4 Ekim 2003
<B>‘‘NEDEN AB’’</B> sorusuna çoktan somut bir cevap bulmuş olmamız gerekirdi. Ne var ki, ideolojinin ve duygusallığın ağır bastığı bir tartışma ortamında demagoji ile niyet yargılamaları ağır basıyor. Gerçekler kolay kolay su yüzüne çıkamıyor. AB'nin Türkiye için, Türk vatandaşı için ne anlama geldiğini objektif şekilde irdeleyen araştırmalara büyük ihtiyaç var. Son günlerde okuduğum iki belge beni bu açıdan çok etkiledi. Bunlardan birincisi, İktisadi Kalkınma Vakfı'nın (İKV) ‘‘AB tam üyeliğinin Türkiye vatandaşlarına sağlayacağı faydalar’’ başlıklı kitapçığı. İKV bu kitapçıkta üyeliğin temel hak ve özgürlükler, çevre, eğitim, altyapı, serbest meslekler, kadın hakları, çalışma ve birçok başka alanda vatandaşlar için ne anlama geldiğini izah ediyor. Üzerinde asıl durmak istediğim ikinci belge ise Dışişleri Bakanlığı'nın bir bilgi notu. 25 sayfa tutan bu notun en can alıcı bazı değerlendirmeleri özetle şunlar:
***
‘‘Türkiye'nin AB üyeliği, modernleşme sürecimizde, Cumhuriyetimizin kurucu felsefesini ve Atatürk'ün geleceğe bakışını doğrulayan kilit bir aşama, aynı zamanda çok partili ve laik demokrasinin istikrarını sağlayan bir sigorta olacaktır.
Küresel alanda, AB dışında Türkiye'nin dahil olabileceği başka bir ekonomik alan yoktur. Günümüzde güçlü ekonomik grupların dışında kalmak üretimin pazarsız kalması sonucunu doğurabilmekte, bunlara dahil olmak ise güçlü pazar ve yatırım imkánları yaratmaktadır. Türkiye'nin bulunduğu bölgedeki ülkelerin en büyük ticari ortağı da esasen AB'dir. Pazar derinliği ve mali güçleri zayıf olan bu ülkeler, Türkiye'yi AB'ye açılan bir pencere olarak algılıyorlar. Dolayısıyla Türkiye'nin bölgesinde AB'ye alternatif bir ticaret alanı oluşturması söz konusu değildir.
Gümrük Birliği'nin bir sonucu olarak Türkiye, AB'nin oluşturduğu tercihli ticaret alanından ancak kısmen yararlanabiliyor. Birçok ülke ise Türkiye ile Serbest Ticaret Anlaşması imzalayarak pazarını ona açmaktan kaçındığından mevcut ve potansiyel pazar paylarımız AB ülkelerine kaptırılmaktadır.
Ege Denizi halen Türkiye ile AB üyesi Yunanistan'ı ayıran bir sınır niteliğindedir. Türkiye'nin tam üyeliği gerçekleştiğinde, Ege bir ihtilaf bölgesi olmaktan çıkarak, AB sınırları içinde Türkiye ile Yunanistan'ı birleştiren bir bölge haline gelecektir. Güney Kıbrıs'ın AB'ye tam üye olmasıyla, AB dışında kalacak bir Türkiye, Kıbrıs politikasında bir çıkmaz içine sürüklenecek, ayrıca Yunanistan'la Ege konusunda uzlaşmaya varması zorlaşacaktır.
Bulgaristan ve diğer bazı aday ülkelerin AB üyeliği yaklaştıkça Türkiye'ye karşı tutumlarında daha şimdiden bazı değişiklikler görülmeye başlanmıştır. AB dışında kalacak bir Türkiye'nin Balkanlar'daki konumunun zayıflayacağı şüphesizdir.
AB'nin bir sonraki genişlemesinin diğer Balkan ülkelerini de kapsayacağı anlaşılmaktadır. Böylece, İsviçre ve Norveç bir tarafa bırakılırsa, AB, tüm Avrupa ülkelerini kapsayan büyük bir güç olacaktır. Türkiye'nin bu oluşumun dışında kalmasının sakıncaları aşikárdır. Kaldı ki, NATO'nun eski rol ve önemini kaybetmesi söz konusu olabilir. Bu durumda AB dışında kalan bir Türkiye'nin bölgesinde güvenlik ihtiyaçları açısından yalnızlık içine itilmesi kaçınılmaz olacaktır.’’
