16 Temmuz 2005
<B>İNGİLTERE </B>Dışişleri Bakanı<B> Jack Straw</B>, Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nda 12 Temmuz’da yaptığı konuşmada, Türkiye’nin AB üyeliğini kuvvetli ifadelerle desteklerken, bu üyeliğin aynı zamanda <B>‘Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunacak olması nedeniyle de önemli’ </B>olduğunu belirtmiş. Prensip açısından doğru bir vurgu. Ancak şimdiki halde gördüğümüz, Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğinin Türkiye’nin üyelik sürecini zorladığıdır. 3 Ekim’de AB ile müzakerelerin başlamasının başlıca koşulu. Gümrük Birliği’nin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ dahil yeni on üyeye teşmilini düzenleyen protokolün imzalanmasıydı.
Oysa bu konudaki güçlüklerin bile tamamen aşılıp aşılmadığı henüz belli değil. İşin esasına bakarsanız, bu protokole gerçekte pek ihtiyaç yoktu. AB’ye daha önceki katılmalarda Gümrük Birliği’nin yeni üyelere teşmili ya otomatik olarak veya Türkiye’nin tek taraflı tasarruflarıyla gerçekleşmişti.
Bu sefer protokolde ısrar edilmesi, kısmen Türkiye’nin acele ederek Güney Kıbrıs’ı dışarıda bırakan bir kararname çıkartmasına tepkiden, kısmen de Güney Kıbrıs’ın Türkiye tarafından bir şekilde fiilen tanınmasını sağlamak amacından kaynaklanıyor. Türkiye, sonunda bu protokolü imzalamayı kabul etti; fakat bu imzanın tanıma anlamına gelmediğini ifade eden bir deklarasyonu da eşzamanlı olarak yapmaya hazırlanıyor.
* * *
Basında çıkan haberlere göre İngiltere, Türkiye’yi bu deklarasyondan vazgeçirmeye çalışıyormuş. Bu haber doğrulanmıyorsa da Ankara’nın deklarasyonunu takiben AB’nin de bir deklarasyon yapıp yapmayacağı henüz bilinmiyor.
Protokol konusu dışında Türkiye bugünkü aşamada bir yandan Annan Planı temelinde çözüm sürecinin canlandırılması için BM’nin inisiyatif almasına çalışıyor, diğer yandan KKTC’nin izolasyonunun kaldırılmasına yönelik çabalarını sürdürüyor. BM’nin kısa ve hatta orta vadede girişimde bulunacağını gösteren bir emare yok.
Nisan 2004’te Annan Planı üzerindeki referandumlardan önce İngiltere ve ABD çok kapsamlı bir karar tasarısını BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuştu. O zaman bir amaç da Kıbrıslı Rumların plana karşı muhalefetini bir dereceye kadar yumuşatmaktı.
Kıbrıslı Rumların isteği üzerine başta Rusya’nın bloke ettiği tasarı, bir bölümünde uygulamayı mecburiyet haline getiren BM Şartı’nın 7’nci bölümüne atıfta bulunduğu için, Türkiye’yi de tedirgin etmişti. BM Genel Sekreter Yardımcısı Pendergast’ın taraflarla görüştükten sonra konseye geçen ay verdiği brifingde de belirttiği gibi, bugünkü koşullar yeni bir inisiyatife elverişli değil.
* * *
KKTC’nin izolasyonunun kaldırılması alanındaki girişimlere gelince; Kıbrıs’ta her iki tarafa da uygulanan kısıtlamaların tüm ilgili taraflarca aynı anda kaldırılması için Türkiye’nin yaptığı çağrı netice vermedi.
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ise Ercan Havalimanı’nı ve Magosa Limanı’nı kapalı ilan eden karar ile kültürel ve sosyal tüm kısıtlamaların kaldırılması karşılığında Maraş’ı Rumlara vermeyi bile önerdi; fakat sonuç alamadı. Buna karşılık KKTC’nin ayrı politik kimliğinin tanınması yolunda bazı kazanımlar var.
İslam Konferansı Örgütü, KKTC’yi Annan Planı bağlamında ‘Kıbrıs Türk Devleti’ olarak tanımlıyor. Azerbaycan, temmuz sonunda Kuzey Kıbrıs’a direkt uçak seferlerine başlayacak. ABD, KKTC’ye iş ve bankacılık sektörünün geliştirilmesi için 10 milyon dolarlık bir yardım yapacağını açıkladı.
Bugünkü aşamada Güney Kıbrıs’ı bir çözüme zorlamanın en iyi yolu, KKTC’nin direkt temas ve ilişkilerle ayrı benliğini perçinlemesi ve ekonomisini kuvvetlendirmesidir. Daha proaktif bir politika için, 3 Ekim’den sonra Kıbrıs meselesini çevreleyen koşulları değerlendirmek gerekir.
