4 Ekim 2002
İLHAN Uçkan, dışarıda örneklerine sık rastlanan türde bir kitapla bu senenin en çok kitap satan yazarları arasına girdi. Şubat ayında çıkardığı ‘‘Erkekleri Kullanma Kılavuzu’’nun çok satması üzerine bu kez ‘‘Kadınları Kullanma Kılavuzu’’nu yazmış. Kitap elime ulaşalı bayağı oldu ama ancak geçen gün kurcalama fırsatını buldum. İlk kitabın modeline sadık kalmış İlhan Uçkan.
Öyle sayfalar arasında atlaya zıplaya gezerken bir tablo dikkatimi çekti. Tablo hastası biri sayılmam ama takılıverdim, neymiş bu diye.
Şöyle diyor İlhan Uçkan, ‘‘Biz (kadınlardan söz ediyor tabii ki) bir erkeğe neden aşık olduğumuzu madde madde sayabiliriz...
Bir kadınla güzel bir başlangıç yapmışsanız, ilişkiniz son derece yolunda gidiyorsa, 'Benim neyimi seviyorsun?' ya da 'Neyime aşıksın?' türünden sorularla karşılaşmanızın nedeni de budur. (Bak bunu öğrenmek hakikaten iyi oldu.)
Ama sizin cevabınız genellikle 'Bilmiyorum' olur (Bak öküze, bak öküze!..) Biz bu cevaptan hoşlanmayız. (Haklısın güzel ablacığım)
Çünkü kaçamak bir cevap olarak algılarız bunu. Ne de olsa bize böyle bir soru soracak olsanız gayet açık ve net bir cevapla karşılaşacaksınız.
Bir çoğumuz birkaç seçenek arasında karar vermeye çalışırken belirlediğimiz maddelere puan vermek yoluyla sonuca ulaşırız...’’
***
İşte tablo da burada devreye giriyor. Yazar; Ahmet, Ulvi ve Adnan adlı hayali üç arkadaşa 10 dalda puan vermiş.
Bu enteresan dekatlonun etapları şöyle:
1- İş
2- Öpüşme
3- Sevişme
4- İlgi
5- Cömertlik
6- Telefonla arama
7- Özel günleri hatırlama
8- En sık görüşme
9- Arkadaşlarının beğenisini kazanma
10- Sosyal ortamdaki hal ve tavır
***
Yazarın hayali yarışını Ahmet birinci, Ulve ikinci, Adnan üçüncü sırada bitirmiş.
Ben de deneyeyim dedim. Ve görüşlerine çok güvendiğim eski bir sevgilimi aradım.
Telefonu ‘‘Ne var Kanat?’’ diye açtı.
‘‘Çok kibarsın’’ dedim ve devam ettim ‘‘Ya, çok acayip bir durum var. Kendimle ilgili bir test yapacağım. Yardım eder misin?’’
‘‘Ne testiymiş bu?’’ dedi. Durumu açıkladım. Cevap olarak ‘‘Sen hakikaten aklını kaybettin herhalde, farkında mısın? dedi.
Israr edince ikna oldu.
‘‘İş konusunda 10 üzerinden kaç verirsin?’’ dedim.
‘‘El becerisi gerektiren işlerde 1 veririm. O da ampul değiştirebildiğin iin. Ama mesleğinde 8 veririm’’ dedi.
‘‘Niye 10 değil?’’ diye zorlamadım, teşekkür ettim.
İki ve üçüncü sorulara cevap verdi ama ‘‘Manyaklaşma, yazmayacaksın di mi?’’ dedi. Ben de üç dakika kadar kınadım kendisini. Yazar mıyım hiç?..
Dördüncü soruya verdiği cevap biraz kalbimi kırdı: ‘‘Kanatçım, senin hayatta başta ben olmak üzere 10 dakikadan fazla ilgini yoğunlaştırdığını hatırlamıyorum. Tabii futbol maçları hariç. Bu konudaki öküzlüğün üzerine bir kitaba başlamayı düşündüm ama ömrüm vefa etmez diye vazgeçtim. Notun 0... Hatta 0'ın altında puanlama yapabiliyorsam, sıfırın altında 10’’ dedi.
Beşinci maddeye cevabı şöyle oldu: ‘‘Bu konuda hakkını yemem. Ama buna cömertlik değil, maçoluk deniyor...’’ dedi.
Bunu da sineye çektik.
Altıncı soruyu atlamayı bile düşündüm. Cevabı milyon kere dinledim çünkü: ‘‘Kanat bırak telefonla aramayı, ben aradığımda telefonda uyumuş bir insansın sen... Vır vır vır...’’
İyi mi ettik, kötü mü diye düşünmeye başladım haliyle.
Yedinci soruyu da cevabı bilerek sordum: ‘‘Özel günler... Enteresan tabii. Tarih 14 Şubat 2001. Yani Sevgililer Günü. Sen o gün neredeydin Kanatçım? Ben hatırlatayım sana. Onu da hatırlamazsın sen çünkü... (Tam bu noktada 'Yok daha neler, tabii hatırlıyorum' deme hatasında bulundum. Bir daha fırça attı ya!) Sen o gün Galatasaray-Deportik (Burada Deportivo La Coruna diye müdahale edince, bir daha fırya yedim. pırıl pırıl oldum...) maçındaydın... Sana sıfır gözüktü yine Kanatçım...’’
En sık görüşme maddesini mantıksız olduğu için geçtik. Çünkü o sırada sadece birbirimizle görüşüyorduk... Ama verdiği sıfırlara üzüldüğü için burada açıktan bir 10 çaktı bana...
Dokuzuncu madde için şunları söyledi: ‘‘Arkadaşlarımın beğenisini kazanma... Şimdi severler seni, 8 vereyim bari’’ dedi.
