9 Ağustos 2005
<B>AB </B>ile Gümrük Birliği’nin (GB) Güney Kıbrıs dahil yeni on üyeye teşmilinin yol açtığı açmazlar 1995 yılında GB’yi oluşturan kararlara ve belgelere kim imza attı tartışmasını da beraberinde getirdi. Aslında bu yanlış bir tartışma. 1995 yılında GB’ye karşılık Güney Kıbrıs ile üyelik müzakerelerine başlanması arasında bir takas yapıldığı doğru. Ne var ki pazarlık Türkiye ile değil, Yunanistan ile o tarihteki dönem başkanı Fransa arasında cereyan etti. Amaç Yunanistan’ın GB’yi veto etmesini önlemekti. Türkiye elbette bu pazarlıktan haberdardı.
Dışişleri Bakanı Karayalçın Ortaklık Konseyi’nde bir çözüm olmadan ve Türkiye AB’ye girmeden Kıbrıs’ın AB’ye giremeyeceğini vurguladı. Bu tabii platonik bir açıklamadan başka bir şey değildi. Fransız Dışişleri Bakanı Juppé Yunanlı Bakan’a yazdığı mektupta AB ile Kıbrıs arasındaki ilişkilerin gelişmesinde Türkiye’nin söz hakkı olmadığını belirtmekte gecikmedi. Bir noktayı daha unutmamak gerekir. Türkiye ile Gümrük Birliği gündemde olmasaydı bile Güney Kıbrıs ile üyelik müzakereleri yine başlayacaktı. Çünkü Yunanistan AB’nin genişlemesini bloke etmek imkánına sahipti.
***
Hata başka yerde yapıldı. AB, Güney Kıbrıs ile müzakere kararını almakla birlikte, çözüm arayışını zaman bırakmak için müzakerelerin başlamasını 1998’e kadar erteleyen bir formül bulmuştu. O dönemi daha iyi değerlendirebilirdik. Bunu yapamadık. Aksine maksimalist bir tutumla o devirdeki KKTC yönetiminin, federal değil, konfederal çözüm edebiyatına kendimizi kaptırdık. Sık sık yaptığımız gibi sanal bazı kozları gerçek zannettik ve pazarlık marjımızı abarttık.
1999’da adaylığımız AB Konseyi’nce kabul edilirken Kıbrıs meselesi kaçınılmaz olarak yine karşımıza çıktı. O zaman da dönem başkanı Finlandiya Başbakanı Lipponen’in Başbakan Ecevit’e gönderdiği mektuba sığındık. Oysa bu mektupa Lipponen yalnızca Kopenhag kriterlerine ek bir kriter olmadığını belirtmekteydi. Kıbrıs sorununun adaylığımızı etkilemeyeceğini ifade etmiş değildi. Nitekim 1999 AB Konseyi Sonuç Belgesi Güney Kıbrıs’ın çözüm olmasa bile bütün Kıbrıs’ı temsilen AB’ye üye kabul edileceğini tereddüde mahal bırakmayacak şekilde vurgulamıştı.
***
Kıbrıs Rumlarını çözüme zorlayabilecek son fırsat da 2002 Aralığı’nda kaçırılınca Güney Kıbrıs 2003 Nisanı’nda katılım antlaşmasını imzaladı. Ve o günden itibaren Türkiye-AB denkleminde söz sahibi oldu. 8 yıllık bir diplomatik basiretsizliğin kısa özeti bundan ibaret.
Bugün Kıbrıs yüzünden AB ile müzakere sürecinin daha başlamadan akamete uğraması tehlikesi mevcut. AB Konseyi, eylülde, GB protokolünü imzalamamızın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına gelmediğine ilişkin deklarasyonu kabul edemeyeceğimiz şekilde yorumlarsa veya Kıbrıs Rum gemilerinin ve uçaklarının Türk deniz ve hava limanlarına gelmelerine izin verilmesinde ısrar ederse ne olacak? Müzakerelere başlayamayacağız. Peki böyle bir durumun ve bunun sonuçlarının Kıbrıslı Türkler ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki siyasi ve güvenlik çıkarları açısından etkileri ne olur? Bu artık başka bir yazının konusu.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2005
<B>TÜRKİYE </B>yıllardan beri diğer benzer ülkelere ve özellikle AB ülkelerine oranla daha az yabancı sermaye celbettiği için sızlanmaktaydı. Bunda da haklıydı; çünkü kamu borcunun yüksekliği, devlet yatırımlarını asgariye indirdiği gibi özel sektörün yatırımları da kısıtlıydı. Türkiye’deki girdi maliyetlerinin yüksekliği, özel sektör yatırımlarını da yabancı ülkelere yöneltmeye sevk ediyordu. AB üyeliğini destekleyenlerin ekonomik açıdan en kuvvetli bir savı da üyeliğin yabancı sermaye girişlerini teşvik edecek olmasıydı.