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2005
<B>TERÖRLE </B>mücadele birimleri, İstanbul’da 2003 Kasım’ında girişilen eylemleri takiben terörün diğer Avrupa ülkelerine sıçrayacağı yolundaki uyarılarında haklı çıktılar. 2004 yılında Madrid, birkaç gün önce de Londra korkunç saldırılara uğradı. El-Kaide güdümlü veya onun izinden giden terör örgütlerinin Irak’ta bütün enerjilerini tüketmekte oldukları şeklindeki yorumların gerçeği yansıtmadığı Londra’da kanıtlandı. Global terör 21’inci asrın en büyük tehdidi olmaya devam edecek. Radikal İslamcılığın beslediği bu terör, hedeflerini seçerken Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir ayrım yapmıyor.
Nitekim Londra’da bombalanan metro istasyonlarından bir tanesi, Arapların yoğun olarak yaşadıkları bir semtte bulunuyor. Irak’ta her gün katledilenler de hesaba katıldığı takdirde şimdiye kadar köktendinci terörün Müslüman kurbanlarının sayısı çok yüksek.
* * *
Terör konusunda kendi tecrübesi ışığında Türkiye’nin özellikle hassasiyet duyması doğaldır. Kaldı ki son zamanlarda bölücü terör eylemleri aralıksız sürüyor. Bu nedenle Türkiye’nin başka ülkelerdeki eylemleri kınarken terörle mücadelesinde uzun yıllar kendisiyle işbirliği yapılmadığını, hatta Batılı ülkelerden PKK’ya destek geldiğini hatırlaması ve hatırlatması yadırganmamalıdır.
Ne var ki, Türkiye’nin dayanışma çağrılarına vaktiyle uyulmuş olsaydı, bunun, bugünkü global terörü önlemede etkili olacağı savı pek gerçekçi görünmüyor. PKK tedhişi bir ülke içinde bir hedefe yönelikti. Geniş ölçüde sol ideolojiden ve etnik milliyetçilikten besleniyordu. Ona politik ve lojistik destek verenler ya Türkiye’nin zayıflamasını isteyenler veya Kürtlere sempati besleyenlerdi.
Tek bir ülkeye yönelik teröre dışarıdan desteğin başka örnekleri de var. Fransa, İspanya AB üyesi oluncaya kadar Bask teröristlerine melce sağlamıştı. İrlanda tedhişçilerine İrlanda kökenlilerin silah ve para yardımı yapmalarını ABD hükümeti engellemedi. Bugün karşılaştığımız global terörün niteliği ise değişik.
Bütün dünyanın dengelerini altüst etmek hedefi peşinde koşan, İslam ülkelerinde dogmatik rejimler kurulmasını isteyen, hilafetin geri getirilmesini ve bütün Müslümanların bir halife etrafında birleşmesi hayaline kapılan, nerede mevcut düzene karşı bir direniş varsa intihar bombacılarıyla oraya koşan, insanlara fanatizm aşılayarak onları ölmeye azmettirebilen, esnek yöntemler ve mahalli inisiyatiflerle etkinliğini sürdürebilen bir hareketle karşı karşıyayız.
* * *
Böyle bir tehditle nasıl başa çıkılabileceğini kimse bilmiyor. Bazıları terörle başa çıkmanın İslam ülkelerinin sorunu olduğunu, onlar bir çözüm bulamazlarsa Batı-İslám ilişkilerinin gittikçe gerginleşeceğini ileri sürüyor. Diğer bazılarına göre ise terörün nedenlerine eğilmek, Ortadoğu’da milyonlarca insanın adaletsizlik olarak algıladıkları Filistin gibi sorunların halledilmesine katkıda bulunmak, dünyadaki fakirliğe son vermek lazım.
Her iki görüşte de bir gerçek payı var. Ne yazık ki Batı ülkeleri kadar Müslüman ülkeler de kendilerine düşen sorumlukları tam olarak yerine getirmeye yanaşmıyorlar. Ters tepen politikaların Irak’ta olduğu gibi yarattığı açmazların nasıl aşılacağı hálá belli değil. Hatalı teşhisler rasyonel yaklaşımları engelliyor.