‘‘Sosyal ortamlardaki hal ve tavır’’ hadisesi için de ‘‘Sizin (Bu konuda böyle yapar. arkadaşlarımla beni bütün olarak görüyor) tek sosyalliğiniz, perşembe geceleri yaptığınız 'Öküz' toplantınızdır. Onu da benim midem kaldırmıyordu zaten. Basketbol muhabbeti ve bira. Iyyy! 7 vereyim yine de. Sinemada sadece gürültülü sahnelerde mısır yiyordum çünkü...’’
‘‘Yani bu durumda ben çakmış mı oluyorum hocam?’’ dedim.
Güldü ve ‘‘Çalış bakalım biraz, belki ikmalde verirsin’’ dedi.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2002
OKURLAR, -yani şu anki duruma bakarsak bu siz oluyorsunuz- zaman zaman soruyor: ‘‘Kitabınız var mı?.. Yazılarınızı kitap yapmayı düşünmüyor musunuz?’’ diye. Ben de cevap veriyorum: ‘‘Yok kitabım. Yazmayı da şimdilik düşünmüyorum. Aklıma gelirse belki bir gün yazarım... Yazıların kitap haline getirilmesi fikrine de karşıyım.’’ Şimdi bazı gazeteci büyüklerimizin yazılarının kitap haline getirilmesi son derece faydalı. Ama hepsininki olmuyor. Olmayınca ne oluyor? Sahafların dükkan önü tezgahlarında üç tanesi 1 milyondan satılır hale geliyor o kitaplar.
Hem şimdi internet sayesinde eski yazılara da hop diye ulaşabiliyorsunuz. Manasız yani eski yazıları kitap yapmak.
İyi bir kitap okuyucusu sayılırım. Kitaplara saygı duyarak büyüdüm. Bu bile kitap yazmamam için yeterli bir sebep. Okunacak o kadar çok kitap varken, onlardan daha iyi bir şey yazabileceğime inanmıyorum.
İnansam zaten yazarım.
Hatta denedim bir kere. Ama tam olarak bir kitap denemesi değildi bu. İlkokul yıllarımda, daha geniş çaplı bir işe, ansiklopedi yazarlığına kalkışmıştım.
‘‘Abartma’’ demeyin. Nasıl bir özgüven duygusuyla yola çıktığımı şimdi hatırlamıyorum. Aslında özgüvenden çok şuursuzluk daha çok yakışıyor bu duruma. Ama çocukluk işte.
Evdeki ansiklopedileri toplayıp, bir elimde kalem, diğer elimde sekiz cilt harita metod defteriyle (Evet, yanılmadınız üzerinde Boğaz Köprüsü fotoğrafı olan) masaya kurulup ansiklopedi yazmaya başlamıştım.
Amacım, daha eğlenceli (Bu daha çok fotoğraflı demek oluyor), daha rahat okunan (Bu daha kısa yazılar manasına geliyor) ve daha anlaşılır (Bu da daha matrak yazılması demek) bir ansiklopedi yazmaktı.
*
Neyse efendim... Alternatif sözlük yazacağız diye tutup Z harfinden girmedik bilim alemine. Açtık Larousse'u ve maddeleri yorumlayarak yazmaya başladım.
Maddeler şöyle gidiyordu:
A: Alfabenin ilk harfi. Küçüğü de olur. Küçüğü de (a) diye yazılır. Benim adımda bundan çok var mesela. Öyle bir denk getirmiş ki bizimkiler; bir sessiz harf, bir 'a'... Şöyle oluyor: Kanat Atkaya.
Aba: Çobanlar giyiyor. Ben giymezdim. Ama çobanlar için iyi bir kıyafet. Ağır gibi gözüküyor. Rahatsız...
*
Bu sözlük girişimimi, arkadaşlarımın baskısı yüzünden yarım bırakmak zorunda kaldım. Bizim mahallede bir Dobiç vardı, yakın arkadaşım. ‘‘Ne yazıyorsun ya, gel Monopol oynıycaz’’ dediği sırada, ‘‘Armut’’ maddesine yoğunlaşmıştım. Sonra aşağı mahalleyle maç, Bruce Lee'nin yeni filmi, Teks'in yeni macerası derken, bizim ansiklopedi yalan oldu tabii.
Aslında yine düşünebilirim ya, niye olmasın...
*
Şimdi düşündüm de aslında ben bir ansiklopedi yazdım... Hey Dergisi'nde çalışmaya başladığım sırada, onlarca görevim arasında kitap yazmak da vardı.
Aslında yaptığım işi abartmayayım. Yazmıyordum ama çeviriyordum.
1986-1987'nin Hey'lerinde bulabileceğiniz ‘‘A'dan Z'ye Heavy Metal Ansiklopedisi’’ vardır. İşte onun yüzde 80'ini, yüzde 90'ını filan ben çevirmiştim.
Bir de yine aynı dönemde Milliyet Gazetesi'nin verdiği ‘‘1000 Film’’ adlı kitabı da bizim aramızda bölüştürmüşlerdi.
Onda da bazı filmleri ben çevirmiştim. Ara sıra sahaflarda görüyorum o kitabı hala. Ama nedense almıyorum. Tuhaf...
*
Şimdi böyle bakınca iki kitaba, bir şekilde imza atmış oluyorum ben değil mi?
O zaman müjdeyi vereyim. İki yeni kitabım daha var yolda.
Rica edeceğim, hemen atlamayın. Öyle kitap değil. Bir tanesi, Hürriyet'in yılbaşında çıkarmayı planladığı bir albüm. Serdar Turgut, Hürriyet arşivinde onbinlerce fotoğrafı taradı ve inanılmaz güzel pek çok fotofraf ayırdı.
Sonra da bu fotoğrafları, çeşitli insanlara dağıttı. Arada bana da da bir tane düştü. Şimdi hangi fotoğraf için metin yazdığımı söylemeyeyim.
Bir kere fotoğrafı hatırlamayacaksınız; hem hatırlasanız bile ne manası var ki...
İkinci kitap projesi ise bir tür antoloji. Onun detaylarını vermeyeyim. Ama orası için iki tane yazı seçip yollamamı istedi Doğan Hızlan.
