıcak esiyor. Ama yine de esiyor işte...
*
Bu arada dondurma yiyeyim dedim. Aldım dondurmayı ama yemek nasip olmadı. Ben külahı ağzıma götürmeden şapır şupur eriyor dondurma. Bir iki kez damlaları yakalayım derken iyice maymuna döndüğümü fark ettim ve teslim bayrağını çekip dondurmanın kalan kısmını çöpe attım.
Uzatmayalım bu dondurma faslını lüzumsuz şekilde.
Bebek'te tekneleri seyrede seyrede Hisar'a doğru ilerlerken, uzakta bir kalabalık belirdi.
Fakat bu insan kalabalığı horizontal değil, vertikal vaziyette; yani yatıyorlar.
Bir de hepsi mayolu.
Önce bu insanların, o dünyayı gezip büyük şehirlerde insanları çıplak vaziyette yere yatırıp fotoğraflarını çeken orijinal fotoğraf sanatçısının modelleri olabileceğini düşündüm.
Ama öyle olsa anadan üryan olmaları gerekiyor. Bir ara, ‘‘Belki mola vermişlerdir çekime...’’ gibi saçma bir düşünce bile geliştirdim sıcağın etkisiyle.
Sonra kendime geldim ve ‘‘Saçmalama lütfen, bu insanlar belli ki güneşleniyor’’ dedim...
Yaklaştıkça durum netleşti. Birbirlerini tanımayan insanlar, kentin çeşitli noktalarından gelip, kaldırım üzerinde kafalarına göre bir plaj ambiansı yaratmış...
Apaçi model çocukların donla, monla kendilerini denize atmaları alışık olduğum bir manzara.
Ama bu başlı başlına bir plaj olmuş.
Mayolu kadınlar, erkekler, çocuklar... Ciddi ciddi plaj havlularını, piknik sepetlerini filan alıp Aşiyan'a yakın bir noktada halk plajı kurmuşlar.
Benim için bir sakıncası yok. Ama niye illa o noktada kurmuşlar diye merak ettim. Bİr tane de Bebek-Kuruçeşme arasında gördüm daha sonra ama orası kalabalık değildi.
Aşiyan'daki ise resmen plaj.
Ağaç gölgesine çekilip çilingir sofrası kuranlar mı istersiniz; oyun kağıdı getirip King çeviren mi...
*
Benim oturup orada bu sosyal hadiseyi tahlil edecek halim yok... Amacım belli: Hisar'a ulaşacağım. Ama Hisar'a ulaşmak için de bu kalabalığın arasından geçmem gerekiyor.
Direkt devam ettim. İtiraf edeyim ki; insan kendini biraz tuhaf hissediyor.
Hani plaja üstünüz başınızla girersiniz. Millet mayo-bikini yatarken soyunma kabinlerine kadar siz pantolon-gömlek gitmek zorunda kalırsınız ve kısacık bir süre için bile olsa kendinizi feci kıro hissedersiniz ya, işte öyle bir his...
Şimdi fark ettim, yazıda biraz ‘‘Halk plaja hücum etti, vatandaş denize giremiyor’’ havası olmuş sanki.
Olmasın, öyle anlamayın, millet serinlesin...
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2002
<B>YIL </B>1987. Bugün o yılla ilgili olarak net bir şekilde hatırladığım iki hadise var: Galatasaray'ın şampiyon oluşu ve <B>Herbie Hancock </B>konseri. Muhakkak çok hadise olmuştur koca bir sene boyunca ama insan genellikle iyi şeyleri hatırlamayı tercih ediyor işte.
Her neyse; yaz mevsimi ve ben güneşin insafa geldiği saatlerde klasik Nişantaşı turumu atıyorum. Şuursuz vaziyette yürürken kendimi bir anda Taşlık'ta buldum.
Aynı yolu gerisin geri yürümek saçma olacaktı. Taşlık'tan aşağı inip İnönü Stadı'nın yanındaki dalak yarıcı yokuşu tırmanmak o sıcakta pek de iyi bir fikir değil diye düşünüp; Maçka Oteli'ne doğru yöneldim.
Amacım Spor ve Sergi Sarayı'na bir selam çakıp, Taşkışla istikametine doğru ilerlemek. Oradan da Beyoğlu yapacağım...
* * *
Of! Amma yol detayı vermişim, içim sıkıldı... Netice itibarıyla, yola koyuldum. Fakat Açıkhava Tiyatrosu'nun önündeki kalabalık dikkatimi çekti.
Baktım konser var. İyi de konserde kim var? Aaa, Herbie Hancock. Cumhuriyet Gazetesi bayağı bir gaz vermişti zaten Herbie Hancock'la ilgili olarak.