Nüfusu artmaya devam eden ve milli geliri nispeten çok düşük olan bir ülke için yabancı sermayenin özlü katkısı olmadan yüksek düzeyde sürdürülebilir bir büyüme öngörmek zordu.
***
Son yıllarda ise yabancı sermaye girişlerinde önemli bir artış var. Yabancılar direkt yatırımlarda bulunuyorlar, bol miktarda sıcak para getiriyorlar, özelleştirilen kamu şirketlerine talip oluyorlar, milli bankalarla ortaklık kuruyorlar. Yabancılara gayrimenkul satışları da gittikçe artma eğiliminde.
Bu gelişme yalnızca AB üyelik perspektifiyle izah edilebilir mi?Zannetmiyorum. Galiba AB üyeliğinden bağımsız olarak Türkiye’nin ekonomik istikbaline güven bir hayli yükselmiş bulunuyor. Unutmayalım ki AB üyelerinin hepsi, aynı ölçüde yabancı sermayeden yararlanmıyor.
Örneğin, Yunanistan bu alanda pek başarılı olamadı. Buna karşılık AB üyesi olmayan Çin, rekor düzeyde yabancı sermaye çekiyor. Dolayısıyla Türkiye’ye yabancı sermaye akımının hızlanmasını tek bir öğeye bağlamak doğru olmaz.
***
Ne var ki yabancı sermaye akımının hızlanmasını herkes olumlu yönde değerlendirmiyor. Yerli sermayeyle kurulan ve geliştirilen TÜPRAŞ ve ERDEMİR gibi kamu kuruluşlarının özelleştirme yoluyla yabancıların eline geçmesini eleştirenler var. Türk Telekom’un Arap sermayesinin de dahil olduğu bir ortaklığın kontrolüne geçmesi tepki doğurdu.
En büyük 500 sanayi şirketinin yüzde 33’ünü teşkil eden yabancı sermayeli şirketlerin, katma değerin ve ihracatın yüzde 50’sini gerçekleştirmesi biraz gıptayla karşılandı. Sıcak paranın geldiği gibi gidebileceği ve bunun yine bir krize yol açabileceği kaygısı yaygın. Yabancıların aldıkları gayrimenkullerin yüzölçümü olarak iki veya üç Heybeliada’nın yüzölçümüne eşit olması endişe yarattı.
İleri sürülen eleştirilerin bir kısmı haklı, bir kısmı anlaşılır, bir kısmı ise tamamen duygusal ve anlamsız. Örneğin. yabancıların gayrimenkul satın almalarına karşı ileri sürülen savların hiçbir geçerliliği yok. Mülkiyet ile egemenliği birbirine karıştırmamak gerekir.
***
Yabancı sermayenin milli şirketleri ele geçirmesine karşı tepki duyulan tek ülke Türkiye değil. Geçenlerde Danone şirketinin Pepsi Cola tarafından hisselerinin satın alınması yoluyla ele geçirileceği rivayetlerinin ortaya çıkması üzerine Fransa’da kıyamet koptu. Bunun Fransa’nın kimliğine karşı bir hareket olduğu bile ileri sürüldü.
ABD’de Chevron petrol şirketiyle birleşen Unocal’e, devlete ait bir Çin şirketinin talip olması, Amerikan Kongresi’nde muhalefetle karşılaştı. Demek oluyor ki milli şirketlerin yabancıların eline geçmesi konusundaki endişelerin hepsini göz ardı etmemek, fakat ölçüyü de kaçırmamak lazım.
Türkiye gelişme yolunda bir ülke olarak yabancı sermayeyi ürkütmemelidir. Bunun koşulu da Türkiye’de politik, ekonomik ve hukuki alanlarda istikrarlı bir yatırım ortamı mevcut olduğunu sürekli kanıtlamaktır.