Bakalım, hangi iki yazı gidecek? Fikri olan varsa, buyursun önersin...
Meşelidir Enginde Dağlar
HİPER faydalı bir albüm var arkadaşlar. Albümdeki isimler tanıdık fakat şarkılar o kadar tanıdık gelmeyebilir. Benim bildiğim şarkılar var ama bunun tek nedeni, bu şarkılara çok meraklı arkadaşlarım olması.
Yoksa ben nereden bileceğim 1965 yılının şarkısını. Tıraşı kesip, albüme geçelim.
Hürriyet Gazetesi'nin 1960'ların sonunda düzenlediği Altın Mikrofon Yarışması'na katılmış sanatçı ve toplulukların şarkıları üç albüm halinde piyasaya sunuldu.
Bulunması hakikaten zor şarkılar bunlar. Düşünün, gencecik Erkin Koray söylüyor: ‘‘Meçhul...’’ Nereden bulacaksın. Veya, Raha Alagöz'den ‘‘Konya Kabağı’’, TPAO Batman Orkestrası'ndan ‘‘Meşelidir Enginde Dağlar...’’
Üç CD ve bir de kitapçıkla beraber paket olarak satılıyor bu şahane albüm. Ama kasaya gidince üç değil iki CD parası ödüyorsunuz.
Türk Pop Müziği ile ilgilenenler muhakkak edinsin. Çok ama çok eğlenceli bir albüm. Hazırlayanlara da helal olsun ayrıca; çok delikanlı bir hareket yapmışlar.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2002
KIYMETLİ televizyon seyircileri, muhterem senaristler.<br> Kanallar, doğudaki aşiretlere dönmüş vaziyette. Her kanalın bir ağası, o ağanın sevenleri ve düşmanları var. Herkes elinde bir silah, mühim meseleleri çatışa çatışa çözmeye çalışıyor.
Aşiret hayatı nasıl bir şeydir ben bilmem. Ama Doğu'da gezerken hiç böyle şeyler görmediğimi söyleyebilirim.
Neyse, bu dizileri eleştirmek başkalarının işi.
Ben sadece, alternatif dizi projeleri için naçizane bir öneride bulunup, ortamdan uzaklaşacağım. Umarım senaristlerin geniş ufuklarında küçücük de olsa bir nokta olarak algılanabilirim.
***
KUANTUM AĞA: Kuantum Ağa, Sümbüllü Konak'ta aşiretindeki kadınların aksine pırıl pırıl bir Türkçe ile konuşan karısı Kasımpat Hanım'la mutludur.
Hayattaki tek derdi Arşimed Ağa'dır. Çocuk yaşta mahallede futbol oynarken, Arşimed Ağa ile giriştikleri, ‘‘Top bel üstünden geçti oğlum... Hayır oğlum buz gibi goldü’’ şeklinde başlayan kavga hala sürmektedir.
Kuantum Ağa; töre gereği düşmanlığın sona ermesi gerektiğini düşündüğünden, Arşimed Ağa'ya bir maç daha yapmayı önerir. Bu maçı kazanan artık tıraşı kesecektir.
Arşimed Ağa öneriyi kabul eder. İki taraf da transferlere başlar.
Kuantum Ağa ilk etapta Fener'den Rüştü ve Ortega'yı, Galatasaray'dan Hasan Şaş ve Felipe'yi, Real Madrid'den Luis Figo'yu, Liverpool'dan Michael Owen'ı alır. Taraftarı örgütlemek için de Galatasaray'ın numaralı tribününün eski gönüllü amigolarından Tecavüzcü Coşkun'u ayarlar.
Arşimed Ağa da boş durmaz. Beşiktaş'tan İlhan Mansız'la Pascal Nouma'yı alır. Sonra Manchester United'dan David Beckham ve Juventus'tan Edgar Davids ve Gianluca Pessotto'yu aşiretine bağlar. Coşkun'a karşılık olarak da sürpriz bir transfer yaparak illüzyonist David Copperfield'i getirir. Olaylar sonra içinden çıkılmaz bir hal almaya başlar.
Önce Pascal Nouma, ‘‘Burada her şey var mı? Reina var mı?’’ diye arıza çıkarır. Ağa'nın adamları Pascal'a girişirler. Beşiktaş'ın Çarşı grubu bu hareketi affetmez. Köyiçi'nde Hasbi'nin Meyhanesi'nde rakılanan Çarşı ekibi, ‘‘Fransa'da doğdu, Beşiktaşlı oldu’’ tezahüratı eşliğinde Arşimed Ağa'nın Kaldıraçlı Konağı'nı basar.
***
Bu sırada Sümbüllü Konak'ta da vaziyetler manyamıştır. Arşimed Ağa'nın kızkardeşi Tozpembe, Arşimedspor'lu David Beckham'a aşık olur. Konak halkı bu ilişkiyi Arşimed'den gizlemek için çaba gösterir ama Tozpembe bir gün olayın dalağını yarıp, saçını Beckham model kesince ağa meseleye uyanır.
Bir müddet Tozpembe'yi tokatladıktan sonra Beckham'ı huzuruna getirtir. Beckham'ı da top niyetine bir süre ayağında sektirir.
Bunu haber alan Spice Girls elemanları, arkadaşlarının kocasına yapılan fena muamelenin intikamını almak için, Sümbüllü Konak karşısında bir protesto konseri verir. Spice Girls zulmüne dayanamayan halk, ‘‘Pokunu yiyem ağam, vir şu gavuru getsin; huzur neyin galmadı’’ diye ağaya yalvarır. Adaletli ağa, kalan parçaları Spice Girls'e teslim eder. Bu arada Edgar Davids ile Arşimed Ağa'nın annesi Menopoz Hanım'ın yakınlaşması bölge halkını tedirgin eder. ‘‘Aha şimdü de Mariah Carey gelüp canımıza okuyacak’’ diye endişelenen halk, Davids'in Pessotto'yla birlikte olduğunu duyurmasıyla rahatlar.