***
Dışişleri Bakanlığı belgesinin hükümetin görüşlerini yansıttığını varsaymamızdan daha tabii bir şey olamaz. Cumhurbaşkanı da TBMM'de AB üyeliği amacına kuvvetli destek verdi, fakat üyelik ile Kıbrıs arasındaki etkileşimi görmek istemedi. Bu zihni blokajdan kutulamazsak 2004 sonu randevusu kaçar gider. Ve bu fırsat bir daha geri gelmez.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2003
<B>TÜRKİYE'</B>de yerel yönetimlerin yetkileri Avrupa Birliği ülkeleri ile kıyaslandığında çok sınırlı kalır. AB içinde Almanya zaten bir federasyondur. Fakat onun yanında İtalya, İspanya ve Belçika'da bölgelerin geniş otonomileri var. İngiltere'de İskoçya'nın kendi parlamentosu mevcut. AB çerçevesinde devletlerarası işbirliğinin yanı sıra bölgeler arasında da kurumsal işbirliği gelişmektedir. ‘‘Bölgeler Avrupası’’ kavramı gittikçe işlerlik kazanmaktadır. Bizde de Bakanlar Kurulu'na sunulan ‘‘Kamu Yönetimi Temel Kanunu’’ tasarısı kamu hizmetlerinin yerindelik ilkesine göre yürütülmesini amaçlıyor.
* * *
Bölge sistemi her ülkede aynı boyutlarda uygulanamaz. Türkiye ve Fransa üniter devletlerdir. Üniter devletlerde ülke idaresine tek bir merkezden politik yön verilir. Yasalar ve yargı sistemi bütün ülkeyi kapsar. Fransa bu parametreler içinde yerel inisiyatiflere ivme vermek, bölgesel ekonomik gelişmeyi teşvik etmek ve kamu hizmetlerini daha etkin hale getirmek için 1982'de bölge sistemini kurdu. Fransa halen denizaşırı toprakları hariç 22 bölgeye ayrılmıştır. Her bölge halkı nüfusu ile orantılı üyesi bulunan bir konsey seçer. Konseyin kararlarını Konsey Başkanı uygular. Konseyin yetkileri altyapı, ulaştırma, çevre, turizm ve eğitim üzerinde yoğunlaşmıştır. Özellikle mesleki ve orta eğitim bölgelerin önemli bir sorumluluğudur. Bölgeler liselerin inşasını, eğitim araçlarının teminini ve işletme masraflarının karşılanmasını üstlenmişlerdir. Eğitim programları konusunda söz hakları yoktur. Bölgelerin gelirleri devletin katkısından, kredilerden ve bazı vergilerden oluşur. Bölgeler devletin vesayeti altındadır. Her bölgede devleti temsil eden bir vali görev görür.
* * *
Fransa'da bölge sistemine geçmek kolay olmamış, bizdeki kadar mebzul ve radikal olmamakla beraber nesli henüz tükenmeyen ‘‘jakoben’’lerden bir hayli itiraz ve tepki gelmiş, fakat artık bugün sistem yerine oturmuş. Bölgelerin yerel kaynakların daha iyi kullanılmasına yardımcı olduğu, vatandaşa götürülen hizmetlerde gecikme ve aksamaların önlenmesine katkıda bulunduğu genellikle kabul ediliyor. Önümüzdeki yıl ilk defa olarak Avrupa seçimleri ülke bazında değil, fakat bölge bazında yapılacak ve bu suretle Avrupa parlamanterlerinin bölgelerinin çıkarlarını AB kurumlarında daha iyi savunmaları kolaylaşacak.
* * *
Türkiye için üniter devlet kavramı Fransa için olduğundan bile daha temel ve hayati bir kavramdır. Ancak AB üyeliği yolunda ilerleme gerçekleştiği takdirde Türkiye gibi nüfusu büyük, arazisi geniş, bölgeler arasında gelişme oranı bir hayli farklı bir ülkenin yerel yönetim sistemini geliştirmesi kaçınılmaz olacaktır. Türkiye için en iyi model de kuşkusuz Fransız modelidir. Bölge sisteminin vatandaşlar arasında işbirliği ve dayanışma anlayışının güçlenmesine, kamu hizmetlerinin etkinliğinin artmasına, yerel kaynakların verimli projelere tahsisine, eğitimin kalitesinin yükselmesine katkıda bulunacağı muhakkaktır. AB ile tam üyelik sürecinde bölgelerin rolü artacaktır. AB yerel yönetimlere mali destek sağladığı gibi yapısal fonlardan yararlanacak bölgesel projelerde yerel yönetimlerin de katılımını şart koşmaktadır.
Türkiye'de yeni fikirlerin gelişmesi ve gerçekleştirilmesi çok vakit alıyor. Bölgeler meselesinin de bir an önce sakin ve önyargılardan arınmış bir ortamda tartışılmasında yarar vardır.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2003
<B>2004 </B>yılının Türkiye için bir kader yılı olacağını söylemek abartılı sayılmamalıdır. O yıl başarılı geçerse, Türkiye istikbaline umutla ve özgüvenle bakabilir. Başarısızlık halinde ise bugünden bütün boyutlarını kestiremeyeceğimiz çalkantılı bir devir bizi bekleyecektir.