AB serüveninin nasıl sona ereceği gittikçe daha belirsiz hale gelirken bugünkü ekonomik ivmeyi sekteye uğratabilecek hatalardan özellikle sakınmak doğru olur.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2005
<B>EN </B>çok beklenen olaylar karşısında bile sanki bir sürpriz veya bir oldu bitti ile karşılaşmışız gibi abartılı ve melodramatik tepki göstermek eğilimimiz, hızından hiç kaybetmiyor. Gümrük Birliği’ni yeni AB üyelerine ve bu meyanda <B>‘Kıbrıs Cumhuriyeti’</B> sıfatı ile Güney Kıbrıs’a teşmil eden protokolün imzalanması, yine gerçeklerden çok uzak şiddetli tartışmalara neden oluyor.
Evet ortada bizi çok tedirgin eden bir sorun var. Fakat bu sorunun 1995’e kadar geriye gittiğini unutmamak gerekir. O tarihte Türkiye ile AB arasında 1963 Ankara Antlaşması’nda öngörülen Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesi karşılığında Güney Kıbrıs ile üyelik müzakerelerinin başlatılması kararının alındığı kimsenin meçhulü değil.
Daha sonra, 1999 Helsinki zirvesinde, Türkiye’nin resmi adaylığı tanınırken, bir çözüme varılmasa bile Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğine kabul edilebileceği tereddüde yer bırakmayacak şekilde sonuç belgesinde yer almıştı. Güney Kıbrıs’ın çözüm olmadan AB üyeliğinin bizim için sürekli bir güçlük kaynağı oluşturacağını tahmin etmek çok kolaydı.
Bu güçlükleri önlemenin tek yolu, Güney Kıbrıs, AB ile katılım antlaşmasını imzalamadan Kıbrıs meselesinin iki bölgeli federasyon ve ortak devlette egemenlik paylaşımı temelinde bir çözüme bağlanması idi. Kıbrıs Rumlarının reddedemeyeceği koşullar altında KKTC’ye ve Türkiye’ye 2002 yılında böyle bir çözüm fırsatı verildi; fakat bu fırsat çok hatalı milli çıkar değerlendirmeleri ve hamaset edebiyatının akılcı politikayı sindirmesi yüzünden kaçırıldı.
***Güney Kıbrıs, AB üyesi olduktan sonra Türkiye’nin taktik hatalardan özenle kaçınması gerekirdi. Oysa biz ilk önce Gümrük Birliği’nin Güney Kıbrıs’a teşmili işini kelime oyunlarıyla atlatmaya kalktık. İlk çıkan kararnamede Gümrük Birliği’nin uygulanacağı ülkeler arasında Kıbrıs zikredilmiyordu bile.
Brüksel’den gelen tepkiden sonra kararname değiştirildi; fakat <B>‘Kıbrıs Cumhuriyeti’</B> değil, <B>’Kıbrıs’</B> dendi. Aralık 2004’te Brüksel’de üyelik müzakerelerine başlanılması için hem kapsamlı, hem de TBMM’ce onaylanacak bir protokolde ısrar edilmesinde bu hataların payı vardır.
Tanıma meselesine gelince; ilk önce Kıbrıs denklemini çevreleyen hukuki ve politik olguların çok karmaşık olduğunu belirtmek gerekir. Türkiye 1960 statüsü ihlal edildiğinden beri <B>‘Kıbrıs Cumhuriyeti’</B>ni tanımıyor. Üstelik Güney Kıbrıs’ın egemenlik iddia ettiği topraklar üzerinde kurulan KKTC’yi tanıyor ve ona politik ve askeri destek sağlıyor.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2005
<B>GEÇMİŞİN </B>olayları hakkında değer hükümlerine varmak her zaman zordur. Tarihçiler arasında fikir ayrılıklarına sık sık rastlanır. Her millet değişik ölçüde de olsa kendi kültürü ve milli gururunun etkisi altında kalır. Yeni belgeler ortaya çıkınca algılamalar ve değer yargıları değişebilir. Diğer taraftan, araştırmalar ve irdelemeler ne kadar kapsamlı ve çok boyutlu olursa olsun, tarihin seyrini değiştiren dalgalanmaların ve sarsıntıların nedenlerini teşhis etmek o kadar kolay değildir.