David Copperfield'ın Tecavüzcü Coşkun'la aleme gitmesi, Coşkun'un illüzyonisti içirip bütün sırlarını öğrenmesi de başka bir gelişmedir.
Coşkun'un kafası iyiyken Sümbüllü Konak'ı yok etmesine Ağa açıkçası bozulur. Ama Coşkun konağı geri getirince olay tatlıya bağlanır.
Maç günü gelip çattığında heyecan binbeşyüzdür.
Maç haliyle çekişmeli geçer. Ağa'ya pas vermeyen Michael Owen'ın korner direğiyle dövülmesi dışında mühim bir hadise yaşanmaz.
Kuantum Ağa'nın takımı, hakem Collina'nın verdiği penaltıyı gole çevirerek sahadan 1-0 galip ayrılır. Penaltı pozisyonunda Arşimed Ağa tarafından ceza sahası içinde poposundan kurşunlanan Figo'nun durumu iyiye gitmektedir.
Gördüğünüz gibi, meşhur insanlar, futbol, aşk, kan, gözyaşı ve hatta gizem (Copperfield var, pardon yani) dolu bu senaryoya hayır diyecek kanal tanımam. Hayırlı olsun.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2002
PAZARTESİ günü, Galatasaray'ın Lokomotiv'le oynayacağı maçı izlemek üzere Moskova'ya gidildi. Moskova'ya daha önce de gittiğimizden, belli planlarımız var haliyle. Ne yapılacak? Ekipte daha önce Moskova'ya gitmemiş arkadaşlara bir rehberlik hizmeti verilecek. ‘‘Bak usta; burası Kızıl Meydan. Aha bu da Lenin'in mozolesi... Lenin'in mozolesinin karşısında gördüğün şu dükkan Max Mara, şu da Gucci. Evet ben de fark ettim Lenin'in mozolesinde döndüğünü...’’ gibi aydınlatıcı konuşmalar yapılacak.
Sonra ekip alınacak Arbat Sokağı'na götürülecek. Normal değeri 1 dolar filan olan dandik marka hediyeliklere 10 dolar ödenmesi seyredilecek, bu arada kalitesi düşük ama esprisi yüksek tişörtlerden alınacak falan filan.
Bu arada Ruslar, esprili tişört konusunun dalağını yarmış. Orta parmağını göstererek ayıp bir el hareketi yapan ve bu sırada ‘‘F*** Revolution’’ diyen Lenin türü tişörtlere alışmıştık.
Fakat bu kez Usame Bin Ladin tişörtü gördüm. Bu tişört karşısında nutkumun tutulduğunu söyleyebilirim.
Her neyse... Dediğim gibi planlarımız var Moskova'yla ilgili olarak. Fakat bu planları gerçekleştirmek için önce Moskova'ya ulaşmak gerekiyor.
Şimdi, arkadaşlar gitmeyenler elbette bilemez. Moskova havaalanına inmekle, Moskova'ya gitmek arasında büyük bir fark var.
Yol uzun ve benzerine ancak Kahire'de filan rastlanabilecek bir trafik var.
Yine de azmeden başarıyor bu sinir törpüleyici işi. Bizim azmedip becermişliğimiz var bundan önce.
Maça takımla gittiğimizden, bağımsız hareket etmedik ve takımı götüren tur şirketine yancı yazıldık.
Havaalanında asırlarca olmasa da bayağı uzun bir süre beklediğimiz otobüsümüz gelince yola koyulduk.
Rehberlik yapan arkadaşa soruldu hemen: ‘‘Otel uzak mı?’’ diye. Cevap şöyle geldi: ‘‘Yok, yarım saatte filan gidiliyor’’ diye.
Şimdi bu cevaptan anında kıllandım tabii ben. Moskova'da havaalanından yarım saat yol giderek ulaşabileceğiniz bir otel varsa bu da havaalanı oteli olabilir sadece. Yok öyle yarım saatte Moskova'nın merkezine ulaşmak diye bir şey.
Uyanığım ya sordum hemen tabii ‘‘Merkezde kalmıyor muyuz?’’
‘‘Hayır, ama merkeze yarım saat filan. Çok güzel bir otel...’’
Turizm sektörünü çok tanımam ama rehber arkadaşım çoktur. Onlardan öğrendiğim kadarıyla bu cümleyi Türkçe'ye şöyle çevirdim: ‘‘Arkadaşlar, adını ve yerini benim bile bilmediğim bir otele gidiyoruz. Dağ başı değilse bile, Moskova'yla alakamız olacağını sanmıyorum...’’
Dağ başı değildi ama hakikaten hem stada hem de şehir merkezine çok uzaktı netice itibariyle hotel. Moskova'ya kadar gelip, otelin lobisi ve Lokomotiv Stadı'ndan başka bir şey göremeyen pek çok gazeteci ve taraftar oldu. Yazık!..
*
Her neyse biz çaba göstermeye karar verdik. Biz dediğim; Milliyet'ten Mehmet Demirkol, Bilgin Gökberk ve ben...
Fatih Terim'in maçtan bir gün önce stadda yaptığı basın toplantısını izledikten sonra, şehire ulaşmaya çalışacağız.
Stadın önünde bekleyen insanlara ‘‘Nasıl taksi buluruz?’’ dedik.
‘‘Elinizi kaldırın yeter burada her otomobil taksidir’’ dediler. Bunun doğru olduğunu biliyorum ama bugüne kadar denememişim.
Yola çıktık, elimizi kaldırdık... Aaa! Hakikaten durdu.
Bindik otomobile gençten bir çocuk. O İngilizce bilmiyor, bizim de Rusça'yla bir alakamız yok.
Biri kızgın vaziyette suratıma bakıp ‘‘Niyet, niyeeiet!’’ derse, ‘‘Hayır’’ dediğini çözüyorum o kadar.