Bir misal vermek gerekirse, Şii köktendinci olan İran’daki rejim ciddi bir tehdit olarak algılanıyor. Oysa bugünkü koşullarda El-Kaide ideolojisine bağlı Sünni köktendinci bir rejimin, bir Müslüman ülkede iktidara gelmesi kat kat büyük bir tehdit oluşturacaktır. Bu tehlikenin soyut olduğunu da bugün kimse kolay kolay ileri süremez.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2005
<B>CUMHURBAŞKANLIĞI </B>seçimini dini liderlerin favorisi <B>Ahmedinecad</B>’ın kazanması İran’ın bundan sonraki iç gelişmeleri ve dış politikasının seyri konusunda yaygın spekülasyonlara yol açtı. Ahmedinecat’ın 1979’da Amerikan Büyükelçiliği’ne baskında yer aldığı ve daha sonra da 1989’da Viyana’da sürgünde bulunan bir Kürt liderinin öldürülmesi olayına karıştığı iddialarının ortaya çıkması yeni Cumhurbaşkanı’nın imajına yardımcı olmadığı gibi İran teokrasisinin gerçek niteliğini bir kere daha sergiledi.
1997’de reformcu Hatami’nin seçilmesinin rejimin yumuşayabileceği yönünde uyandırdığı ümitler zaten çok uzun sürmemişti. İran’da Cumhurbaşkanı ve parlamentonun gerçek hiçbir gücü yok. Polis, istihbarat kuruluşları, silahlı kuvvetler ve ondan bağımsız 125 bin kişilik ‘İslam Devrimi Muhafızları’, nüfuzlu ve çok zengin İslami vakıflar, adalet tamamen ‘Devrim Rehberi’ Hamaney’in kontrolü altında.
İki yıl önce belediye seçimlerini, bu yılın başında Meclis seçimlerini ve şimdi de cumhurbaşkanlığı seçimini taraftarlarına kazandırarak muhafazakár dini liderler bütün iktidar merkezlerini tamamen ele geçirdiler. Yüksek mevkilerde artık tek bir reformcu bulunmuyor. Bir ara İran’ın İslam dünyasında tabandan gelen bir hareketle laikleşen ve demokratikleşen ilk devlet olacağı yolundaki umutlar bir başka bahara kaldı.
* * *
Ahmedinecad’ın Cumhurbaşkanı olmasının İran’ın dış politikası üzerinde çok etkili olmasını beklememek lazım. İran büyük bir olasılıkla bugünkü siyasetini devam ettirecek, nükleer programları konusunda ikircikli bir taktik güderek bir yandan ABD ile bir çatışmayı önleyecek kadar esneklik gösterecek, diğer yandan uranyum zenginleştirme ve plütonyum üretme hakkını saklı tutmaya çalışacaktır. İngiltere, Almanya ve Fransa ile süren müzakereler akamete uğradığı takdirde meselenin BM Güvenlik Konseyi’ne götürülmesi de Rusya’nın ve Çin’in İran ile gittikçe gelişen ilişkileri yüzünden o kadar kolay olmayabilir.
Çin’in İran’ın jeopolitik durumundan ve petrol kaynaklarından en fazla yararlanmak isteyen bir ülke haline geldiği unutulmamalıdır. İran’ın ayrıca % 60’ı Şii olan nüfusu ile Irak’ta çok önemli kozları var. Irak’ta Şiilerin hákim olduğu bir siyasi düzenin kurulması İran’ı bugünkü ideolojik yalnızlığından kurtarır ve bölgedeki ağırlığını artırır.
* * *
İran’daki gelişme Türk-İran ilişkilerine de tesir etmez. Aslında bu ilişkilerin büyük bir özelliği mevcut. Aralarındaki vizyon ve çıkar uyumsuzlukları hiç de az değil. İran’ın nükleer silah üretebilecek kapasiteye ulaşması ve uzun menzilli füzeler geliştirmesi hiç değilse potansiyel olarak Türkiye’nın güvenliği için bir tehdittir. Türkiye ile İran’ın Ortadoğu politikaları birbirine taban tabana zıt. Kafkasya’da ciddi bir çıkar çatışması söz konusu. İran’ın Ermenistan ile ilişkileri çok iyi, fakat Azerbaycan ile arasında devamlı bir rahatsızlık ve zaman zaman gerginlik var. İran Azerbaycan’ın laik sisteminden ve Türkiye, İsrail ve Batı ile ilişkilerinden tedirginlik duyuyor. Hazar Denizi’ndeki petrol kaynaklarının işletilmesi konusunda iki ülkenin menfaatleri çatışıyor.
Orta Asya’da da Türkiye ile İran birbirine rakip. Fakat bütün bu olumsuz unsurlara rağmen Türkiye ve İran ikili ilişkilerini karşılıklı çıkarlarına uygun bir denge için yürütüyorlar. Bu politikaların sürdürülmesi iki tarafın da yararınadır. Beraberce bulundukları coğrafyanın çelişkileri içinde pragmatizm en iyi yoldur.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2005
<B>AB </B>Komisyonu, üye ülkeler ile aday ülkelerin sivil toplumları arasındaki diyaloğun geliştirilmesi projesine çok önem veriyor. Aday ülkelerden kasıt Türkiye ve Hırvatistan; fakat asıl ağırlık Türkiye’ye yönelik. Bunun nedeni, AB’nin genişleme politikasına başlıca direnişin Türkiye’nin üyeliği perspektifinin yarattığı kaygılardan ve önyargılardan kaynaklanması.