2004 yılındaki önemli tarihleri hatırlayalım. Nisanda Yunanistan'da Türkiye bakımından da yansımaları olacak parlamento seçimleri var. 1 Mayıs'ta çözüm olsun olmasın Kıbrıs'ın AB üyeliği işlevsel hale gelecek. Haziranda yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Türkiye'nin üyeliği ciddi bir tartışma konusu teşkil edebilecek ve nihayet aralık ayında AB Konseyi, Türkiye ile üyelik müzakelerine ya yeşil ya da kırmızı ışık yakacak. Ben bugün daha çok Kıbrıs üzerinde duracağım. Geçen hafta ABD'de katıldığım bir toplantıdaki izlemlerimi de göz önünde tutarak önemli gördüğüm bazı noktalara işaret etmek istiyorum.
***
Anlaşılıyor ki hükümet bu aşamada Annan Planı temelinde görüşmeler ile AB üyelik müzakerelerinin başlaması arasında bir bağlantı kurmak peşinde. AB müzakere tarihi verirse Kıbrıs konusunda daha esnek olabileceğimiz mesajını veriyoruz. Ne yazık ki bu yaklaşım çok gerçekçi gözükmüyor. AB ülkelerinin büyük kısmı için Kıbrıs o kadar hayati değil. Buna karşılık Türkiye'nin üyeliğine zaten sıcak bakmayan üyeler Kıbrıs'ta çözümsüzlüğü aleyhimizde kullanabilecekler. Aslında Avrupa Birliği, 2004 Mayıs'ından sonrası için de AB çerçevesine oturtulacak, AB müktesebatı ile bağdaşabilecek bir çözüme kapıyı kapatmıyor. 2002 Aralık ayındaki Kopenhag zirvesinin aldığı kararda bir tarih yok. Dolayısı ile çözüm olursa Annan Planı'nın öngördüğü derogasyonların müktesebata eklenmesi AB için hukuki olmasa bile uzun süreli bir politik yükümlülük niteliğinde. Ne var ki çözüm geciktikçe üyelik müzakereleri de büyük olasılıkla gecikecek, ivme kaybolacak.
***
Güney Kıbrıs çözümsüz üye olduğu takdirde bazı kaçınılmaz sorunlarla karşılaşacağız. Güney Kıbrıs, AB'nin üyelerinden birini tanımayan bir devletle müzakere edilemeyeceğini ileri sürecek, Ada'da Türk kuvvetlerinin mevcudiyetini bir AB davasına dönüştürmeyi deneyecek, AB ile Gümrük Birliği'nin Güney Kıbrıs için de uygulanmasını zorlamaya çalışacak, Avrupa Toplulukları Mahkemesi'ne bu konuda belki de başvuracak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki gayrimenkullerle ilgili davaların düşmesi imkánı kalmayacak. Ayrıca Kıbrıs'taki Yeşil Hat artık AB'nin sınırı sayılacak. Sınırdan geçişler AB kurallarına tabi olacak.
Annan Planı'nda bu aşamadan sonra özlü değişiklikler yapılmasını beklemek de gerçekçi değil. Papadopulos ve onun arkasındaki asıl siyasi güç AKEL partisi, Annan Planı'ndan hiç memnun değiller. Değişiklikler yolunun açılması işlerine gelecek. Oysa, KKTC planı olduğu gibi kabul ederse BM'ye karşı taahhütleri yüzünden planın son şeklini referanduma sunmak zorunda kalacak. Yunanlılar, Kıbrıslı Rumlara AB'ye girmekle her şeyin bitmeyeceğini, uzlaşmaz göründükleri takdirde hayallerinin ötesinde sıkıntılarla karşı karşıya kalacaklarını kendi deneyimlerine dayanarak anlatmaya çalışıyorlarmış.
