DÜNYA Kupası finali seyredip, bir nevi futbol hacısı olmak maksadıyla dayanmışız Japonya'nın kapısına.
Giderken gerekirse zor kullanarak da olsa kupayı memlekete getirmek azmindeydik ama Ronaldo-San izin vermedi işte. Kahpe felek, 2006'da görüşeceğiz seninle nasıl olsa...
Futbol aşkıyla geldik bu uzak diyarlara. Fakat Tokyo'nun neon ışıklarıyla parlayıp sönen caddelerini arşınlamak gibi bir niyetimiz de var haliyle.
Bu durumda ne yapıyoruz? Kendimize bir rehber arıyoruz tabii ki. Rehber kadromuz bulunmadığı için de direkt Lonely Planet'in Tokyo kitabına yazılıyoruz.
Kitaba bakılırsa; Shinjuku, Shibuya veya Ripongi arasında bir seçim yapmak gerekiyor.
Shinjuku nedir? Shibuya'daki Japonlar iyi insanlar mıdır? Ripongi'nin adı niye ‘‘S’’ harfiyle başlamıyor gibi sorular dolaşıyor kafamda.
En sonunda Tokyo'nun kalbi denilen Shinjuku'ya gitmeye karar veriyorum. Tokyo'nun dev metro sisteminde kaybolmamak işten değil. Bu sebepten, 7 Japon'a birden onaylatıyorum bineceğim hattı.
Bir Japon, ‘‘Nerelisin anjinsan?’’ diye soruyor. ‘‘Türkiye’’ cevabını alınca, alnındaki saçları geriye doğru çekiştirip kendini kele benzetmeye çalışıyor ve ‘‘Hasan Saaaaaaaas’’ diyor.
‘‘Eyvallah Sempatik-San’’ diyorum gülerek ve kalkmak üzere olan Shinjuku trenine kapağı atıyorum.
Japonlar enteresan bir millet. Ortak yönleri de çok fazla. Mesela bundan 5 sene önce tamamı siyah saçlı olan memlekette şu anda saçı siyah olan Japon'a rastlamak zor.
Eksantrik olacağız diye kendilerine çektirmedikleri eziyet kalmamış. Kadınların hemen hepsi yüksek topuklu ayakkabı giyiyor. Tamam giy de güzelim yürüyemiyorsun onlarla işte.
Bir de hepsi uykucu. Uykusunu almış bir Japon'a rastlamadım. Erken kalktıkları için midir nedir, buldukları ilk fırsatta zırıl zırıl uyumaya başlıyorlar.
Ama işin enteresanı, inecekleri durakta hop uyanıveriyorlar. Nereden biliyorsun inecekleri durakta uyandıklarını diyebilirsiniz.
Fakat o kadar serinkanlı şekilde uyanıp iniyorlar ki... Uyandığında suratında ‘‘Ulan kaçırdık istasyonu be’’ ifadesi olan bir tane bile Japon görmedim.
* * *
Ben böyle kendimce tahliller yaparken, Shinjuku'ya vardık.
Shinjuku'yu, Lonely Planet süper doğru bir tanımlamayla özetlemiş. Lonely Planet,‘‘Shinjuku'da Blade Runner atmosferini yaşayacaksınız’’ diyor.
Harrison Ford'un oynadığı o muhteşem filmi hatırlıyor musunuz? İşte Shinjuku o filmin seti gibi bir yer.
Rengarenk neonlarla süslenmiş kocaman binalar, gelecekten günümüze ışınlanmış kılıkta insanlar ve seyrederken insanı yoran sürekli bir hareket.
* * *
Shinjuku'nun hepsi birbirine benzeyen sokaklarında biraz kaybolduktan sonra amacıma ulaşıyorum: Kinokuniya Kitabevi'nin kapısındayım.
Kinokuniya, Tokyo'nun en büyük kitapçısı. 8 katlı dev bir bina. Bir katının sadece İngilizce kitaplara ayrıldığını öğrenmişim ve Suehiro Maruo'nun kitaplarını bulmak gibi bir ümit besliyorum.
Fakat İngilizce katının çizgi roman bölümünde sadece Akira ciltleri var.
Akira aramıyorum ben, Maruo arıyorum. Ama Maruo'yu bir Japon'a sorup sapık muamelesi görmek de istemiyorum.
Çünkü Maruo, hayatımda gördüğüm en sapık hikáyeleri çizen insan.
Geçen sene tesadüf eseri Liverpool'da ‘‘Ultra-Gash Inferno’’ albümünü bulup almıştım.
O günden beri Maruo'nun diğer albümlerinin peşindeyim. Fakat İngilizce olarak basılmış sadece üç albümü var.
‘‘Japonca da bulsam alacağım anasını satayım’’ diyor ve çizgi roman bölümüne dalıyorum. Hap ebat, ufacık tefecik görevli kıza ‘‘Maruo var mı sizde Minyatür-San?’’ diyorum.
Kız bana bir süre endişeyle baktıktan sonra ‘‘Gel bakalım Sapık-San’’ diyor ve Maruo rafına götürüyor.
‘‘Ambalajı açsam yanlış olur mu Minyatür-San?’’ diyorum, ‘‘Yok’’ diye cevap veriyor.
Sayfaların arasında bir süre kaybolduktan sonra cebimdeki bütün parayı Maruo albümünlerine yatırıp çıkıyorum.
Tokyo çok pahalı derler ya, yalan söylüyorlar. Pahalılık ayrı bir şey, Tokyo ayrı bir şey. 6 albüme verdiğim parayı söylesem, oturur ağlarsınız. Olsun, pişman değilim...