’Etik ve Kamu Politikası Merkezi’den George Weigel, Avrupa’nın tarihi konusunda bu güçlüğü gayet iyi izah ediyor: ’Avrupa 20’nci yüzyıla politik, kültürel ve bilimsel alanda o zamana kadar görülmemiş başarılar ve ilerlemelerle girdi.1900’de dünya medeniyetinin merkeziydi. Oysa 50 yıl içinde bu medeniyet merkezi iki dünya savaşına, üç totaliter sistemin doğuşuna, Yahudi soykırımına, kan denizlerine, Gulag’a ve Auschwitz’e yol açacaktı. Politik ve ve ekonomik tahliller bu oluşumun nedenlerini izaha yetmiyor.’ Evet, Avrupa bu felaketlerin anası oldu, fakat bundan gereken dersi de çıkardı. Ortak politik değerler etrafında birleşti. Trajik mazinin kavgasını artık yapmıyor, istikbale bakıyor.
***
Türkiye’nin tarihine de değişik açılardan bakılabilir. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu, topraklarının büyük kısmı kaybetmekle kalmadı. Milyonlarca vatandaşı öldü. Ülke büyük tahribata uğradı ve çok fakirleşti. Peki, İttihat ve Terakki’nin yönetimi altındaki İmparatorluk alelacele savaşa girmese ve tarafsız kalsa daha iyi olur muydu? Olabilirdi. 1917’de Rusya Bolşevik ihtilali yüzünden safdışında kalınca İngiltere ve Fransa ile bir uzlaşmaya varılabilirdi. Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarınının bir kısmı muhafaza edilebilirdi. Belki Kıbrıs’ın kaderi değişik olurdu. Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’ye bırakan 1878 Sözleşmesi, Rusya’nın Batum, Kars ve Ardahan’ı Osmalı İmparatorluğu’na iade etmesi halinde İngiltere’nin adayı tahliye etmesini ve sözleşmenin iptalini öngörüyordu. Sözleşme uygulanabilseydi Lozan’da Kıbrıs’ın egemenliği İngiltere’ye geçmezdi.
***
Tabii bu görüşlerin hepsi de münakaşa kaldırır. Pek ikna edici olmamakla beraber Türkiye savaşa girdiği ve boğazları kapattığı için Bolşevik ihtilali patlak verdi denebilir. Ne var ki bu geriye bakışların artık faydası yok. Hele o devirde rol oynamış kimseler etrafındaki bitmez tükenmez tartışmalar ve kavgalar, olabileceği kadar anlamsız. Türkiye, bütün uğradığı felaketlere ve ihanetlere rağmen Atatürk’ün askeri ve siyasi dehası sayesinde Sevr Antlaşması’nı yırtabilmiş ve bugün kimsenin potansiyelinden ve gücünden şüphe duymadığı bağımsız bir devlet kurabilmiştir. Önemli olan budur. Lozan Antlaşması’nın sanki hálá tehlikedeymiş gibi kutlanmasının da anlaşılır bir tarafı yoktur.
Atatürk devrinde ve hatta yakın zamanlara kadar Lozan, Sevr mazoşizmine düşülmeden büyük bir başarı olarak kutlanırdı. Komplo teorileri üreticileri ve bu teorileri politik maksatlarla kullanmak isteyenler Türk milli tarihinin en büyük kazanımlarından birini demagojiye boğuyorlar. Hedefleri Türk milletinin kendine güvenini sarsmak, Türkiye’nin bir düşman denizi ile sarılı olduğu inancını doğurmak, Türkiye’yi küreselleşmeye uyan değil, fakat onun dışında kalan, kendi içine evhamlarla kapanmış bir ülke haline getirmektir. Ve işin vahim ve hazin tarafı, bütün bu faaliyetlerin Atatürkçülük adına yürütülmesidir. Atatürkçülüğün bundan daha büyük antitezi olabilir mi?
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2005
<B>EYLÜL </B>ayında Afganistan’da yapılacak parlamento ve eyalet meclisleri seçimleri konusunda şimdiden bazı ciddi kaygılar dile getiriliyor. Seçimlerin şeffaflığı için yapılan düzenlemeler yeterli görülmediği gibi adaylar siyasi partiler temelinde değil; fakat etnik temelde bu seçimlere katılacaklar.
Son zamanlarda Pakistan’dan sızan silahlı grupların giriştikleri eylemlerin çoğalması da güvenlik açısından duyulan endişeleri artırdı.
