GEÇEN hafta Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi ile iki Avrupa üniversitesi araştırma merkezinin birlikte Madrid’de tertipledikleri bir konferansa katıldım.
AB ile üyelik müzakerelerinin başlaması öncesinde Türkiye-AB ilişkileri konusunu ele alan bu konferansın bence en ilginç yönü, İspanya’nın AB’ye katılım müzakereleri sırasında karşılaştığı sorunların tartışılmasıydı.
Konferansın bu bölümünde, bazıları üyelik müzakereleri sırasında sorumlu mevkiler işgal etmiş olan İspanyol katılımcılar, kendi tecrübelerini naklettikleri gibi Türkiye ile İspanya arasındaki çok dikkat çekici benzerlikleri belirttiler. Bunları özetlemek istiyorum.
* * *
Türkiye ile İspanya arasında tarihi benzerliklerin başlıcası, her ikisinin imparatorluk mirasına sahip olmalarıdır. İspanya politikasında Latin Amerika’yı, Türkiye de Ortadoğu’yu ihmal edemez. Her ikisinin dış poltikası çokboyutlu. Türkiye’nin Avrupalılığı konusundaki kuşkular, İspanya için de geçerliydi.
İspanya’ya Avrupalı değil; fakat sadece bir Akdeniz ülkesi gözüyle bakılırdı. Avrupa, Pireneler’de son bulur algılaması yaygındı. Türkiye gibi İspanya da terör tehdidine maruzdu. Ona karşı da çifte standart uygulanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Franko diktatörlüğünün sürmesi İspanya’yı tam bir yalnızlığa itmişti. Franko’nun 1975’te ölümünü takiben İspanya’da demokrasinin yerleşmesi de sancılı oldu. AB ile müzakereler 1979’da başladıktan sonra bile 1981’de bir askeri darbe teşebbüsü yaşandı.
O devirde Kopenhag Kriterleri daha henüz kavramlaştırılmamıştı; fakat kriterlerdeki koşulların özü mevcuttu. İspanya kişisel, siyasal, ekonomik ve sosyal haklara ilişkin BM sözleşmelerini imzaladı.
Dış politika alanında birçok ülkeyle ilişkilerini normalleştirdi, İsrail ile diplomatik ilişkiler kurmaya adeta mecbur bırakıldı. Müzakereler çok çetin geçti ve ancak Almanya Şansölyesi Helmut Kohl’ün güçlü desteğiyle 1986’da başarıya ulaştı.
* * *
Ekonomik bakımdan iki ülke arasında benzerlikler olduğu gibi farklar da var. Türkiye’de bugün fert başına düşen milli gelir, AB ortalamasının yüzde 30’u oranında. Üyelikten önce İspanya için bu oran yüzde 68’di. Fakat yapısal bakımdan benzer sorunlar mevcuttu.
Tarım, İspanya için de çok zor bir problemdi. İspanyol tarım sektörünün büyüklüğü, balıkçı filosu ve şarap üretimi, özellikle Fransa’nın itirazlarına neden oluyordu. Enflasyonla mücadele gerekiyordu.
İspanya, enerji için geniş ölçüde dışarıya bağlıydı. Ticaret ve ödemeler dengesi sürekli açık vermekteydi. Sanayi kuruluşlarının mali yapıları zayıftı. Banka sistemi kırılgandı. Bugün ise bütün güçlükler aşılmış bulunuyor.
İspanya AB’ye tamamen entegre edildi. Fert başına düşen milli geliri AB ortalamasının yüzde 90’ı oranına vardı. Gerçekleştirdiği ekonomik reformlarla İspanya gittikçe küreselleşen dünya ekonomisine ayak uydurdu.
* * *
Konferanstaki İspanyol katılımcıların müzakere stratejisi ve zihniyeti hakkında söyledikleri de önemliydi. Müzakerelere ille her noktada karşılıklık değil; fakat kompromi zihniyeti hákim olmalıydı. Başka bir deyimle sonuna kadar kıyasıya pazarlık yaklaşımı faydadan çok zarar getirirdi.
Aşırı milliyetçilik AB’nin temel felsefesiyle asla bağdaşamazdı. François Mitterrand’ın ‘Milliyetçilik savaş demektir’ sözü boşuna değildi. Çatışma kültüründen uzak durulmalıydı. AB ile müzakereler çetin ve yıpratıcı olabilirdi; fakat AB’ye üye olmak, onun dışında kalmaktan çok daha iyi idi.
İspanya, geçirdiği tarihi tecrübe nedeniyle bugün Avrupa projesinin en hararetli bir destekleyicisidir. Avrupa anayasasını bir referandumla hemen onayladı. Tarihten gerekli dersi çıkarmak, çok büyük bir erdem.