YAŞIYORLAR mı, öldüler mi bilmiyoruz, ama Saddam Hüseyin ile Usame Bin Ladin arasında ortak bir nokta var. Masum insanları kitle halinde katletmek güdüsü.
Birincisine mutlak iktidar hırsı, ikincisine ise ideolojik tutku hákim. Fakat ABD'nin savaştan önceki iddialarının aksine Saddam hiçbir zaman El-Kaide'ye destek vermedi, çünkü radikal köktendinciliği hayati bir tehlike olarak algılıyordu. Şimdi ise Irak'ta peş peşe saldırıların ve sabotaj eylemlerinin gösterdiği gibi, Saddam'ın Baasçıları ile yerli ve sınırlardan sızan ithal köktendinciler arasında bir kader birliği oluştu. ABD'nin dünyayı yanına çekmek için muhayyalesinde ürettiği kábus gerçekleşiyor.
Bağdat'taki BM merkezine karşı girişilen vahşi saldırıyı ABD'nin Irak politikasının iflası olarak görenler çok. Ne yazık ki Amerika savaş sonrasına yönelik geçerli bir konsepte sahip değildi. Dışişleri Bakanlığı'nın yaşam koşullarının normalleşmesi ve demokrasinin siyasi, ekonomik ve sosyal altyapısının geliştirilmesi için yapmış olduğu çalışmalar da Pentagon tarafından rafa kaldırıldı. Irak halkı Saddam'dan bezmişti, fakat hiç değilse elektriği, suyu ve akaryakıtı vardı. İş imkánları bugünkünden çok daha fazlaydı. Bunlardan mahrum kaldığı gibi, ABD asayiş ve güvenliği sağlamak hususunda inanılmaz bir beceriksizlik sergiledi. Başından beri Iraklıları güvenlik sorumluluğuna ortak etmesi gerekiyordu. Irak'ın Iraklıların katılımı olmadan selamete varamayacağını anlamakta gecikti.
BM merkezine saldırının ABD'nin talebi üzerine Irak'a kuvvet göndermeyi düşünen ülkelerde ciddi tereddütler uyandırdığı muhakkak. Irak'taki işlevi insan hakları, insancıl yardımlar ve ekonomik ve sosyal imardan ibaret olan BM de hedef seçilebiliyorsa, başlıca emeli anarşiyi ve istikrarsızlığı derinleştirmek olan terör saldırılarından kim muaf kalabilir? Türkiye için de aynı kaygılar fazlası ile geçerli. Türkiye Irak'la komşu bölgesel bir güç konumunda. Dışişleri Bakanımızın dün Milliyet Gazetesi'ndeki söyleşisinde vurguladığı gibi, müstakbel Irak denklemindeki yeri konusunda çok iddialı. Bu nedenle Türkiye'nin, Polonya veya İspanya gibi tarafsız olarak algılanması daha zor. Kaldı ki Iraklı Kürt liderler Türkiye'nin asker göndermesine karşı açıkça cephe aldılar. Kürtlerin Türk askerlerine karşı husumet yaratmak için çaba harcamaları şaşırtıcı olamaz.
Irak'ta istikrar kuşkusuz Türkiye için çok önemli. Fakat Irak'ın geçiş döneminde nasıl yönetileceği konusunda görüş ayrılıkları devam ediyor. ABD Irak'ta yönetim ve güvenlik sorumluluğunu BM'ye devretmeye hazır değil. Güvenlik Konseyi'nden daha çok kozmetik bir karar çıkartmak peşinde. Oysa Konsey'de özlü bir oydaşma ortaya çıkmadan, güvenliğin psikolojik ortamı düzelmeden göndereceğimiz kuvvetlerin Irak'ın istikrara katkısı ne kadar olabilir? Irak'ın yeniden yapılanmasında önemli bir rol oynayabileceğimiz beklentisi de bence abartılı. Ne kadar mükemmel olursa olsun, dayatılmış bir yapının uzun süre devam edeceği şüphelidir. Irak'ın Bosna ve Kosova gibi uzun yıllar uluslararası vesayet altında tutulması da pek mümkün gözükmüyor. Ülkenin çapı değişik, Ortadoğu'nun ortamı Avrupa ortamından çok farklı. Akla şu soru da gelmiyor değil: Türkiye geçiş aşamasında Irak'la ilişkilerini ekonomiye, sivil projelere ve insani yardımlara inhisar ettirse işgal veya uluslararası yönetim sona erince Bağdat'ta daha fazla ağırlığa sahip olmaz mı?
Son gelişmeler ışığında Irak'a kuvvet gönderilmesi sorununun titiz ve kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutulması kaçınılmaz gibi gözüküyor. Karar almak mevkiindekilerin işi zor. Kararın isabetli olup olmadığını da ancak zaman gösterecek. Yanlış bir kararın faturası çok yüklü olur.