***
Geçen hafta Afganistan üzerinde odaklanan bir toplantıya katıldım. Seçimlerin yanı sıra ülkedeki genel durum hakkında bir tartışmanın yapıldığı bu toplantıda karmaşık bir tablo ortaya çıktı. Bazı alanlarda gerçekten olumlu sayılabilecek gelişmeler var.
Bunların başında, geçen yıl yapılan ve 8 milyon seçmenin heyecanla katıldığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Karzai’nin yüzde 55 oyla kazanması geliyor. Milli Afgan ordusunun kurulması sürecindeki ilerlemeler tatmin edici. Geniş anlamda güvenlik, NATO ve koalisyon güçlerinin sorumluluğu altında olmaya devam ediyor.
Kábil ve kuzeyde NATO’ya bağlı ISAF görevli. ISAF’ın komutanlığı şu sırada bir Türk komutanın uhdesinde ve Türkiye bu kuvvete yaklaşık 1400 kişiyle katılıyor. Bu sayı, komutanlık kısa bir süre başka bir NATO ülkesine devredilince 200’e düşecek.
Güneyde ve doğuda, Taliban ve El Kaide’ye karşı operasyonlar koalisyon güçleri tarafından NATO çerçevesi dışında bir Amerikalı generalin komutasında yürütülüyor. Bu kuvvete aktif olarak katılanlar arasında Irak konusunda ABD ile ters düşen Fransa da var.
Gelecek yıl koalisyon güçleri görevlerini, bundan böyle sürekli ABD’nin komutası altında bulunacak olan ISAF’a devredecekler. Her bölgede alt komutanlıklar teşkil edilecek. Hem Türkiye ve hem de Fransa, anlaşılan Kábil bölgesine talipler.
Belki bu bölgede işbirliği yapacaklar, belki de dönüşümlü olarak görev üstlenecekler. Ayrıca her ülke bir bölgenin yeniden inşasını üstleniyor. Bu çerçevede Türkiye bir ara Herat bölgesini düşündü; fakat her nedense sonra bundan vazgeçti.
***
Olumsuz gelişmeler içinde adalet sisteminin ve polis teşkilatının kurulmasındaki gecikme dikkat çekiyor. Eyalet meclisleri için seçim yapılacak, fakat bu meclislerin yetkileri daha saptanmadı. Kanun dışı kuvvetlerin dağıtılması gecikiyor.
Afyon üretimin kısıtlanması için gerekli tedbirler bir türlü alınamıyor. Afyon üreticileri yılda 2 milyar 800 milyonluk bir gelir elde ediyorlar. Alternatif bir gelir kaynağı yaratılmadan afyon üretimini yasaklamak mümkün değil. Pakistan ile ilişkiler yüzeysel olarak iyi.
Pakistan Başbakanı iki gün önce Kábil’i ziyaret etti. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında sınırları kontrol eden Pakistan son zamanlarda Taliban militanlarının Afganistan’a geçmesine göz yumuyor. Belucistan bölgesinde bu militanlar için eğitim kampları var.
Afgan çocuklar sınır ötesinde militanların yetiştirildikleri medreselere gitmeye devam ediyorlar. Afganistan’ı çevreleyen coğrafyada büyük devletler arasındaki rekabeti de körükleyen ciddi istikrarsızlık emareleri başgösterdi.
***
1978’deki Sovyet işgalinden beri Afgan halkı sürekli ıstırap çekti. Taliban kuvvetlerinin 2001 yılında yenilmesi artık bu ıstırabın son bulacağı umudunu doğurmuştu.
Orta Asya bölgesinin barış ve istikrarı geniş ölçüde Afganistan’ın iç barışına ve istikrarına bağlı. ABD, NATO ve AB, Afganistan’a karşı giriştikleri yükümlülüklerini tam olarak ve gecikmesizin yerine getirmelidirler.