Otomobil yola koyuldu, iki dakika sonra bir ‘‘Aaaa!’’ daha çektik toplu halde.
Şoför çocuk Azeri'ymiş. kafasını gözünü yarsa da Türkçe konuşabiliyor. Muhabbet etmeye başladık. ‘‘Ne yapıyorsunuz?’’ dedi. ‘‘Maça geldik’’ cevabını verdik.
Şoför arkadaş bu kez ‘‘Futbolcu musunuz?’’ dedi.
Sadece, ‘‘Sen daha önce futbolcu görmedin herhalde’’ dedik...
Eleman hem Türkçe'yi iyi konuşamıyor, hem de geveze.
Anlatıyor da anlatıyor: ‘‘Ben İbrahim Tatlıses'i seviyorum. Bir de Emrah'ı’’ diyor...
‘‘Peki kadın olarak tercihiniz nedir?’’ diyoruz; sayıyor ‘‘Hülya Avşar, Sibel Can...’’
‘‘Tarkan'ı sevmiyor musun?’’ diyoruz; biraz manalı bakıp ‘‘Yok!’’ diyor.
Bu kez o soruyor: ‘‘Siz geldiniz mi daha önce Moskova'ya?..’’
‘‘Evet’’ diyorum, ama o zaman kar vardı.
Kar lafına nedense takılıyor... Bir kaç kez kendi kendine ‘‘Kar... Kar....’’ dedikten sonra dönüyor ve ‘‘Kar ne demek ağbi?’’ diyor.
Açıklamaya çalışıyorum: ‘‘Hani beyaz olur ya... Kışın yağar...’’
‘‘Haaaa, kar!’’ diyor.
Ben de merakımdan soruyorum: ‘‘Azerice nasıl 'kar' deniyor?’’
‘‘Eeeeeee’’ diyor, bir süre susuyor ve ‘‘Kar’’ diyor.
O dakikadan sonra biz susuyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2002
GEÇEN hafta bu saatlerde, yine şu anda oturduğum koltukta oturmuş yazı yazıyordum. Aradan tam bir hafta geçti ve ben yine aynı yerde oturuyorum.
Ama bu arada dünyanın yolunu yaptım, bir daha hiç görmeyeceğim insanlarla tanıştım, hiç görmediğim yerler gördüm, oda numarasını şu anda hatırlamadığım otel odalarında yattım ve yine koltuğa döndüm.
Hayat tuhaf!..
Şimdi bu durumdan şikáyetçi olduğumu sanmayın. Biraz yorgun ama gayet mutluyum.
Geçen perşembe günü işini bitirmiş bir insanın rahatlığıyla gazete binasını terk ettikten sonra Almanya'daki seçimler için nabız tutmak üzere Hamburg'a gittim.
İki gün-iki gece oradaki temsilcimiz Kemal Doğan'ın hazırladığı programı uyguladım.
Kemal, Almanya'da fazla kalmaktan dolayı hafif tertip bir Alman disiplini içine girdiğinden program bayağı yoğundu.
Havaalanından beni aldığında Kemal'e geçen seneki Berlin hikáyemi anlattım. Berlin'i, Berlin Turizm Ofisi'nin hazırladığı bir programla gezmiştim.
Programdan çok bir tür dekatlondu aslında. Sabahın kör karanlığında müze kapılarında başlayan macera, gecenin bir yarısında opera binasının kapısında bitiyordu.
Kemal gülümseyerek dinledikten sonra, benim için hazırladığı programı uzattı.
Programa şööööyle bir baktım ve şaka yapıyor sandım önce.
Programda feministlerin, kadın ve çocuklara eğitim amacıyla kurdukları bir sivil toplum örgütünün 20'nci yıl kutlamasından, sünnet düğününe kadar yok yoktu.
Abarttığımı sanıyorsunuz. Doğru, normalde abartabilirim, hatta iyi de abartırım ama bu kez samimiyim.
Kemal'e, ‘‘Hakikaten kuaför açılışına da gidecek miyiz?’’ diye sordum.
‘‘Dansöz de çıkacak abi’’ dedi. ‘‘Tamam o zaman’’ dedim. Merak edenler için söyleyeyim, evet kuaför açılışında dansöz çıktı ve biz de hem işimizi yapmış olduk hem de eğlendik.
Bu arada yine merak edenler için söyleyeyim, dansöze de kime oy vereceğini sordum. 23 yaşındaki Bahar adlı dansöz de Almanya'daki Türklerin büyük bölümü gibi oyunu SPD'ye, yani Sosyal Demokrat Parti'ye vereceğini söyledi.
Bahar'ın Türkçesi biraz fazla kırıktı. Genç Türkler'in önemli bir bölümü Türkçe yerine Almanca konuşmayı tercih ediyor, bunu biliyorum. Konuştuklarında da Almanca-Türkçe karışık konuşuyorlar, hiçbir şey anlamıyorum.
Ama Bahar'ınki normalden biraz daha fazla bozuktu. Yarı İngilizce, yarı Türkçe tamamladığımız konuşmanın sonunda, ‘‘Ailen nereli senin peki Bahar?’’ diye sordum.
‘‘Hindistan’’ dedi.
‘‘Nasıl Hindistan Bahar?’’ diye sordum.
‘‘Ben Hintliyim’’ dedi.
‘‘Bahar sahne adın mı oluyor o zaman?’’ dedim.
‘‘Hayır, Hintçe'de de Bahar var. Anlamı da aynı’’ dedi.
Büyük ihtimalle yedi beni Bahar ama olsun. Zaten Türklerle konuşmaya gidip, bir Hintliyi Türk sanmak ve onunla İngilizce olarak Almanya'daki seçimi konuşmak yeterince sarsıcıydı. Zorlamadım...
***
Kemal'in süper programının önemli bir bölümüne sadık kaldık. Sağolsun sayesinde olaya hakim hale geldim.
