AVRUPA Anayasası açısından işler başından beri ters gitti. Bir antlaşma olan belgeye ‘anayasa’ denmesi bile onun içeriğinin çok ötesinde bir boyuta sahip olduğu izlenimini doğurdu.
Gerçekte, anayasa, Avrupa Birliği’nin temel antlaşmalarının özünü tek bir metinde toplamaktaydı.
Birliğin genişlemesinin kaçınılmaz hale getirdiği yapısal ayarlamalar öngörüyordu. Yönetimin etkinliğini artıracak bazı sınırlı reformlara yer veriyordu. AB’ye biraz daha politik kimlik kazandırıyordu. Bunların hiçbiri devrim niteliğinde değildi.
AB’nin ekonomik felsefesinde bir değişiklik de yapılmıyordu. Fakat Fransa’da daha liberal, İngiltere’de ise aksine daha sosyal bir politikanın öncüsüymüş gibi algılandı. Anayasanın çok liberal olduğu eleştirisine Valery Giscard d’Estaing özetle şöyle cevap veriyordu:
’Faşistler ve Bolşevikler dışında artık hepimiz zaten liberaliz. Hepimiz çoğulculuğun ve hukuk devletinin taraftarıyız. Pazar ekonomisini kabul ediyoruz. Anayasada Avrupa’yı bugün olduğundan daha kapitalist yapacak bir tek madde yoktur. Serbest rekabet, serbest dolaşım gibi prensipler Roma Antlaşması’ndan beri geçerlidir. Anayasaya olsa olsa kapitalizmin aşırılıklarını törpüleyen unsurlar eklendi.’
***
Anayasanın ittifak kuralından uzaklaşarak bütün kararlar için nitelikli çoğunluk kuralını benimsediği de doğru değildi. Dış politika, sosyal himaye, vergilendirme konularında kararların yine ittifakla alınması öngörülmüştü. Aşırı milliyetçilerin, egemenliğin sona erdiği yolundaki iddiası yine mesnetsiz; çünkü anayasa AB’nin ‘üye ülkeler birliği’nden oluştuğunu belirtiyor.
Anayasanın karşılaştığı önemli bir problem, küreselleşme ve AB’nin genişlemesinin ekonomik ve sosyal yansımalarından duyulan endişelerin odak noktasını teşkil etmesi oldu. Anayasa ayrıca Fransız iç politikasındaki çatışmaların ve rekabetlerin dolaylı bir sembolü haline geldi.
Aşırı sol ve aşırı sağ, Türkiye’deki gibi aynı safta buluştu. Chirac’tan kurtulmak isteyenler anayasaya muhalefet yoluyla onu yıpratmak istediler. Laurent Fabius, anayasaya karşı gelerek Sosyalist Parti’nin liderliğini ele geçirmeye kalkıştı. Türkiye’ye hayır demek popüler olduğundan anayasanın reddinin, Avrupa’nın kapısının Türkiye’ye kapatılacağı anlamına geleceği teması bol bol işlendi.
Türkiye’ye destek olanlar ise onun üyeliğinin ileride referanduma sunulmasının bir anayasal kural olmasını sağlayarak işin içinden sıyrıldılar. Sonunda Fransa yüzde 55 ile hayır dedi. 1 Haziran’da Hollanda’da göçmen aleyhtarlığı yüzünden anayasayı aynı akıbet bekliyor.
***
Peki şimdi ve olacak? Hukuki bakımdan daha önceki antlaşmalar devam ediyor. 2000 yılındaki son Nice Antlaşması ile şimdiki genişlemelerin gerektirdiği yapısal ayarlamaların bir kısmı gerçekleştirildi. Anayasanın öngördüğü bazı reformlar, AB Konseyi tarafından geliştirebilir. Ancak AB’nin ne kadar süreceği belli olmayan bir kriz ve bocalama devresine girmesi kaçınılmasıdır.
Bu kriz Türkiye’nin müzakere sürecini hukuken etkilemez. Ancak zaten zor aşamalardan geçmesi beklenen bir sürecin daha da çetin engellerle karşılaşması galiba kaçınılmazdır. Bundan sonra Türkiye’nin politik zihniyet ve uygulama alanındaki zaafları ve eksiklikleri üzerinde daha büyük titizlikle durulacaktır.
Türkiye’de bu alanlarda 17 Aralık 2004’ten sonra ortaya çıkan gerilemelerin önü mutlaka alınmalıdır. Türkiye sorunlarına daha büyük politik cesaretle, daha fazla bilinçle eğilmelidir. Gerçeklere göz kapatmanın, erteleme ve oyalama gibi taktiklerin artık bir işe yaramadığına inanmalıdır.
Sivil toplum ve medya, uzlaşma ve hoşgörü kültürünün gelişmesi alanındaki çabalarına yeni bir ivme vermelidir.