***
2004 yılı sonunda AB'den müzakere tarihi almanın ilk şartı bu amaca götürecek yolun üzerindeki engelleri zamanında ve doğru olarak teşhis etmektir. Kıbrıs konusunda hükümet şimdi KKTC'de aralık ayında yapılacak seçimleri beklemek eğiliminde. İsabetli bir yaklaşım değil. Bu seçimlerin KKTC halkını bölmesi mutlaka önlenmelidir. KKTC Cumhurbaşkanı ile muhalefet arasında oydaşma sağlamak Türkiye'nin acil görevi olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2003
<B>İTİRAF </B>etmek gerekir ki, ABD'nin Irak'a saldıracağı bu yılın başından itibaren iyice belli olduktan sonra güttüğümüz politikayı tutarlı ve başarılı olarak nitelemek oldukça güç. Amaç ilk önce doğru saptandı: Irak'ın savaştan sonra yapılanmasında söz sahibi olmak. Peki, niçin söz sahibi olmak istiyorduk? Irak'ın parçalanmasını ve özellikle Kuzey'de bağımsız veya fiilen bağımsızlığa yakın ve Kerkük bölgesinin petrol kaynaklarına sahip bir Kürt siyasi oluşumunu engellemek. 1 Mart'ta TBMM'de reddedilen tezkere bize bu fırsatı ve Kuzey'de yuvalanmış PKK gruplarının süratle temizlenmesini istemek imkánını veriyordu. Tezkere kabul edilseydi Kürtler Irak'ta ABD'nin vazgeçilmez müttefikleri haline gelmeyeceklerdi. Kuzeyde çok sayıda Türk kuvvetleri yanında bugünkünden daha fazla Amerikan birlikleri bulunacaktı. Bugün Amerikalılar bir türlü PKK'ya karşı harekete geçemiyorlar çünkü PPK militanları dağlarda üslenmiş bulunuyor, onları tasfiye edebilecek operasyonlara ayıracak kuvvetleri galiba yok.
* * *
Irak'ta açmaza sürüklenen ve çıkış stratejisi bulamayan ABD Türkiye dahil birçok ülkeden kuvvet takviyesi istiyor. Fakat şunu iyi bilmek lazım ki, şimdiki koşullar altında kuvvet göndermekle savaştan önce hedeflediğimiz siyasi sonuca ulaşabileceğimiz çok şüpheli. Üstelik Amerikalılar ve İngilizlerden sonra en fazla riske maruz kuvvetler bizim kuvvetlerimiz olacak. Iraklı aşiret reislerine sorduğunuzda bir kısmı ‘‘Kucaklarız’’, bir kısmı da ‘‘Keseriz’’ diyor. Tarih bize bu konuda kafi ışık tutmaktadır, ikisine de kanmamak lazım. Önemli olan risklerin kabil olduğu kadar iyi hesaplanmasıdır. Hükümet belirli riskleri göze almak pahasına Amerikalıların isteklerine olumlu cevap verebilir. Bu artık bir siyasi tercih meselesidir. Ne var ki, halen içinde bulunduğumuz aşamada, Irak'taki çok uluslu askeri gücü Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında toplamak ve BM'lere Irak'ın imarında ve siyasi yapılanmasında daha fazla rol vermek üzere Güvenlik Konseyi'ne sunulan karar tasarısının akıbetini beklemek isabetli olur.
* * *
Irak politikamız Türkiye'nin temel bir yaklaşımını sürekli yansıtıyor. Geleneksel olarak iç sorunlarımızın hep dışarıdan tahrik edildiğine ve bunların çözümünün yine dışarıda olduğuna inanmak eğilimindeyiz. Şimdi de Kuzey'de Kürtlere verilecek bağımsızlığın veya otonominin tehlikeli bir emsal yaratması başlıca kaygımız. Bu kaygı kuşkusuz geçerli, ancak asıl çözüm içerde. Türkiye'nin problemi üniter devlet olması değil. Üniter devlet çerçevesinde kültürel kimliklere biraz daha hoşgörülü davranırsak, dışlanmışlık duygusu yaratmamaya dikkat edersek, ekonomik ve sosyal gelişmeye gereken önceliği tanıyabilirsek, güvenlik politikamızı güvensizlik doğuracak boyutlara kadar zorlamazsak, Irak'ta oluşabilecek federasyon veya başka siyasal statüler Türkiye'de kimseye cazip gelmez.