Komisyon, diyalog projesini 2006 yılından itibaren 40 milyon Euro’luk bir fondan finanse edecek. Projelerin tasarlanmasında AB ülkelerinde ve Türkiye’de seçkin kişilere danışılacak. Diyaloğun hedefi yalnızca Batı kamuoyları değil, aynı zamanda Türk kamuoyu. Gerçekten Türkiye’de de, özellikle Fransa ve Hollanda’daki referandumlardan sonra, AB üyeliği konusundaki kuşkular artma eğiliminde.
Sivil toplum diyaloğunun uzun vadeli amacı, Avrupa ülkeleri ve Türkiye vatandaşlarını Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlamak şeklinde tarif ediliyor. Diyaloğa ekonomik ve sosyal kuruluşlar ile eğitim, kültür ve medya sektörlerinin geniş katılımı öngörülüyor.
* * *
AB Komisyonu’nun öngördüğü alanların bazılarında şimdiden gayet verimli programlar uygulanmaktadır. ‘Socrates’, AB’nin eğitim alanındaki eylem programıdır. ‘‘Socrates’ çerçevesindeki ‘Erasmus’ ise yüksek eğitim kurumları arasındaki iletişim ve işbirliğini kapsıyor.
Üniversitelerimiz iki yıldan beri özellikle öğrenci değişimi programının uygulanmasına geçmiş bulunuyorlar. Örneğin, Türkiye’nin Fransızca öğretim veren tek üniversitesi olan Galatasaray Üniversitesi’nin 39 Fransız, 2 Belçika, bir İtalyan, bir Polonya ve bir Yunan üniversitesiyle anlaşması mevcut.
2004-2005 akademik döneminde 30 dolayında öğrencisi Fransız ve Belçika üniversitelerinde, 20 kadar Fransız öğrenci de Galatasaray Üniversitesi’nde bir dönem veya bir yıl öğrenim gördüler. Bu sayılar 2005-2006 akademik yılında sırasıyla 90 ve 50’ye çıkacak.
Fransız öğrenciler bölümlerinde izledikleri derslerin yanı sıra Türkçe kurslarına da yazılıyor, ülke içinde seyahat ederek Türk toplumunu yakından tanıyorlar. Bu gibi ilişkilerin iki halkı birbirine yakınlaştırmada çok yararlı olacağı muhakkaktır. Tabii iş, eğitim işbirliğiyle bitmiyor. Türkiye açısından bakıldığında AB ülkelerindeki gençlik ve aile dernekleri, sendikalar ve kiliseler de üzerinde çalışılması gereken kuruluşlar.
Kilise ve dini derneklere yönelik faaliyetlerde, Türkiye’deki Hıristiyan dini kuruluşlarından kuşku duymak yerine, onlardan aslında istifade edilebilir.
* * *
Kamuoyunu yönlendirmede politikacılar ve medya başlıca rolü oynarlar. AB ülkeleri politikacıları ile bizim politikacılar arasında devamlı temaslar var; fakat aralarında gerçek anlamda bir diyalog kurulabildiğinden emin olmak zor.
Medyaya gelince, devamlı heyecan verici manşet peşinde koşmanın veya fantezi ve hayali görüşlere prim vermenin kamuoyunu yanlış yönlendirdiğini göz ardı etmemesi gerekir.
Önümüzdeki devrede Türk kamuoyunu AB hakkında geniş biçimde aydınlatmak, AB kamuoylarını kazanmak kadar önemli olacaktır. Türk kamuoyu biraz sabırsız. Olumsuz haberlerden çok çabuk etkileniyor. Anlaşılır tarihi hassasiyetleri var. Genellikle şüpheci.
Gerçekçi olsun veya olmasın alternatifler veya yeni ufuklar aramak ona cazip geliyor. Gerek AB, gerek Türk resmi kurumları ve sivil toplum kuruluşları bu özellikleri sürekli göz önünde bulundurmalıdırlar.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2005
<B>TÜRKİYE </B>ile yapılacak müzakerelerin bağlı olacağı prensipleri içeren belgenin 29 Haziran’da AB Komisyonu tarafından açıklanmasıyla Türkiye’nin üyelik sürecinde önemli bir aşamaya daha varıldı. Komisyon’un hazırladığı çerçevenin bundan sonra 27 üye ülkenin temsil edildiği Konsey tarafından onaylanması gerekiyorsa da yeni bir güçlük çıkması pek olası değil.