Benim bildiğim bir tane albümü var o zamanlar. O da ‘‘Maiden Voyage’’.
Gişeye gittim ve ‘‘Bilet var mı?’’ diye sordum. Gişe görevlisi ‘‘Var’’ dedi. Bu basit diyalogdan sonra içeri girdim ve o günden beri hayatımın tüm yazlarına mana katan olayla tanıştım: Festival...
O dönemde Müzik Festivali kapsamındaki caz konserleri, bundan 9 yıl önce bağımsızlığını ilan etti.
İstanbul Caz Festivali diyoruz fakat arada pek çok rock yıldızını da seyrettik. Şimdi saymaya kalksak bu sütun yetmez.
Ama bazı isimleri unutmak hakikaten mümkün olmuyor: Carlos Santana, Bob Dylan, Nick Cave & The Bad Seeds, Björk, Massive Attack, Laurie Anderson...
Rüyamızda bile görsek ayağa kalkıp ceketimizin önünü ilikleyeceğimiz pek çok büyük müzisyeni canlı olarak dinledik festival sayesinde.
* * *
1998'de üç gece üst üste Miles Davis'i dinledim mesela. Geçen sene Nick Cave'in ekibindeki kemancıya, ‘‘Biliyor musun, senin bu gece çaldığın sahnede Miles Davis de çalmıştı’’ dediğimde, eleman içkisini püskürtmüştü.
Bugün müzik áleminin sayılı festivallerinden birine sahibiz.
Geçen çarşamba gecesi, bu yıl kurulan müthiş ses sistemiyle çalan Herbie Hancock'u seyrederken 15 yıl önceki konseri hatırladım.
Hancock, 'trio' formatında çaldığı ilk İstanbul konserinde, piyano taburesini beğenmemiş ve memnuniyetsizliğini tabureyi orkestra boşluğuna fırlatarak göstermişti.
Tabii millet şok olmuştu. Çarşamba gecesi ise hayatından çok memnun gözüküyordu.
* * *
Hancock konserinden iki gece önce, pazartesi gecesi de Charlie Parker'ı anma gecesi vardı. Parker'la çalan ve halen hayatta olan nadir müzisyenlerden Roy Haynes önderliğinde gelen mükemmel ekipte, basçı olarak önce John Patitucci gözüküyordu.
Patitucci'nin gelemeyeceği ve yerine Christian McBride'ın çalacağı açıklandı sonra. Fakat kör talih kafayı takmış bizim konsere, bu kez de McBride'ın işi çıktı.
Gelmiş geçmiş en iyi caz basçılarından biri olan Ray Brown ölünce ve vasiyeti gereği McBride'ın tabutu taşıması gerekince, konser tehlikeye girdi.
Tam o anda ‘‘Bu ekiple bas çalacak kim var memleket sınırları dahilinde?’’ sorusu ortaya atıldı.
Ve akla hemen Volkan Hürsever geldi. Volkan bütün bunlar olup biterken, olaylardan bihaber vaziyette Çanakkale civarlarında direksiyon sallamakta.
Allah'tan kapsama alanında o anda Volkan... Zır telefonu çalıyor. Arayan Görgün Taner, ‘‘Volkan'cığım, seni yarın İstanbul'a konsere bekliyoruz’’ diyor.
Volkan da diyor ki: ‘‘Görgün, bizim Kerem Görsev'le konserimiz 19'unda. Bugün ayın 7'si. Biraz erken değil mi?’’
Görgün: ‘‘Hayır güzel kardeşim. Seni şu anda Roy Haynes, Kenny Garrett, Nicholas Payton ve Dave Kikoski provaya bekliyor. Onlarla çalacaksın...’’
Bu şöyle bir durum: Çok iyi bir futbolcusunuz ama bir türlü keşfedememişler sizi. Bir gün zır telefon çalıyor. Arayan Fatih Terim ve idmana çağırıyor...
Volkan pazartesi gecesi çıktı sahneye ve aslanlar gibi çaldı.
Ne kadar iyi çaldığını size şöyle açıklayayım... Nicholas Payton, konserden sonra Volkan'a ‘‘Bizimle Venedik Caz Festivali'nde de çalar mısın?’’ teklifini götürdü.
Volkan Hürsever, şimdi Venedik Caz Festivali'nde Patitucci ve McBride'ın yerine sahne alacak.
Bu hikáyeden çıkarılacak dersi de söyleyeyim, siz kendinizi yormayın: Cep telefonunuzu asla kapatmayın!
Yazının Devamını Oku