* * *
Emekli Korgeneral Selahattin Çetiner'in ‘‘Mehmetçik Vakfı’’ tarafından yayınlanan ‘‘Sorunları ile Doğu ve Güneydoğu Gerçeği’’ başlıklı kitabı bu açıdan Kürt meselesine ilişkin incelemelere değerli bir katkı getiyor. 1980-83 yıllarında İçişleri Bakanı olan Çetiner gençliğinden beri bölgede çeşitli görevler ifa etmiş. Kitabında birçok önemli gözlemin yanı sıra, ‘‘...Kürt kökenli vatandaşlarımızın %95'inin ayrı bir devlet kurmak, Türklerden ve Türkiye'den kopmak gibi bir isteği, bir sevdası yoktur.’’ diyor. Bu teşhis doğrudur. Bu noktadan hareket ederek düşünce modelimizi değiştirmek zamanı gelmiştir. Bunu yaparsak Irak politikamız da daha akılcı bir mecraya girer.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2003
<B>GEÇEN </B>hafta Van Kalesi'ne çıkmaya hazırlanırken birbirinden şirin çocuklar etrafımızda dolaşmaya başladılar. Biri bana <B>‘‘Sen Kürtçe biliyor musun’’</B> diye soruyor. Hayır cevabını alınca ‘‘Ben Türkçe, Kürtçe ve İngizce kalenin tarihini anlatabilirim’’ diye övünüyor. Oldukça dik iniş ve çıkışlarda bizlere büyük bir kibarlıkla yardım ediyorlar. Çocuklardan birine ileride ne olmak istediğini sorduğumda ‘‘bilgisayar mühendisi’’ yanıtını alınca şaşırıyorum. Meğer Eğitim Gönüllüleri Vakfı'nın bilgisayar kurslarına devam ediyormuş. ‘‘Evde nece konuşuyorsunuz?’’ sualine ise çok diplomatça bir yanıt veriyor: ‘‘Tabii resmi dilimiz Türkçe, fakat annem bilmediğinden onunla Kürtçe konuşuruz.’’ Bütün bu çocuklarda belki de zor koşullarla mücadelenin verdiği bir uyanıklık, bir başarı azmi var. Kızlara gelince güzellikleri ve renkli gözleri ile dikkati çekiyorlar, fakat çok daha çekingen ve durgunlar. İçlerinde bir kısmı okula gitmiyor.
Eğitim Güneydoğu'nun olduğu gibi Doğu Anadolu'nun da başlıca sorunu. Asimilasyon politikası artık mümkün değil, fakat entegrasyonun temel unsuru yine eğitim. Bu alanda oldukça mesafe kat edilmiş ve iyi sonuçlar alınmış, fakat çocukların ilkokuldan sonra tahsillerine devam etmeleri ailelerinin ekonomik koşullarına bağlı. Oysa Doğu'da %40'ı aşan bir işsizlik yanında büyük bir doğurganlık oranı mevcut. Kime sorsanız en aşağı dört çocuğu var. Kızları da çok kere saymıyorlar. Güneydoğu'da nüfus artış oranı daha da yüksekmiş. Bu oranı azaltmanın başlıca çaresi yine eğitim, özellikle kadınların eğitimi.
Bölücü terör devrinde çekilen ıstırapların izleri duruyor. Kurunun yanında yaş da yanmış. Hayvancılığın çöküşü bölge ekonomisine darbe vurmuş. Doğu'nun ekonomik düzeyin yükselmesine ilk aşamada hayvancılığın ve turizmin gelişmesi ivme verebilir. Turizm açısından bölgenin zengin bir potansiyeli var. Van Gölü ve Ağrı birer doğa şaheseri. Çevre henüz bakir, karayolları neredeyse Batı'dan daha iyi ve trafik çok az. Şehirler değişik kişilikleri ile çok cazip. Urartular'dan başlayarak çeşitli uygarlıkların ve özellikle Selçuklular'ın, Saltuklular'ın ve İlhanlılar'ın eserleri insanı büyülüyor. Ani'de Ermeni kiliselerinin yanında Malazgirt Savaşı'ndan önce gelen Türklerin 1064 yılında inşa ettikleri Anadolu'daki ilk camiyi görmek heyecan verici. Doğu'da 1992'ye kadar turizm gittikçe gelişiyormuş. O yıl PKK'nın Fransız turistlerini kaçırmasından sonra bıçakla kesilmiş gibi durmuş. Geçen yıl başlayan hareketlenmeyi de bu sefer Körfez Savaşı sekteye uğratmış.
Ekonomi alanında, Bakü-Ceyhan boru hattı inşası hazırlıkları Kars'ta bir ölçüde canlılık yaratmış. Ermenistan ile sınırın açılması da özellikle Iğdır ve Kars'ın gelişmesine özlü katkıda bulunabilir, Türkiye'nin Orta Asya ile tren ulaşımını sağlar. 1921 Gümrü Antlaşması çerçevesinde sınırların açılması aynı zamanda Ermenistan'ın Türkiye'nin hudutlarını tanıdığını teyit eder. Bu konuda Karabağ meselesinin çözümünü bekleyen politikamızı anlamak zor. O problemin görünebilır bir istikbalde çözümlenmesi olası değil ki.
Doğu Anadolu'da gezerken aklıma ister istemez şu soru geldi: ‘‘Acaba Ankara ve İstanbul'da gündemi günlerce, haftalarca, aylarca işgal eden sorunların önemini abartıyor muyuz? Doğu'nun ve Güneydoğu'nun kalkınması daha öncelikli sayılmaz mı? Irak'taki gelişmelerin yaratabileceği tehlikelere karşı en iyi çare Doğu Anadolu'nun ve Güneydoğu'nun diğer bölgelerimizle bütünleşmesi ve kaynaşması değil mi?’’