Anayasa ve bütçe krizleriyle daha da keskinleşen AB üyeleri arasındaki yaklaşım farkları nasıl olsa önemli ölçüde Komisyon bünyesi içindeki tartışmalara yansımıştı. Buna rağmen, sonuçta, 17 Aralık 2004 zirvesindeki kararla geniş uyum içinde bulunan ve amacın Türkiye’nin AB’ye katılması olduğunu yeniden vurgulayan bir metin üzerinde anlaşmaya varılabildi.
3 Ekim’e kadar yapmamız gereken tek şey; artık bir yol kazasını önlemektir. Bu açıdan resmi söylemlerimizdeki enflasyonu bir miktar kontrol altına almamız ve 3 Ekim’den sonra yapılacak işlere dikkatimizi yoğunlaştırmamız çok faydalı olur.
***
Şimdi vardığımız aşamada, belgede mevcut olan ve Türkiye için tam üyelik yerine değişik bir statüye kapıyı açık bırakan formülasyonlar üzerinde çok fazla durulmasında bir yarar yoktur. 3 Ekim’den sonra çok çetin ve sık sık sabır haddimizi zorlayacak durumlarla nasıl olsa karşılaşacağımızı biliyoruz.
Bir İngiliz gazetesinin belirttiği gibi Tayyip Erdoğan’ın 20 kaleciyle korunan bir kaleye gol atması gerekiyor. Fakat önümüzde uzun bir süre var. Kalecilerin bir kısmının bu müddet zarfında havlu atmalarını bekleyebiliriz.
Bundan sonra müzakereler ağırlıklı olarak ekonomik ve sosyal konular üzerinde yoğunlaşacaksa da süreci aksatabilecek kırılganlık noktaları siyasi olmaya devam edecektir. Bizi bekleyen sınavların neler olduğunu müzakere çerçevesinin içeriğinden olduğu kadar genişlemeden sorumlu komisyon üyesi Oli Rehn’in açıklamalarından anlıyoruz.
***
Kıbrıs başımızı yine bir hayli ağrıtacak. Gümrük Birliği protokolünün imzalanması yanında bu protokolün AB Komisyonu’nun yorumladığı şekilde uygulanması meselesi var. Rehn birkaç kere deniz ve havalimanlarımızın Güney Kıbrıs gemi ve uçaklarına açılmasının beklendiğini ifade etti. Biz ise karşılığında KKTC deniz ve havalimanları üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını talep ediyoruz.
Yunanistan ile Ege sorunları dolayısıyla büyük bir problemle muhtemelen karşılaşmayız; fakat 3 yıldan beri devam eden istikşafi görüşmelerin hızlandırılması kuşkusuz yerinde olur. Ermenistan ile ilişkilerimiz de gündeme gelecektir. Kimse ‘soykırım’ iddiaları konusunda bizden ciddi bir talepte bulunamaz.
Buna karşılık, AB komşuluk politikası çerçevesinde Ermenistan ile sınırın açılması üzerinde durulacağı kesin. Dış politika alanında üçüncü ülkelere karşı siyasetimizin ve uluslararası kuruluşlardaki yaklaşımlarımızın gittikçe AB çizgisiyle uyumlaştırılması gerekecek.
Azınlık hakları, kültürel haklar, dini özgürlükler, ifade özgürlüğü, sendika hakları gibi alanlarda ilerlemelere ihtiyaç var. Bu çerçevede azınlık vakıflarına karşı ayrımcılık yaptığı düşünülen yeni Vakıflar Kanunu ve Heybeliada’daki Ruhban Okulu gibi meselelerin süratle çözümlenmesinde ısrar edilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
***
AB Komisyonu’nun yine 29 Haziran’da açıkladığı ‘sivil toplumlar arasında diyalog’ belgesi büyük önem taşıyor.
Türkiye’nin üyelik hedefinin gerçekleşmesi sürecini müzakereler kadar etkileyecek olan bu proje, AB ülkeleri halkı ile Türk halkını birbirine yakınlaştırmak ve önyargıların ortadan kalkmasını sağlamak amacına yönelik.
Sivil toplumlar arasındaki diyalog projesi, şimdiye kadar AB kamuoyunu kazanmak için giriştiğimiz tanıtma ve ikna etkinliklerinden değişik ve çok daha geniş ve bir boyuttadır. Konuya bir başka yazımda avdet etmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2005
<B>BM </B>Genel Sekreter Siyasi İşler Yardımcısı <B>Kieran Prendergast,</B> Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’taki temasları hakkında 22 Haziran’da BM Güvenlik Konseyi’ne oldukça ayrıntılı bilgi verdi. Söyledikleri içinde çok dikkat çekici noktalar var. Bunlardan bir tanesi, Genel Sekreter’in 24 Nisan 2004’te Kıbrıs’ta yapılan referandumlardan sonra Mayıs 2004’te Konsey’e sunduğu raporla ilgili. Bu raporda, Kıbrıs Rumlarının referandumda aleyhte oy vermelerinde Papadopulos’un sorumluluğu vurgulanıyor ve lehte oy veren Kıbrıslı Türklerin izolasyonunun kaldırılması çağrısı yer alıyordu.