Bu arada en üzüldüğüm hadise, teknik direktörlüğünü Ali Söyleme'nin yaptığı ve ‘‘çokuluslu’’ bir kadroya sahip olsa da Türk takımı olarak bilinen SV Lurup'un maçına gidememek oldu.
Orada tribündeki gençlerle konuşmayı amaçlıyorduk ama araya daha mühim bir hadise girince iptal etmek zorunda kaldık.
Aynı günün akşamüstü maçın skorunu öğrenince bir kere daha kahroldum. Çünkü SV Lurup, Union 03'ü tam 13-1 yenmişti. Keşke gidebilseydik...
***
Hamburg dönüşü, Galatasaray'la direkt Moskova'ya uçtum. Yani kelimenin tam anlamıyla tepe sersemi oldum.
Perşembe sabaha karşı eve ulaştım ve gazeteye gitmeden önce birkaç saat uyuyayım dedim. Uyandığımda evimde olduğuma inanamadım.
Ama dedim ya, bir sıkıntım yok bu durumdan. Hele Lokomotiv Moskova'yı 2-0 yenmişken, ‘‘Abi çok yoruldum’’ demek, en azından terbiyesizliktir...
Terbiyesizliğin de hiç lüzumu yok.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2002
ÇEVRE sağlığını da göz önünde bulundurarak sadece Perşembe günleri toplanan bir ekibimiz var. Bu ekipten sanırım daha önce de bahsetmiştim. Basit, akılda kalıcı ve toplanan ekibin özüne uygun bir ismi var bu toplantıların: ‘‘Öküz Toplantısı...’’
Ne yapılır bu toplantılarda? İşte oturulur bir yerde (Ki genelde iki tane belli adres vardır) ve birbiri ardına yakalanan geyiklerin boynuzları oracıkta kırılıverir.
Ekibin büyük bölümü yaz dönemi çalışmalarını İstanbul dışına taşıdığından, uzun süredir yeterli çoğunluk sağlanamıyordu.
Hoş çoğunluk aramıyoruz. Yeri geldi, tek tabanca bile oturduk ‘‘ayağı kırılmış o tahta masada...’’
*
Bu ekip, normal şartlar altında sadece erkeklerden oluşuyor. Bunun sebebi homongolos olmamız değil elbette.
Kadınları açacak konular konuşulmuyor pek. Yani söyler misiniz Dikembe Motumbo'nun, Kobe Bryant'ın kafasına ekleştirdiği NBA maçı üzerine bir saat süren bir muhabbete kaç kadın dayanabilir.
Denemeye kalkışan öncü kadınlardan bazılarını serumla ortamdan uzaklaştırdığımız vakidir...
Fakat bu öncü ekiplerin ardından, mutasyona uğramış yeni bir nesil yetişti.
Bunlar her türlü muhabbete dayanabildikleri gibi, katılım da göstermeye başladılar muhabbete.
‘‘Homongolos değiliz’’ demiştik fakat bu aşamada bazı arkadaşlar; ‘‘Baba nedir bu ya? Bir perşembemiz vardı... Dişi geyikler de katılacaksa ayrı bir gün tertipleyelim’’ diye söylenmeye başladı.
Ama püskürtmek mümkün olmadı.
Şimdi bu elemanlar da geliyor ve muhabbete ortak oluyor.
İlkbahar sonlarına doğru, muhabbeti yönlendirmeye bile kalktılar. Basket, eski film muhabbeti filan derken, ‘‘Ay, aramadı hayvan herif!’’ gibi cümleler sıkışmaya başladı araya.
O dakika uyardık tabii: ‘‘Hişşş, güzelim. olmuyor bak böyle’’ diye.
Ama dinleyen kim...
Neyse araya yaz girdi de o tehlikeli virajı atlatmış olduk.
*
Geçen cuma, yaz sonrasında ilk toplantı yapıldı. Şimdi hemen aynalı sazan gibi atlamayın ‘‘Hani perşembe toplanıyordunuz?’’ diye.
Yine Perşembe toplanılacak da, geçen cuma olaylar öyle gelişti, kan çekti falan fişmekan.
Deve model bir masa yaptık. 10 kişi filan konuşuluyor.
Uzun süre görüşülmediğinden çok malzeme birikmiş. Hatta şu kadarını söyleyeyim; bir arkadaş bu arada kaptan ehliyeti bile almış.
Hangi ruh haliyle böyle bir işe kalkıştı çözemedik.
‘‘Baba n'apçan hakikaten sen kaptan ehliyetini?’’ diye soruyoruz.
‘‘Lazım olur’’ diyor.
Böyle bir Nuh Peşgamber misyonu üstlenmiş kendine, bize karışmak düşmez...
*
Konuşmanın iyice akmaya başladığı bir noktada, Topesto biraderimiz gecenin hikayesini çaktı.
Bu güzel hikayeyi, daha doğrusu filmi onun ağzından aktarmak düşer bana:
‘‘Geçen haftalardan bir hafta, arkadaşımın evinde pinekliyorum.
Televizyonda eğlence ararken bir baktım Cine5'te film başlıyor. Nedir bu bir bakayım dedim.
Ağbi, film bizden öküz olmasın dört tane öküzün hayatını anlatıyor.
Nasıl hayvanlar anlatamam. Bir tanesi, kadınlara çok ama çok kötü davranıyor. Yani şurada kafa kafaya verip plan yapmaya kalksak, denk düşemeyiz arkadaşa.
Bir tanesi biraz daha insan evladı. Bazı durumlarda 'Yav, ayıptır, çüüüüüş!' filan diyebiliyor.
Bir eleman kafayı vücut geliştirmeye mi ne takmış. Her gördüğüyle kavga ediyor.
Bir eleman da arakçı. Arkadaşının evleneceği kızın evine gidiyorlar. Bu masadaki gümüş kaşıkları filan antinliyor...
Filmin bu kadar dikkatimi çekmesinin nedeni ise, kahramanlardan (Artık ne kadar kahraman denebilirse) bir tanesinin adı Riko olmasıydı...