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2003
<B>YAŞIYORLAR </B>mı, öldüler mi bilmiyoruz, ama <B>Saddam Hüseyin</B> ile <B>Usame Bin Ladin</B> arasında ortak bir nokta var. Masum insanları kitle halinde katletmek güdüsü. Birincisine mutlak iktidar hırsı, ikincisine ise ideolojik tutku hákim. Fakat ABD'nin savaştan önceki iddialarının aksine Saddam hiçbir zaman El-Kaide'ye destek vermedi, çünkü radikal köktendinciliği hayati bir tehlike olarak algılıyordu. Şimdi ise Irak'ta peş peşe saldırıların ve sabotaj eylemlerinin gösterdiği gibi, Saddam'ın Baasçıları ile yerli ve sınırlardan sızan ithal köktendinciler arasında bir kader birliği oluştu. ABD'nin dünyayı yanına çekmek için muhayyalesinde ürettiği kábus gerçekleşiyor.
Bağdat'taki BM merkezine karşı girişilen vahşi saldırıyı ABD'nin Irak politikasının iflası olarak görenler çok. Ne yazık ki Amerika savaş sonrasına yönelik geçerli bir konsepte sahip değildi. Dışişleri Bakanlığı'nın yaşam koşullarının normalleşmesi ve demokrasinin siyasi, ekonomik ve sosyal altyapısının geliştirilmesi için yapmış olduğu çalışmalar da Pentagon tarafından rafa kaldırıldı. Irak halkı Saddam'dan bezmişti, fakat hiç değilse elektriği, suyu ve akaryakıtı vardı. İş imkánları bugünkünden çok daha fazlaydı. Bunlardan mahrum kaldığı gibi, ABD asayiş ve güvenliği sağlamak hususunda inanılmaz bir beceriksizlik sergiledi. Başından beri Iraklıları güvenlik sorumluluğuna ortak etmesi gerekiyordu. Irak'ın Iraklıların katılımı olmadan selamete varamayacağını anlamakta gecikti.
BM merkezine saldırının ABD'nin talebi üzerine Irak'a kuvvet göndermeyi düşünen ülkelerde ciddi tereddütler uyandırdığı muhakkak. Irak'taki işlevi insan hakları, insancıl yardımlar ve ekonomik ve sosyal imardan ibaret olan BM de hedef seçilebiliyorsa, başlıca emeli anarşiyi ve istikrarsızlığı derinleştirmek olan terör saldırılarından kim muaf kalabilir? Türkiye için de aynı kaygılar fazlası ile geçerli. Türkiye Irak'la komşu bölgesel bir güç konumunda. Dışişleri Bakanımızın dün Milliyet Gazetesi'ndeki söyleşisinde vurguladığı gibi, müstakbel Irak denklemindeki yeri konusunda çok iddialı. Bu nedenle Türkiye'nin, Polonya veya İspanya gibi tarafsız olarak algılanması daha zor. Kaldı ki Iraklı Kürt liderler Türkiye'nin asker göndermesine karşı açıkça cephe aldılar. Kürtlerin Türk askerlerine karşı husumet yaratmak için çaba harcamaları şaşırtıcı olamaz.
Irak'ta istikrar kuşkusuz Türkiye için çok önemli. Fakat Irak'ın geçiş döneminde nasıl yönetileceği konusunda görüş ayrılıkları devam ediyor. ABD Irak'ta yönetim ve güvenlik sorumluluğunu BM'ye devretmeye hazır değil. Güvenlik Konseyi'nden daha çok kozmetik bir karar çıkartmak peşinde. Oysa Konsey'de özlü bir oydaşma ortaya çıkmadan, güvenliğin psikolojik ortamı düzelmeden göndereceğimiz kuvvetlerin Irak'ın istikrara katkısı ne kadar olabilir? Irak'ın yeniden yapılanmasında önemli bir rol oynayabileceğimiz beklentisi de bence abartılı. Ne kadar mükemmel olursa olsun, dayatılmış bir yapının uzun süre devam edeceği şüphelidir. Irak'ın Bosna ve Kosova gibi uzun yıllar uluslararası vesayet altında tutulması da pek mümkün gözükmüyor. Ülkenin çapı değişik, Ortadoğu'nun ortamı Avrupa ortamından çok farklı. Akla şu soru da gelmiyor değil: Türkiye geçiş aşamasında Irak'la ilişkilerini ekonomiye, sivil projelere ve insani yardımlara inhisar ettirse işgal veya uluslararası yönetim sona erince Bağdat'ta daha fazla ağırlığa sahip olmaz mı?