Güvenlik Konseyi, raporu bugüne kadar benimsemek şöyle dursun not bile etmedi. Prendergast, Konsey’in bu tutumuna Türkiye kadar BM Genel Sekreteri’nin de şaşırdığını belirtiyor. Şaşırmamak gerçekten de zor; çünkü Konsey, daha önce, Nisan 2003’te, Genel Sekreter’in sunduğu raporun sonuçlarına katıldığını belirten bir kararı kabul etmişti.
Bu raporda ise 10-11 Mart’ta Lahey’de yapılan toplantının akamete uğramasından, eski KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş sorumlu tutuluyordu. Demek oluyor ki ortada açık bir çifte standart var. Bunu da anlaşılan Rusya’ya borçluyuz.
* * *
Prendergast, bugünkü aşamada tarafların tutumlarının birbirinden çok uzak olduğunu gizlemiyor. Kendisiyle görüşmesi sırasında Papadopulos, ‘halkının işgalden ve belirsizlikten’ ıstırap çektiğini ve bu yüzden çözüm için Genel Sekreter’in iyi niyet misyonu çerçevesinde müzakerelerin tekrar başlamasını desteklediğini söylemiş.
Fakat Papadopulos bir kere yöntemin değişmesini, 2004’teki gibi Genel Sekreter’in hakemlik yapmamasını, zaman baskısı olmamasını ve bir çözümün ancak taraflar üzerinde anlaştıkları takdirde referanduma sunulmasını istiyormuş. Meselenin özüne gelince, Papadopulos, Annan Planı’nın Kıbrıs Türklerine bütün istediklerini verdiğini kaydederek belli başlı düzenlemelerin hemen hepsini yeniden müzakereye açmak gerektiğini belirtmiş.
Bunlar arasında özellikle yönetime, güvenliğe, vatandaşlığa, ikamete, mülkiyete, sınırlara, ekonomik ve mali konulara, geçiş dönemlerine ve uygulama garantilerine ilişkin düzenlemeleri saymış. Prendergast, Papadopulos’tan talepleri arasında hiç değilse bir öncelik saptamasını istemiş; fakat Kıbrıs Rum Lideri bunu reddetmekle kalmamış, müzakereler sırasında yeni konuları gündeme getirebileceğini de eklemiş.
Atina’da ise Yunanlı muhatapları, Genel Sekreter Yardımcısı’na, Annan Planı çerçevesinde müzakereleri desteklediklerini; fakat planın bazı yönleriyle, bir AB üyesi Kıbrıs’ın müstakbel sorunlarından çok geçmişin korkularını yansıttığını ifade etmişler.
* * *
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, beklenebileceği gibi, Papadopulos’un taleplerinin Annan Planı’nın parametrelerinin dışında olduğunu, ancak planın parametreleriyle uyumlu olan sınırlı değişikliklerin incelenebileceğini bildirmiş.
Ankara’da ise görüştüğü sorumlular, Prendergast’a Güney Kıbrıs’ın planda istediği bütün değişiklikleri içeren tam bir liste sunması gerektiğini vurgulamışlar.
Prendergast, Konsey’e takdiminde, zamansız bir şekilde müzakere sürecini tekrar başlatmanın tavsiye edilemeyeceği sonucuna varıyor. Genel Sekreter’in, verdiği brifinge Konsey’in tepkisi ışığında bir karar alacağını ayrıca belirtiyor.
* * *
Prendergast’ın vardığı sonuç makuldür. Papadopulos’un bugünkü tutumu sürdükçe müzakerelerin başlaması bir fayda getirmez. Türkiye’nin ve KKTC’nin şimdiki koşullar altında acele etmeleri de isabetli olmaz. Galiba bir iki yıl daha beklemekten başka çare yok. Ancak bu sürenin sonunda Güney Kıbrıs’ın yaklaşımında bir değişiklik görülmezse çözümü zorlamak kaçınılmaz olacaktır.
Bu zorlamanın stratejisini bugünden ayrıntılı bir şekilde düşünmeye başlamalıyız. Arada geçecek zaman içinde KKTC’nin ekonomik, sosyal ve kurumsal sorunlarının çözülmesine Türkiye elinden gelen katkıyı sağlamalıdır Kuzey Kıbrıs’ta.