Filmin adı da 'The Jerks' idi...’’
*
Topesto filmden birkaç tane sahne aktardı. Neredeyse kendimizi temiz kalpli insanlar olarak gördük...
Bu arada ‘‘The Jerks’’ü nasıl çevireyim şimdi... ‘‘Serseriler’’ de olur ama bence ‘‘Hıyarlar’’ daha uygun...
Evet, evet.... ‘‘Hıyarlar...’’ Bu yazıyı yazarken Riko aradı Büyük Britanya'dan.
‘‘The Jerks'ü 'Hıyarlar' diye çevirdim, ne dersin?’’ diye sordum.
‘‘Kabalaşma daha! Bari 'Salatalıklar' de’’ dedi.
Peki, ‘‘Salatalıklar...’’
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2002
<B>TELEVOLE </B>tarzı programlarda ünlü denilen bazı kişilerin aslında ünlü olmadıklarını biliyoruz değil mi arkadaşlar? Tıpkı şarkıcı diye tanıtılanların bir bölümünün şarkı söylemediklerini veya söyleyemediklerini veya iyi ki de söylemediklerini bildiğimiz gibi.
Manken diye tanıtılanların bir bölümünün hayatta podyuma çıkmamış insanlar olduklarını da herhalde hepimiz biliyoruz.
Zaten bu ‘‘podyuma çıkmamış manken’’ kalıp cümlesi; mankenler arasında da mühim bir savaş başlatma cümlesi.
Hafta sonları verilen magazin ilavelerinin hemen hemen her sayısında bir manken çıkıyor ve ‘‘Aslında ortalıkta mankenim diye gezenlerin çoğu manken değil’’ diyor. Sonra bakıyor bu cümle kesmiyor; o günlerde popüler olan mankenlerden birini kestiriyor gözüne ve ‘‘Onun aslında köprücük kemiği takma...’’ diye demecini güçlendiriyor.
Bundan büyük bir rahatsızlık duyduğumu söyleyemeyeceğim. Hatta eğlenceli bile oluyor.
* * *
Bizim televizyonda, gazetede görüp, okuyup algıladığımız imajların ne kadar kof olduğunu geçen hafta çok net bir şekilde anladım.
Şimdi ben Nez'i görmedim. Klibini gördüm ama sahnede nasıl şarkı söylüyor, nasıl dans ediyor bilmiyorum.
Sonra Nez'in Q Jazz Bar'dan ayrıldığını okudum gazetede. Bu ayrılıkla ilgili bir sürü rüzgár yapıldı; onları da izledik...
Arkasından yeni bir Nez aranmaya başladı.
Hepsini ailemizin bir ferdi gibi görecek kadar yakından tanıdık.
Gazete ve dergilerde minimal seviyede giyinmiş kızlarımızın yeteneklerini anlatan yazılar okuduk.
Çoğu zaman ‘‘Bana ne yahu?’’ desek de ‘‘Yeni Nez’’ olmak için ter döken kızların aralarındaki rekabeti, yayıldığımız kanepemizden nefes nefese izledik.
Doğal olarak bir tanesi seçildi, ‘‘Vatana millete hayırlı olsun’’ dedik.
Yine haberlerde izlediğimiz kadarıyla, kalan finalistlerden de ‘‘Q Girls’’ adı altında bir topluluk oluşturuldu.
‘‘Üst katımı kiralayıp sabaha kadar gösteri yapmadıkları sürece beni bağlamaz’’ diye düşünürken, ‘‘Q Girls’’ü izleme şansına eriştim...
* * *
İki arkadaşım evleniyordu. Gecenin sonunda da böyle bir şekil düşünmüşler ve ‘‘Q Girls’’ü sahneye çıkarma kararı almışlar.
Ben nasıl heyecanlandım anlatamam.
Güzel dans eden kadınları, hele medyanın bu kadar övdüğü ‘‘Q Girls’’ü dünya gözüyle canlı olarak seyredeceğiz, pardon yani...
Neyse, zamzum etmeden konuya geçelim.
‘‘Q Girls’’ün sahneye çıkacağı saat geldi çattı.
Önce üç tane yaldız üzerine puantiye desenli Tarzan çıktı sahneye.
Niye şovlarda bu kadar yaldız kullanılır çözememişimdir zaten. Çocuklara birer mayo giydirmişler, sonra dökmüşler üzerlerine yaldızı... ardından da dayamışlar beneği...
Bunlar şova destek verecek erkek dansçılar. O kadarını hemen anladık zaten.
Sonra kızlar çıktılar sahneye.
Ben ağzım kulaklarımda, süper bir hadise seyredeceğimi umuyorum.
Fakat berbat bir şov.
Bir kere uyum sıfır. Koreograf değilim ama daha önce de şov izlemişliğim var. Çok affedersiniz, bu kadar dandik marka bir gösteri daha izlemiş değilim şu yaşıma kadar.
Yani alın en sefil revü programını, bu gösteriye 10 basar.
Müzik, tekno-oryantal gibi bir hadise var ya şimdilerde, öyle bir şey. Kızlar arada en çok İngilizce'ye benzeyen bir lisanla bir şeyler söylüyorlar.
Arada bir tanesi fırlıyor, kendini yere atıyor yuvarlanıyor...
Sürekli bekliyorum bir hadise olacak, vardır mutlaka özel bir numaraları diye ama ı-ıh yok öyle bir şey.
* * *
Bu kadar kolay bu hadise yani. ‘‘Eksikleri var, zamanla giderirler’’ diyecekler şimdi. Kardeşim eksikse gösterin, eksiğini gider öyle çık sahneye.
Bak şimdi durup dururken ayar oldum.
‘‘Q Girls’’müş. Palavra!
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2002
ASLINDA çok eğlenceli bir mevzu var elimde. Yazsam, siz de eğleneceksiniz ben de eğleneceğim. Ama mevzumuz her enteresan, eğlenceli mevzu gibi biraz hassas. Dur bakalım kıvırabilecek miyim?..