Son gelişmeler ışığında Irak'a kuvvet gönderilmesi sorununun titiz ve kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutulması kaçınılmaz gibi gözüküyor. Karar almak mevkiindekilerin işi zor. Kararın isabetli olup olmadığını da ancak zaman gösterecek. Yanlış bir kararın faturası çok yüklü olur.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2003
<B>MUAMMA </B>diyorum, çünkü KKTC ile imzalanan ve Türkiye'nin resmi AB politikasına taban tabana zıt nitelikteki <B>‘‘Gümrük Birliği Çerçeve Anlaşması’’</B>nın hangi akla hizmet ettiğini birçokları gibi ben de anlamakta sıkıntı çekiyorum. Zaten olayların seyri de biraz esrarengiz. İlk önce bir ‘‘Gümrük Birliği Anlaşması’’ imzalanacaktı, son dakikada yapılan değişiklikle başlığa ‘‘Çerçeve’’ sözcüğü sokuldu ve bu suretle bir ricat kapısı açıldı. Anlaşmanın metni de açıklanmadı. Ancak bildiğim kadarı ile anlaşma bir hayli kapsamlı ve onay için TBMM'ye sunulması öngörülüyor. KTTC onay işlemlerine başladı bile.
* * *
Fikir aslında yeni değil. 1990'lı yılların başında, Güney Kıbrıs'ın üyelik başvurusu AB tarafından kabul edilirse, Türkiye ile KKTC arasında Gümrük Birliği'ne gidilmesi kararlaştırılmıştı. Kıbrıs Rum başvurusu kabul edildi, üyelik müzakereleri başladı, üyelik gerçekleşti, fakat hiçbir şey yapılmadı. Arada başka yaptırımların da gündeme geldiğini hatırlıyoruz. 57'nci Hükümet'in Dışişleri Bakanı, Güney Kıbrıs AB üyesi olduğu takdirde ‘‘Tepkimizin sınırı olmaz’’ demişti. Bir başka bakan şahinliği daha da ileri götürerek sadece Kuzey Kıbrıs'ı değil, fakat Güney Kıbrıs'ı da ilhak edebileceğimizi Avrupa Konseyi'nde ima etmişti. Egoyu okşayacak parlak manşetler üretmekten başka bir işe yaramayan, fakat diplomasinin inandırıcılığını yitiren boş söylemler... Hiçbiri gerçekleşmedi.
* * *
KKTC ile Gümrük Birliği projesinin şimdiye kadar rafa kaldırılmış olması boşuna değildi. Türkiye 1996'dan beri AB ile bir Gümrük Birliği içinde bulunuyor. Sınai ürünler için karşılıklı olarak gümrük vergileri ve miktar kısıtlamaları kaldırıldı. Üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi uygulanıyor. Birliğin tarımı, hizmetleri ve kamu ihalelerini de kapsaması için çalışmalar sürüyor. Türkiye, değil Gümrük Birliği, fakat AB'nin anlaşma yapmadığı ülkelerle serbest ticaret anlaşması bile akdedemez. Türkiye'ye üçüncü ülkelerden gelen mallar vergi ödendiğine dair ‘‘dolaşım belgesi’’ olmaksızın AB ülkelerine ihraç edilemez. Ortak gümrük tarifesinden daha düşük vergi tahsil etmek Gümrük Birliği Anlaşması'na aykırıdır. Kaldı ki Mayıs 2004'te Güney Kıbrıs AB'ye tam üye olunca Türkiye ile arasında otomatik olarak Gümrük Birliği uygulaması başlayacak. Asıl sorun bu. O zamana kadar Kıbrıs'ta bir çözüme varılamazsa KKTC ile serbest ticaret Güney Kıbrıs'ın onayı ile ancak Güney'deki limanlar üzerinden yapılabilecek.
* * *
Mesele son derece basit. Bırakın AB üyeliğini, KKTC ile Gümrük Birliği AB ile bugünkü kurumsal ilişkilerimiz nedeniyle kesinlikle hayata geçirilemez. Peki nasıl oluyor da bu kadar vahim bir hata yapılabiliyor? Zannediyorum ki, yine örneklerini daha önce de gördüğümüz, inat ve işgüzarlık karışımı talihsiz bir bürokratik girişim karşısındayız. Fakat daha vahimi siyasi sorumluluk taşıyanların hata yapıldığını fark etmemiş olmalarıdır. Derin devlet dediğimiz işte bu: Siyasi iktidara rağmen veya onun zaafından, deneyimsizliğinden, tereddütlerinden, belki de bilinçsizliğinden yararlanılarak politika üretilmesi ve uygulanması. Sonra da bunun ismi altı çizile çizile ‘‘devlet politikası’’ oluyor. İş bu kadarla da kalmıyor. Ok yaydan çıktıktan sonra ‘‘Artık geri adım atamayız’’ görüşü yerleşiyor. Bazen de ‘‘ayıp olmasın’’ veya ‘‘kimse alınmasın’’ diye hatalar tamir edilemiyor. Özellikle Kıbrıs politikamızdaki bocalamanın başlıca nedeni bu değil mi?