KKTC ile Türkiye arasındaki yönetim ve sorumluluk dengesinin gözden geçirilmesinden de kaçınılmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2005
<B>ALMAN </B>Federal Parlamentosu da sonunda 1915 olaylarına ilişkin bir karar kabul etti. Diğer Avrupa ülkeleri parlamentolarının kararları için olduğu gibi yine sert tepki gösterdik, fakat olan oldu. ABD Temsilciler Meclisi’nde de yeni bir girişim var. 2000 yılında Clinton yönetimi son dakikada komisyonlarda hazırlanan karar tasarısının genel kurula gelmesini önlemişti. Başkan Bush’un da aynı eğilimde olduğu tahmin ediliyor. İşler aksi gider ve ABD Kongresi de kervana katılırsa Ermeni iddialarına destek vermeyen tek ağırlıklı ülke İngiltere kalacak. Zannediyorum ki artık rutin hale gelen tepkilerimizin ötesinde Ermeni meselesine bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor.
***
Alman Parlamentosu’nun kararı diğerlerinden farklı. ’Soykırım’ sözcüğünü doğrudan kullanmadan Ermeni iddialarına destek veriyor, ayrıca Türk hükümetinin ve toplumunun ‘tarihi ile yüzleşmesini’ istiyor. Diğer kararlar bazen Türkiye’den bile söz etmeden yalnızca ‘soykırım’ olgusunu kabul ediyorlardı. Türkiye’den aslında bir talep yoktu. Bu tutumun bir de mantıki bir tarafı vardı, çünkü Almanya’dan başka tarihi ile yüzleşen bir başka ülke mevcut değil.
Tarihinde soykırım tarifine giren olaylar cereyan etmiş ülke sayısı bir hayli kabarık. Sadece Rusya’yı ele alırsak, Çarlık ve Sovyet dönemlerinde yapılan ve soykırım tarifine giren katliamların haddi hesabı yok. O kadar ki 1948’de Soykırım Sözleşmesi hazırlanırken Sovyet Birliği bu sözleşmeyi ancak ‘sosyal bir sınıf veya politik ve ideolojik grup mensuplarının öldürülmeleri ile kültürel cinayetler’ soykırım suçları dışında bırakıldığı takdirde destekleyeceğini bildirmiş ve istediğini elde etmişti.
***
Türkiye daha 1950’de hiç çekincesiz sözleşmeyi onaylarken İngiltere 1970’te, ABD ise ancak 1988’de onay işlemlerini tamamladılar. ABD özellikle sözleşmenin 9’uncu maddesine itiraz ediyordu. 9’uncu madde, soykırım için devlet sorumluluğu dahil, sözleşmenin yorumu ve uygulanması konusunda çıkabilecek ihtilaflarda tek taraflı olarak Uluslararası Adalet Divanı’na başvuru hakkını tanıyordu. ABD ve başka bazı devletler sözleşme geriye dönük olmadığı halde bu maddeye çekince koymuşlardı.
Hiçbir ülkeden tarihi ile yüzleşmesi istenmezken neden yalnızca Türkiye’ye böyle bir talep yöneltiliyor? Diğer devletlerin peşine düşülmediği için. Cezayir bile Fransa’yı ancak şimdi biraz itham etmeye başladı. Ermeni lobisi ise yıllardan beri 1915 olaylarının soykırım olarak tanınması için durmadan çaba harcadı ve önemli kazanımlar elde etti.
***
Meselenin bir tarihçiler komisyonu tarafından incelenmesi yolundaki girişimimiz iyi karşılanmakla beraber peşin hükümler olduğu gibi duruyor. Ermenistan bir kompromi formülü ile bu öneriyi kabul etse bile sonuç alınması yıllarca sürer. Türkiye’de tarihçiler arasındaki görüş ayrılıkları da tezimizi çok kuvvetlendirilecek nitelikte değil.
Peki ne yapalım? İki şey. Bir kere, kabil olduğu kadar cepheden taarruzla değil, fakat Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri bir ölçüde normalleştirerek meselenin uzun sürede aşılmasına veya güncelliğini kaybetmesine çalışmak gerekir. Bunda ne yazık ki bir hayli geciktik. Bugün AB’den gelen baskı ile bu işi gerçekleştirmek daha zor. İkincisi, hukuki durumumuz sağlam olduğuna, bizden toprak veya tazminat talep edilemeyeceğine, devlet veya bireysel sorumluluk yöneltilemeyeceğine göre daha soğukkanlı davranmak, ’Kendi tarihleri ile yüzleşmeyenlerin iddialarını ciddiye almıyoruz’ gibi bir tavır takınmaktır. İthamlara ve iddialara bigáne kalmak, ne kadar sert olursa olsun kısa bir süre sonra etkisi kaybolacak tepkilerden daha etkili olabilir.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2005
<B>AB </B>Konseyi’nin 16-17 Haziran Brüksel zirvesi çok ciddi bir kriz havası içinde cereyan etti. Zirve, anayasanın Fransa ve Hollanda tarafından reddinin ortaya çıkardığı kurumsal sorunları ve 2007-2013 bütçesi konusundaki derin görüş ayrılıklarını çözümleyemeden dağıldı.