Türkiye’nin de bu alanda oynadığı yapıcı rolü daha aktif haline getirmesi çok yararlı olacaktır.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2005
EYLÜL ayında Afganistan’da yapılacak parlamento ve eyalet meclisleri seçimleri konusunda şimdiden bazı ciddi kaygılar dile getiriliyor.Seçimlerin şeffaflığı için yapılan düzenlemeler yeterli görülmediği gibi adaylar siyasi partiler temelinde değil; fakat etnik temelde bu seçimlere katılacaklar.Son zamanlarda Pakistan’dan sızan silahlı grupların giriştikleri eylemlerin çoğalması da güvenlik açısından duyulan endişeleri artırdı.***Geçen hafta Afganistan üzerinde odaklanan bir toplantıya katıldım. Seçimlerin yanı sıra ülkedeki genel durum hakkında bir tartışmanın yapıldığı bu toplantıda karmaşık bir tablo ortaya çıktı. Bazı alanlarda gerçekten olumlu sayılabilecek gelişmeler var.Bunların başında, geçen yıl yapılan ve 8 milyon seçmenin heyecanla katıldığı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Karzai’nin yüzde 55 oyla kazanması geliyor. Milli Afgan ordusunun kurulması sürecindeki ilerlemeler tatmin edici. Geniş anlamda güvenlik, NATO ve koalisyon güçlerinin sorumluluğu altında olmaya devam ediyor. Kábil ve kuzeyde NATO’ya bağlı ISAF görevli. ISAF’ın komutanlığı şu sırada bir Türk komutanın uhdesinde ve Türkiye bu kuvvete yaklaşık 1400 kişiyle katılıyor. Bu sayı, komutanlık kısa bir süre başka bir NATO ülkesine devredilince 200’e düşecek.Güneyde ve doğuda, Taliban ve El Kaide’ye karşı operasyonlar koalisyon güçleri tarafından NATO çerçevesi dışında bir Amerikalı generalin komutasında yürütülüyor. Bu kuvvete aktif olarak katılanlar arasında Irak konusunda ABD ile ters düşen Fransa da var.Gelecek yıl koalisyon güçleri görevlerini, bundan böyle sürekli ABD’nin komutası altında bulunacak olan ISAF’a devredecekler. Her bölgede alt komutanlıklar teşkil edilecek. Hem Türkiye ve hem de Fransa, anlaşılan Kábil bölgesine talipler.Belki bu bölgede işbirliği yapacaklar, belki de dönüşümlü olarak görev üstlenecekler. Ayrıca her ülke bir bölgenin yeniden inşasını üstleniyor. Bu çerçevede Türkiye bir ara Herat bölgesini düşündü; fakat her nedense sonra bundan vazgeçti.***Olumsuz gelişmeler içinde adalet sisteminin ve polis teşkilatının kurulmasındaki gecikme dikkat çekiyor. Eyalet meclisleri için seçim yapılacak, fakat bu meclislerin yetkileri daha saptanmadı. Kanun dışı kuvvetlerin dağıtılması gecikiyor.Afyon üretimin kısıtlanması için gerekli tedbirler bir türlü alınamıyor. Afyon üreticileri yılda 2 milyar 800 milyonluk bir gelir elde ediyorlar. Alternatif bir gelir kaynağı yaratılmadan afyon üretimini yasaklamak mümkün değil. Pakistan ile ilişkiler yüzeysel olarak iyi.Pakistan Başbakanı iki gün önce Kábil’i ziyaret etti. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında sınırları kontrol eden Pakistan son zamanlarda Taliban militanlarının Afganistan’a geçmesine göz yumuyor. Belucistan bölgesinde bu militanlar için eğitim kampları var.Afgan çocuklar sınır ötesinde militanların yetiştirildikleri medreselere gitmeye devam ediyorlar. Afganistan’ı çevreleyen coğrafyada büyük devletler arasındaki rekabeti de körükleyen ciddi istikrarsızlık emareleri başgösterdi.***1978’deki Sovyet işgalinden beri Afgan halkı sürekli ıstırap çekti. Taliban kuvvetlerinin 2001 yılında yenilmesi artık bu ıstırabın son bulacağı umudunu doğurmuştu.Orta Asya bölgesinin barış ve istikrarı geniş ölçüde Afganistan’ın iç barışına ve istikrarına bağlı. ABD, NATO ve AB, Afganistan’a karşı giriştikleri yükümlülüklerini tam olarak ve gecikmesizin yerine getirmelidirler.Türkiye’nin de bu alanda oynadığı yapıcı rolü daha aktif haline getirmesi çok yararlı olacaktır.
button
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2005
<B>TERÖR </B>eylemlerinin artması nedeniyle Irak’ta üslenmiş olan PKK mensuplarına karşı sınır ötesi bir operasyona girişilmesi opsiyonu yeniden gündeme geldi. Başbakan ve Dışişleri Bakanı oldukça ileri ifadeler kullandılar. Başbakan gerekirse Türkiye’nin Irak’a haber bile vermeden harekete geçebileceğini, uluslararası hukukun Türkiye’ye bu yetkiyi verdiğini söyledi. Genelkurmay İkinci Başkanı ise medya temsilcileriyle yaptığı toplantıda daha temkinli ve ölçülü konuştu.