Geçtiğimiz Çarşamba günü, hayırlı bir iş için, bir arkadaşımla beraber Taksim Meydanı'nın göbeğindeki ‘‘Erotic Shop’’a gittik.
Hayırlı bir iş demem boşuna değil. İki arkadaşımız evleniyor. Hatta dün evlendiler bile. Nikahtan iki gün önce de elemanlardan birinin bekarlığa veda partisi vardı.
‘‘Partiye eli boş gidilmez, enteresan bir şey alalım’’ dedi arkadaşım. ‘‘Enteresan’’ kavramına biraz enteresan yaklaştığından, ‘‘İstanbul'da erotik malzeme satan dükkan var mı?’’ diye de ekledi.
‘‘Kızılkayalar Büfe'nin karşısında nal gibi levha gördüm’’ diye cevap verdim.
‘‘Haydi oraya gidelim’’ dedi... Şimdi arkadaşlar, bir erkek ve bir kadının İsveç'te, Büyük Britanya'da, Almanya'da ‘‘Erotic Shop’’a (Aslında Sex Shop demek gerekiyor ama bunun adı böyle işte...) gitmeleri medeni bir hareket olabilir.
Fakat İstanbul'da kapısından girerken insan haliyle tedirgin oluyor.
‘‘Bu dükkanın Şişhane'de şubesi varmış. Niye oraya gitmiyoruz. Görmeyen kalmasın diye mi Taksim Meydanı'ndakini seçtik’’ diye bir müddet söylendim ama sonra gagayı kıstım...
*
Kendi kendimize film olacağımız daha içeri girişimizden belli. Hani kış olsa, sar kaşkolü suratına tamam.
Neyse, uzun etmeyelim. Kapıdan hızla girip üst kata çıktık.
İçerde müşteri yok sadece iki tezgahtar var. Zaten anladığım kadarıyla millet bizim gibi hort diye kapısına dayanmıyor bu dükkanın bir şey alacağı zaman. İnternet üzerinden satış yapıyorlar.
Şimdi yanında arkadaşınla giriyorsun sen bu dükkana ama tutup da tezgahtara ‘‘Ya vallahi biz kendimize almıyoruz. Bunları şaka amaçlı olarak evlenecek bir arkadaşımıza alacağız’’ demiyorsun.
Desen de inanmaz adam zaten. İkimiz de hafiften pembeleştik zaten.
İnsan o kadar objenin arasında arkadaşıyla durunca ister istemez biraz utanıyor, deneyebilirsiniz...
Tezgahtar süper bir insan. Sanırsın Praktiker'de matkap, yıldız tornavida filan satıyor. Duruma hakim (Ya böyle söyleyince de tuhaf oldu...) bir arkadaş.
‘‘Nasıl yardımcı olabilirim?’’ dedi.
Ne diyeceksin şimdi? Buyur bakalım. ‘‘Biz hediye alacağız’’ dedim.
‘‘Tabii nasıl bir şey bakıyordunuz?’’ dedi.
Yine tıkandım.
Bu arada arkadaşım gayet sakin bir şekilde etrafı inceliyor.
‘‘Şaka gibi bir şey arıyoruz aslında’’ dedim.
Tezgahtar, ‘‘Şaka olarak zıplayan penis var’ dedi.
Ben harbiden inanmadığım için ‘‘Çok şakacısınız’’ dedim.
Ve adam bahis konusu olan oyuncağı çıkarttı. Kenarından kurdu ve tezgahın üstüne bıraktı.
Bir an geri çekildim ve pozisyona dışarıdan baktım. Ben, arkadaşım, uzman tezgahtar toplanmışız, tezgah üzerinde zıplayan bir penis seyrediyoruz.
Ya, bu kelimeyi yazınca ister istemez aklıma Serdar Turgut geliyor. Bu vesileyle Serdar'a, Rana'ya, yeni doğan bebeklerine mutluluklar dilerim.
*
Neyse devam edelim...
‘‘Bizim şaka anlayışımız biraz daha değişik ama siz bunu bir kenara ayırın’’ dedik.
Sonunda kelepçe, tuhaf ve komik bir takım iç çamaşırları ve bir de o zıplayan şeyi aldık.
Hesabı öderken tezgahtar bana dönüp son derece serinkanlı bir şekilde ‘‘Erkekler için de don çeşitlerimiz var’’ dedi ve tuhaf bir obje gösterdi.
Obje dememin sebebi, daha önce böyle bir don görmemiş olmam. Ayrıca görsem de don olduğuna inanmam mümkün değil. Çünkü bu resmen arkasından ince bir lastik geçirilmiş fil suratı. Yani bir anlamda don yerine fil giymiş oluyorsunuz. Biliyorum anlatamadım, ama anlatılacak gibi değil zaten...
Bütün bunlar olurken, arkadaşımın telefonu zır zır çalmakta. Partiye katılacak diğer kızlar sipariş vermek istiyorlar.
Bizimki de elinde dükkanın kataloğu yüksek sesle ürün listesini okuyor.
Konuşmaları tahmin bile edemezsiniz. ‘‘Utanıyorum, keser misin abi konuşmayı şöyle’’ dedim, umurunda bile olmadı...
*
Netice itibariyle enteresan objelerle birlikte partiye gidildi ve herkes çok eğlendi.
Objelerden çok benim panik halime güldüler ama olsun.
Bu vesileyle, dün evlenen güzeller güzeli Sanem Altan'a (Evet, Ahmet Altan'ın kızı olan ve evet Çetin Altan'ın torunu olan) ve Vatan Gazetesi'nin yakışıklı (Böyle yazacağım diye söz verdim ama hakikaten yakışıklıdır arkadaşım) Spor Müdürü İbrahim Seten'e mutluluklar diliyorum. Güle güle kullanın çocuklar...
Yazının Devamını Oku