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2003
<B>1990'</B>lı yılların başından beri politik, ekonomik ve sosyal sancılar içinde kıvranan Türkiye'de en olumlu gelişme kuşkusuz AB siyasi kriterlerine uymak için yapılan hamlelerdir. 57'nci, 58'inci ve 59'uncu hükümetler uyum kanunları ile demokratikleşme sürecine büyük katkıda bulunmuşlardır. Türkiye sonunda AB'ye girsin veya girmesin, bu kanunların amaçlarına sadık kalınarak uygulanması, ülkeyi bugünkü kıskaçlarından kurtaracak ve AB üyeleri ile arasındaki mesafeyi kapatmasını geniş ölçüde kolaylaştıracaktır.
***
Cumhurbaşkanı 7'nci paketteki kanunları da imzaladığına göre, bundan sonra hükümet vakit geçirmeden uygulama sorununu ele almalıdır. Bu alanda karşılaşılacak güçlükler az değildir. Bir kere, bütün ayıklamalara rağmen kanunlarımız hálá çetrefil ve çelişkilidir. Her yargıç aynı kanun hükmünü kolaylıkla değişik şekilde yorumlayabilir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin Anayasa'nın bir parçası haline getirilmesi yeknesak bir uygulamayı çok kolaylaştırırdı. Bu yola nedense gidilmedi. Bir ara uluslararası antlaşmaların kanunlara üstünlüğü kuralının Anayasa'ya dercedilmesi düşünüldü, fakat bundan da vazgeçildi.
Uygulama alanında bir başka güçlük, bürokrasinin birçok dalına hákim olan yasakçı ve baskıcı gelenek ve kültürdür. Basında okuduğumuz doğruysa, işkence alışkanlığından bir tütlü vazgeçemeyenler şimdi sorumluluktan kurtulmak için iz bırakmayan işkence türleri buluyorlarmış. Aynı zihniyetle, kanunlara aykırı yönetmelikler hazırlandığını veya kanunların tatbikini önlemek için derneklere ve vakıflara inanılmaz zorluklar çıkartıldığını biliyoruz.
***
Uyum reformları çerçevesinde özellikle iki konu üzerinde ayrıca durmak gerekir. Birincisi Türkçe dışındaki dillerin öğretimine ve bu dillerde özel radyo ve televizyonlarda da yayına izin verilmesidir. Köklü bir tabu bu suretle yıkılmaktadır. Kürt kökenliler söz konusu olduğu nispette dil yasaklarının kalkması her şeyden önce onların kültürel kimliğine saygının bir sembolüdür. Yoksa zaten kendi dillerini biliyorlar, öğreniyorlar ve konuşuyorlar.
Başka ülkelerlerdeki Kürtçe televizyon programlarını da izleyebiliyorlar. Önemli olan Kürt kökenlilerin dışlanmışlık hissinden kurtulmasıdır. Ancak bu sayededir ki etnik bazda siyasi yapılanmadan uzaklaşabilirler, Kuzey Irak'taki oluşumlara gıpta ile bakmazlar, istikballerini bölünmede değil, fakat entegrasyonda görürler.
***
MGK'ya ilişkin düzenlemeler ise yanlış yorumlara neden oluyor. MGK Genel Sekreterliği'nin yetkilerinin azaltılması, ordunun geleneksel konumunun gerilediği anlamına gelmez. Ordunun kurumsal görüş ve iradesinin belirdiği yer daima Genelkurmay Başkanlığı olmuştur. Genelkurmay Başkanı'nın yetkilerinde veya ordunun yönetim sisteminde bir değişiklik söz konusu değildir. Genelkurmay Başkanı'nın ordunun görüşlerini veya kaygılarını Cumhurbaşkanı'na veya hükümete iletmek için MGK'ya ayrıca ihtiyacı yoktur. Ancak, kabul etmek gerekir eski MGK Genel Sekreterliği kanunu bu kurumun zamanla kendisine abartılı bir görev misyonu biçmesine imkán vermiştir. Şimdi Genel Sekreterlik asli görevine daha uygun yetkilerle donatılmıştır. Genel Sekreter'in bir süre daha askerin uhdesinde kalması da isabetli bir karardır. Geçişin kademeli olmasında yarar vardır.
7'nci uyum paketi Türkiye'yi AB ile üyelik müzakerelerine iyice yaklaştırmıştır. Ele geçen fırsatın kaçırılmaması, diğer engellerin de süratle bertaraf edilmesine bağlıdır. AKP iktidarı yakaladığı ivmeyi yavaşlatmamalıdır.
Yazının Devamını Oku