AB Komisyonu'nun 5 Kasım'da açıkladığı ‘‘İlerleme Raporlarının Strateji Belgesi’’nde Kıbrıs hakkında yer alan ifadeler bir hayli heyecan yarattı.
Kıbrıs'ta bir çözümün Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlanması için bir önkoşul olup olmadığı uzun uzun tartışıldı. Oysa Verheugen'in komisyon adına yaptığı açıklamalar tereddüde yer bırakmıyordu. Çözüm bir önkoşul değildi, fakat çözüm ile müzakereler arasında bir ‘‘siyasi bağlantı’’ vardı.
Rapor gerçeklere dayanan bir ‘‘tespit’’ yapmıştı. Kıbrıs sorununun çözümünü tek başına Türkiye'nin sağlayamayacağı takdir edilmekteydi, yine de Türkiye'nin çözüm için gereken çabaları harcadığını göstermesi lazımdı. Aksi takdirde çözümsüzlük ‘‘Türkiye'nin AB beklentileri açısından ciddi engel oluşturabilirdi’’. Bu tutum aslında 1999 Helsinki zirvesinden beri biliniyordu. İsmail Cem ta o zaman uyarıda bulunmuştu. Çok bel bağladığımız meşhur Lipponen mektubu da Kıbrıs meselesini üyelik gündeminden çıkarmamıştı.
* * *
Kıbrıs'ta çözüm yolunda bütün gözler şimdi KKTC'de 14 Aralık'ta yapılacak seçimlere dönmüş bulunuyor. Bu seçimlerin ortamı bir hayli gergin. Cumhurbaşkanı Denktaş bütün karizmasını ve politik becerisini kullanarak, muhalefete karşı özellikle Türkiye'de çok aktif bir kampanyaya girişmiş bulunuyor. ABD'nin ve AB'nin açıkça desteğine sahip muhalefet ise seçimleri kazandığı takdirde, müzakere yetkisini Cumhurbaşkanı'ndan almak ve Annan planını, Rum tarafı ile üzerinde mutabık kalınabilecek bazı değişikliklerle referanduma sunmak niyetinde.
Annan plánı hem Rumlar ve hem de Türklerce kabul edilirse iki tarafın şimdiki liderleri yeni ‘‘Kıbrıs Birleşik Cumhuriyeti’’nin eşbaşkanlıklarını 30 ay süre ile üstlenecekler. Ancak ‘‘Kurucu Devlet’’lerin yasama meclisleri eşbaşkan olarak başka bir kişiyi seçebilirler. Demek oluyor ki muhalefet iktidarı ele geçirirse ve referanduma giderse nazari olarak Cumhurbaşkanı'nın görevine son verebilir. Nazari olarak diyorum, çünkü bu işin gerçekleşmesi o kadar kolay değil. Türkiye'ye rağmen olmayacağını muhalefet de bilir. Kaldı ki Annan planına göre Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'ın ayrı bir belge ile referanduma başvurulmasını onaylamaları gerekiyor.
* * *
Seçimleri Cumhurbaşkanı'nı destekleyen partiler kazandığı takdirde ne olur? İleride çözüm imkánı tamamen kaybolmasa da, Annan planındaki dengeler ve parametreler içinde bir çözüme kapı kapanır. Güney Kıbrıs'ın AB kurumlarında yerini alacağı 1 Mayıs 2004'ten sonra yeni bir devlet kurularak değil, fakat mevcut ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ temelinde bir çözümden başka çare kalmaz. Buna da ne Türkiye ve ne de KKTC razı olabilir.
Çözümsüzlük ve AB perspektifinin kaybolması ile Kuzey Kıbrıs'ta bir politik, ekonomik ve psikolojik çöküntü kaçınılmaz olur. Üstelik Türkiye uzun süreli çıkarlarını tehlikeye atmadan KKTC ile ne gümrük birliği gerçekleştirebilir ne de Kuzey'i ilhak edebilir. Denktaş'ın umduğu gibi KKTC'nin günün birinde bağımsızlığının uluslararası toplum tarafından tanınması olasılığı ise hiç yoktur. Kuzey Irak'ın bağımsızlığına karşı ileri sürdüğümüz toprak bütünlüğü prensibinden AB'nin kendi üyelerinden biri aleyhine vazgeçmesi düşünülebilir mi? Ayrıca unutmamak gerekir, 2004 sonunda Kıbrıs sorunu hálá çözümlenmemişse ve Türkiye ile KKTC çözümsüzlüğün sorumlusu olarak algılanıyorsa ya Güney Kıbrıs'ı tanımak veya müzakere tarihi alamamak gibi bir açmaza düşeriz.
* * *
Burada tabii Türkiye'nin politikası nedir sorusu akla geliyor. Hükümet gerçekten Annan plánı çerçevesinde bir çözümde kararlı ise KKTC'deki seçimlerin Kıbrıs Türklerini bölmesini beklememeli, seçimden önce Cumhurbaşkanı ile muhalefet arasında bir uzlaşma zemini sağlamalıdır. Buna karşılık hükümet, Annan plánı çerçevesinde bir çözümü Denktaş'a ve onunla aynı fikirde olanlara rağmen desteklemeyi göze alamıyorsa politikasını da buna göre ayarlamalıdır. O zaman Güney Kıbrıs'ın çözümsüz AB üyesi olmasının sonuçlarına katlanılır ve Türkiye'nin Avrupa serüveni de büyük olasılıkla son bulur. Bu da hiç değilse bir politik tercihtir. Kararsızlıktan daha iyidir.