AYLARDIR Irak'a asker gönderme konusu ile yatıp kalkıyoruz. Sonunda hükümet, BM Güvenlik Konseyi'nden yeni bir karar beklemeden TBMM'den istediği yetkiyi aldı.
Kontenjanımızın sayısı, görev bölgesi, operasyonel sorumlulukları daha sonra belirlenecek. Türk bölge komutanına, başka ülkelerin de birlikleri bağlı olabilecek, fakat genel komutanlık doğal olarak Amerikalılarda kalacak. Kuzeyden geçecek sevkıyat koridorunun güvenliğini sağlama sorumluluğunu da muhtemelen ABD yüklenecek. BM'den karar çıkmadıkça kuvvetlerimiz işgal gücünün bir parçası gibi algılanacak.
Asker göndermekle 1 Mart'ta tezkerenin reddi nedeniyle kaybettiğimiz önemli avantajları tekrar kazanmamız söz konusu değil. Siyasal olduğu kadar, ekonomik ve güvenlik risklerinin de küçümsenemeyeceğini Irak'taki son olaylar ve gelişmeler gösterdi. Irak'ın politik yapılanmasında rol oynamamız ihtimali çok zayıf. Hatta asker göndermekten kaçınsaydık ağırlığımız ve nüfuzumuz daha fazla olabilirdi. ABD'nin talebini karşılamanın tek faydası, Kuzey Irak'taki PKK militanlarının etkisiz hale getirilmesinde ABD'nin daha istekli ve enerjik davranması olabilir. O da şayet ABD gerçekten kararlı ise.
* * *
Fakat unutulmamalıdır ki Türkiye'nin istikbali bakımından birinci öncelikli konu, herhalde Irak değil. Ortadoğu nasıl olsa daha uzun yıllar istikrarsızlık içinde bocalayacak. Asıl öncelik 2004 yılı sonunda AB ile randevuda. AB Konseyi 2004 Aralık'ında Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlayıp başlamayacağına karar verecek ve bu karar Türkiye'nin kaderini çizecek. Ya küreselleşme ile başa çıkabilen, güvenlik ve istikrar içinde yeni politik ve ekonomik ufuklara yönelen bir ülke olacağız, ya da kendi içimize kapanma eğilimi kuvvetlenecek, Avrupa'nın kıyısında köşesinde kalmış bir ülke haline geleceğiz. Denebilir ki telaşa gerek yok; Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımız ne zaman Avrupalı karşıtları ile bir araya gelseler uyum kanunlarının çıkarılmasında gösterilen başarıdan dolayı övgü üstüne övgü alıyorlar. Doğrudur, fakat her defasında iki noktanın altı çiziliyor: Kıbrıs ve uygulama.
Kıbrıs konusunda durum iyice berraklaştı. Çözüm yoksa müzakere de yok. Kuşkusuz çözüm sadece Türkiye'nin ve KKTC'nin elinde değil. Papadopulos da Annan planına gittiçe daha fazla itiraz ediyor. Türkiye ve KKTC'den beklenen, her ne pahasına olursa olsun çözüm olamaz. Ne var ki, şu anda uzlaşmaz olarak algılanan taraf tereddütsüz KKTC'dir. Ankara ise kurumsal oydaşma sağlayamadığından aralık ayında KKTC'deki seçimleri bekliyor. İsabetli bir yaklaşım değil. Ankara, Cumhurbaşkanı Denktaş ile muhalefet arasında kalmamalıdır. Bugünden politikasına açıklık getirerek Denktaş ile muhalefeti tek bir milli politika etrafında birleştirmelidir. Aksi halde hem Türkiye hem de Kuzey Kıbrıs çok zarar görür.
* * *
Uyum kanunlarının uygulanmasındaki güçlükler de küçümsenmemelidir. Evet bakanlar düzeyindeki izleme komitesi çalışmalarına başladı, fakat gerekli yönetmeliklerin ve genelgelerin hazırlanmasında bürokratik direnişler devam ediyor. Kürtçe öğretim verecek dershaneler açılması için yapılan bütün başvurular reddedildi. Radyo ve televizyon yayınları konusu kolay kolay çözümlenemiyor. AB'nin üzerinde durduğu başka konular da mevcut. Anayasa'da değişiklik yapılarak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin lağvedilmesi bunların başında geliyor. Başka önemli bir sorun, azınlık vakıflarının 1974'te el konulan malları ile ilgili. Genelde Yargıtay içtihatları, mahkemelerin uyum kanunları ile bağdaşan kararlar almasına çok kere müsait değil. Nihayet Leyla Zana'nın durumu ile Avrupa Parlamentosu'nun çok yakından ilgilendiği göz ardı edilemez. Bu parlamentoda Zana'yı ileri sürerek AB Konseyi'nden olumlu bir karar çıkmasını önlemek için çaba harcayacak bir hayli üye var.
Bu yılın sonuna kadar ve 2004'te gerçek önceliklerimizin bilinci ile hareket etmezsek sonu hüsran olur. Taktik değil, stratejik başarılar peşinde koşmalıyız.