BM Şartı’nın öngördüğü meşru savunma hakkının en son bir seçenek olduğunu, buna başvurmadan önce yapılacak çok şey olduğunu vurguladı. Terörle mücadelede askeri önlemler yanında ekonomik, sosyal, hukuki ve psikolojik alanda atılımlar yapılması gereğinin altını çizdi.
***
Zannediyorum ki meşru savunma hakkı konusuna biraz daha yakından bakmakta yarar var. BM Şartı’nın 51’inci maddesine göre, ’Şartın hiçbir hükmü, bir BM üyesinin silahlı bir saldırıya uğraması durumunda, Güvenlik Konseyi’nin (GK) uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri almasına kadar, doğal bir hak olan tek başına ya da kolektif meşru savunma hakkını zedelemez’.
NATO Antlaşması da bölgesel anlaşmalara ve kuruluşlara ilişkin şartın 8’inci bölümüne değil, 51’inci maddesine dayandırılmıştır. Bunun nedeni, 8’inci bölümün 53’üncü maddesinin, GK yetki vermedikçe bölgesel kuruluşların zorlama eylemlerine girişmelerini yasaklamasıdır. Ancak 51’inci madde de bazı kayıtlara tabidir.
Üyeler bu madde çerçevesinde aldıkları önlemleri hemen GK’ya bildirmeye mecburdurlar. Meşru savunma hakkının kullanılması, GK’nın zorunlu gördüğü önlemleri almak yetki ve sorumluluğunu etkilemez.
***
51. maddedeki ‘silahlı saldırı’ ifadesinin hukuki bakımdan kapsamı hakkında fazla bir açıklık yoktur. 1986 yılında Uluslararası Adalet Divanı, ‘kapsamlı operasyonlar’ yürütmek amacıyla ’başka bir ülkeye silahlı çetelerin gönderilmesinin silahlı bir saldırı sayılabileceğini’ karara bağlamıştı.
Kuşkusuz Eylül 2001’den sonra Güvenlik Konseyi’nin global terörle mücadele konusunda aldığı kararlar da meşru savunma hakkının kullanılmasının geçerliliğini artırmıştır. Fakat uluslararası politikada ve hukukta en önemli unsur, bir davranışın veya eylemin genel olarak ne şekilde algılandığıdır.
Bu konuda ise kesin tahminlerde bulunmak zor. İlgili ülkelerin bireysel ve topluca yaklaşım ve değerlendirmelerine göre tepkiler şekillenecektir. Türkiye’nin sınır ötesi bir operasyona girişmesi halinde işin Güvenlik Konseyi’ne şu veya bu şekilde intikal etmesi, çok ciddi komplikasyonlar doğurabilir.
Şeklen Irak hükümetinin, fiilen kuzeydeki Kürt otoritesinin muhalefet edeceği bir müdahale, AB ile ilişkileri ve müzakere sürecini zedeler. Operasyon sırasında Irak Kürtleri veya Amerikalılarla bir çatışma ortamı ortaya çıkabilir. Uluslararası tepkiler ister istemez ekonomiyi menfi yönde etkiler.
***
ABD’nin reaksiyonunu da öngörmek kolay değildir. Kendisi Irak’a meşru sayılamayacak nedenlerle müdahale ettiği halde sureti haktan gözükmek istemesi şaşırtıcı olmaz.
Orgeneral Başbuğ’un çok yerinde vurguladığı gibi, sınır ötesi bir askeri harekát ancak en son seçenek olmalıdır. O aşamaya gelindiği takdirde de bunun ne götürüp ne getireceği çok iyi hesaplanmalıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2005
<B>AVRUPA’</B>da <B>‘cihadist’</B> diye tanımlanan dinci terör eylemcilerinin 7 Temmuz’da Londra’da gerçekleştirdikleri saldırı, El-Kaide ile bağlantılı veya ondan ilham alan dinci şiddet konusunda bütün Batılı ülkelerde geniş bir tartışmaya yol açtı. İngilizler, Müslüman vatandaşlarının kendi ülkelerini hedef almasının nedenlerini araştırıyorlar. Ne var ki Müslüman İngiliz vatandaşlarının Irak’taki direniş eylemlerine katıldıkları pekálá biliniyordu. İdeolojik seferberlik ve örgütlenme mevcuttu.