AB’nin istikbalinin sorgulanmaya devam edeceği ve buhran ortamının kolay kolay dağılmayacağı bir devreye giriyoruz. Toplantılarda Türkiye’ye doğrudan atıf yapılmadı. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, ‘İşlevini etkin bir şekilde yerine getirmesini sağlayacak kurumlara sahip olmadan AB daha fazla genişleyebilir mi’ sorusunu ısrarla ortaya attıysa da Almanya, Türkiye’nin üyeliğinin tartışmaya açılmasına muhalefet etti.
Hatta Fransız basınının verdiği habere göre, Almanya Dışişleri Bakanı Fischer, ’Türkiye’ye kapıyı kapatabiliriz; fakat bunun bedeli çok yüksek olur’ demiş.
***
AB’nin içinde bulunduğu bocalama döneminde Türkiye’nin üyeliğini çevreleyen koşulların çok daha fazla güçleşeceği gerçeğini kuşkusuz görmeliyiz. Ne var ki bu teşhisi yaptıktan sonra güdülecek politikayı heyecana kapılmadan, galeyana gelmeden, soğukkanlılıkla saptamalıyız.
Oysa, AB’den vazgeçelim veya imtiyazlı ortaklık seçeneğini kendimiz ileri sürelim sesleri hemen yükseldi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise Gümrük Birliği’ni AB’nin yeni on üyesine teşmil eden ve metni üzerinde AB ile mutabakata varılan protokolün imzalanmaması için vakit geçirmeden kampanya başlattı.
Protokolü imzalamamak, 3 Ekim’de üyelik müzakerelerinin başlamasından vazgeçmekten başka anlama gelmiyor. Gerek muhalefetteki, gerek iktidardaki politikacılarımız umarım günün birinde söyleyeceklerinin sonuçlarını tartmadan konuşmak iptilasından kurtulurlar.
***
AB Brüksel Zirvesi’nin sonuç belgesinin üçüncü paragrafı şöyle: ’AB Konseyi, ayrıca genişleme konusundaki 17-18 Haziran 2004 ve 16-17 Aralık 2004 Sonuçlar belgelerindeki kararları hatırlatır ve bunların tümüyle uygulanmasını gereğinin altını çizer.’
Demek oluyor ki AB Konseyi, her şeye rağmen hiç değilse şimdiki aşamada Türkiye’yle üyelik müzakerelerinin 3 Ekim’de başlaması konusundaki kararını teyit etmektedir. Türkiye’nin bu durumda kendiliğinden, müzakerelerden sarfı nazar etmesinin mantıki bir tarafı olabilir mi? Türkiye, AB’nin ileride geçirebileceği evrim belirsizliklerle dolu olsa bile üyelik yolunda devam etmekle hiçbir şey kaybetmez.
İleride AB veya Türkiye’nin kendisi, çerçevesi iyi çizilmiş bir imtiyazlı ortaklık üzerinde durabilir. Ancak üyelik müzakerelerinde ne kadar çok ilerleme kaydedilirse bu ortaklığın içeriği de o derecede zengin ve kapsamlı olur.
***
AB ile üyelik müzakerelerinin Türkiye’deki reformlar ve iç evrim açısından etkisi de kesinlikle küçümsenmemelidir.
AB ivmesi olmasaydı, ne kadar tutucu ve çağdışı olduğu her gün daha iyi anlaşılan mevzuatımızda devrim niteliğinde değişiklikler yapabilir miydik, yavaş da olsa kurumlarda ve bürokraside bir zihniyet değişikliği başlatabilir miydik, ekonomimizi IMF’nin de yardım ve desteğiyle bugünkü istikrar ve büyüme potansiyeline kavuşturabilir miydik, sivil toplum bugünkü kadar gelişebilir miydi?
’Bütün bunları kendimiz de yaparız’ demek, gurur okşayıcı olabilir; fakat gerçekçi değil. AB vizyonunu kaybetmenin politik, ekonomik ve sosyal yansımalarını göz ardı ederek ani ve fevri kararlar almanın bedeli mutlaka çok ağır olur.
Son 30-40 yıllık tarihimize bakalım. Kaçırdığımız fırsatların ve yapılan hataların listesi çok uzun. Aynı duruma artık düşmeyelim.
Yazının Devamını Oku