Yalnızca İngiltere’den değil, diğer Avrupa ülkelerinden de eylemciler Irak’a Suriye’den, Güney’den ve Fransız istihbarat birimlerine göre Türkiye sınırından sızıyorlar.
Diğer taraftan Avrupa istihbarat birimlerine göre, 11 Mart 2004 Madrid saldırısını takiben ‘cihadist’lerin Fransa, Almanya, İtalya ve Hollanda’ya karşı planladıkları eylemler daha önceden haber alınarak engellenebilmişti. Demek oluyor ki, terörün harekát alanı Irak’tan Londra’ya kadar uzanıyor ve hiçbir ülkenin muafiyeti yok.
***
Avrupa’daki Müslümanların radikalleşmesinde Irak savaşına karşı duyulan tepki, Batı’nın her zaman çifte standart uyguladığı algılaması, Müslüman toplumların bulundukları ülkelere bir türlü entegre olamaması gibi öğelerin payı haklı olarak irdeleniyor. Dikkati çeken bir nokta daha var. Bu Müslümanlar aynı zamanda kendi anavatanlarındaki otoriter ve yozlaşmış rejimlere karşı da öfkeliler.
Çifte kopukluk yaşıyorlar ve radikal İslam’a sığınıyorlar. İşte bu noktada Türkler ile diğer Müslümanlar arasında bir fark görülüyor. Avrupa’daki Türkler arasında tehlikeli dinci cereyanlar yok değil. Fakat Türklerin büyük çoğunluğu kendilerini ülkelerinden kopmuş hissetmiyorlar.
Kimlik algılamalarında ve eğilimlerinde Türklük en az din kadar ağır basıyor. Türkiye’deki demokratik rejimle bir problemleri yok, istedikleri siyasi parti ve görüşle özdeşleşebiliyorlar.
***
Ortadoğu’daki durumun, terörü besleyen başlıca kaynak olmaya devam ettiği de göz ardı edilemez. Irak’ta son 10 gün içinde 238 kişi öldürüldü. Dinci terörün desteklediği direnişin önü bir türlü alınamıyor. Irak’ta seçimlerin yapılmasıyla beliren istikrarlı, birleşik ve demokratik bir Irak beklentisini gerçekçi saymak artık çok zor.
Ortadoğu coğrafyasında tabii tek sorun Irak değil. Filistin meselesi çözümden uzak. İsrail’in Gazze’den çekilmesinin Filistinliler için zehirli bir hediye oluşturması olasılığı kuvvetli. Filistinliler arasında da bir sivil savaş tehlikesi belirdi bile.
Suriye’deki rejimin ne yönde gelişeceği de zihinleri işgal ediyor. Suriye’nin, Lübnan’ın istikrarını sarsacak bir politika gütmekte ısrar etmesi, bölgede yeni bir gerginlik unsuru yaratır. Fakat daha doğuda Pakistan potansiyel bir endişe kaynağı.
Orada dinci fanatizm her yerden daha çok kök salmış bulunuyor. 10 bin medresenin bazılarında yakın zamanlara kadar askeri eğitim bile veriliyordu. Bu eğitim yasaklandıysa da radikal doktrinler gençlere aşılanmaya devam ediyor.
***
Bu tabloda kuşkusuz Batı’nın sorumluluğu çok büyük ve onun yapması gereken çok şey var. Irak’taki koşulların düzelmesi artık pek elinde değil. Fakat hiç değilse Filistin-İsrail ihtilafının çözülmesine, özellikle ABD kararlı bir politikayla büyük katkıda bulunabilir.
Türkiye ile İspanya’nin eşsponsorluk yapacağı ‘Medeniyetler İttifakı’, İslam ile Batı arasındaki peşin hükümlerin aşılmasında ve karşılıklı anlayışın geliştirilmesinde etkili olabilir. Ancak, terörü besleyen köktendinciliğin ve fanatizmin sona erdirilmesinin aynı zamanda Müslüman ülkelerin sorumluluğunda olduğu da unutulmamalıdır.
Köktendincilik ve dinci terör, bugün Batı’dan çok daha fazla Müslüman ülkeler için bir tehlikedir. Müslüman ülkelerdeki siyasi iktidarlar bu gerçeği iş işten geçmeden idrak etmelidirler.
Yazının Devamını Oku