3 Eylül 2005
<B>3 </B>Ekim’de üyelik müzakerelerinin başlaması ile ilgili sorunların hepsi henüz halledilmediyse de artık ciddi bir engelin ortaya çıkmayacağı inancı hem Türkiye’de hem de AB çevrelerinde yaygın. En zor sorunlardan birini oluşturan Gümrük Birliği protokolü meselesinde nüanslı bazı ikirciklikleri içeren ve görüş farklarının giderilmesini uygulama safhasına erteleyen bir karşılıklı anlayış geliştirilmişe benziyor. Bunun dışında kuşkusuz daha kapsamlı olan müzakere çerçevesi konusu var. Komisyon tarafından daha önce sunulmuş olan taslağın AB Dışişleri Bakanları tarafından hangi tarihte onaylanacağı belli değil ve bu işin 3 Ekim’e kadar sarkması olasılığı mevcut.
***
Gümrük Birliği Protokolü’nü (GBP) imzalarken bunun ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına gelmeyeceğini belirten Türkiye’nin tek taraflı deklarasyonu, özellikle Fransa’nın ‘kraldan fazla kral taraftarı’ tutumu yüzünden yoğun tartışmalara neden oldu. 31 Ağustos’ta Daimi Temsilciler Konseyi’nden (Coreper) ve arkasından 1 Eylül’de Newport’taki Dışişleri Bakanları toplantısından çıkan sonuç, kısaca, deklarasyonun müzakerelerin başlamasını engellemeyeceği, fakat 3 Ekim’den sonra GBP’nin uygulanmasının müzakere süreci üzerinde devamlı bir baskı unsuru teşkil edeceğidir.
AB’nin bu konudaki pozisyonu 7 Eylül Coreper toplantısında nihai şeklini alacak. Türkiye’den beklenen her şeyden önce Kıbrıs Rum bandıralı gemilerin ve uçakların Türk deniz ve hava limanlarına serbestçe gelebilmeleridir. Türkiye ise Gümrük Birliği hizmet sektörünü kapsamadığından böyle bir yükümlülük altına girmek mecburiyetinde olmadığında ısrarlı.
***
Bu görüşün kabul görmesi şansı başından beri hiç yoktu. Nitekim Newport’taki toplantıda, AB bakanlarının, deklarasyonun Türkiye’nin yükümlülüklerini etkilemeyeceği, protokolün uygulanmasının izleneceği, Türkiye yükümlülüklerini yerine getirmedikçe bazı müzakere başlıklarının askıya alınacağı gibi noktalarda mutabakata vardıkları anlaşılıyor. AB Parlamentosu’nun GBP’nin onaylanmasını eylül sonuna bırakması da bir başka baskı aracı. Unutmayalım ki 3 Ekim’den sonra GBP TBMM’nin de onayına sunulacak, CHP mutlaka bu onaya malum taktikleri ile karşı gelecek ve hatta GBP’nin ‘Güney Kıbrıs’ı tanıma anlamına geldiği iddiasını sürdürecektir.
Zannediyorum ki tanıma tartışmasına son noktayı AB’nin genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn koydu. 1 Eylül’de ‘Le Monde’ gazetesinde yayımlanan makalesinde, 17 Aralık 2004 zirvesinde bütün tarafların, protokolü imzalamanın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni açıkça tanıma anlamına gelmediğini kabul ettiklerini, fakat üyelik sürecinin uygun bir aşamasında çözüm çerçevesinde tanımanın gerçekleşmesini kaçınılmaz gördüklerini hatırlatıyor. Bu yorum Türkiye’nin görüşü ile zaten uyum halinde. Ancak Rhen 17 Aralık’taki oydaşmaya rağmen Türkiye’nin tek taraflı bir deklarasyonla işi yokuşa sürdüğünü de ima ediyor. Bu görüşünde bir hakikat payı bulunduğunu kabul etmek gerekir.
17 Aralık müktesebatından sonra ayrıca bir deklarasyon şart değildi. Rehn bir şey daha söylüyor: ’Protokolü imzalamakla Türkiye AB’nin 25 üye ülkeden oluştuğunu kabul ediyor. Bu çok önemli bir nokta, çünkü üyelik müzakereleri Türkiye ile 25 ülke arasında yürütüleceğinden artık AB, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ dahil, Türkiye’nin muhatabı oluyor.’ Bu da başka bir gerçek.
***
3 Ekim eşiğini beklenmedik bir yol kazasına uğramadan aşsak bile o tarihten sonra ekonomik ve sosyal gündem dışında çözüm bekleyen siyasi nitelikte sorunlar az sayıda değil. Protokolün AB’nin yorumladığı yönde uygulanmasını ne kadar geciktirebiliriz? Azınlık vakıfları ve azınlıkların eğitim kurumlarına ilişkin bir seri problem var. Bunların bir kısmı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne intikal etmiş bulunuyor ve mahkeme bu davalarla ilgili ilk duruşmasını Eylül’ün ikinci yarısında yapacak. Kıbrıs’ta çözümsüzlükten Kıbrıs Rumlarının sorumlu olduğunu herkes kabul ediyor, fakat çözüm geciktikçe adada yeni dinamiklerin çözüm parametrelerini değiştirmesi tehlikesi göz ardı edilemez.
Müzakere süreci BM Genel Sekreteri tarafından yeniden başlatılsa bile Annan Planı’nın son şeklinde önemli ayarlamalar gerekebilecek. Bunları büyük olasılıkla kabul edemeyeceğiz. Annan Planı’nı tek taraflı uygulamaya başlayarak bir çözümü zorlamak akla geliyor, fakat büyük siyasi cesaret ve kurumsal oydaşma isteyen böyle bir politikayı yürütebilir miyiz?
***
3 Ekim’de müzakereler başlarsa sevinelim, fakat AB üyeliği yolunda asıl yokuşların bu dönemeçten sonra başlayacağını unutmayalım. Zihni ve diplomatik hazırlığımızı ona göre yapalım.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2005
<B>İSTANBUL </B>bu yıl büyük gurur duyduğumuz çok sayıda uluslararası etkinliklere ev sahipliği yaptı. Kuşkusuz en renklisi, Formula 1’di. Ekonomiyi ve iş dünyasını yakından ilgilendiren toplantılar da çok yakından izlendi. Fakat her nedense geçtiğimiz hafta yapılan ‘Birinci Global Uluslararası Araştırmalar Konferansı’ aynı derecede yankı bulamadı.
Akademik toplantılar, kuşkusuz spor müsabakaları veya dünyanın şöhretli zenginlerinin ve işadamlarının bir araya gelmesi kadar heyecan verici değil; fakat Türk akademyasının başarılarını da göz ardı etmemek gerekir.
* * *
Sözünü ettiğim konferans, uluslararası ilişkiler dalında Türkiye’nin en önde gelen isimlerinden Prof. Dr. İlter Turan başkanlığındaki Siyasi İlimler Türk Derneği’nin öncülüğünde, çeşitli ülkelerde bu alanda çalışan 20 kadar kuruluşu dünyada ilk kez bir araya getirdi.
800’den fazla bilim adamının katıldığı konferansta Türkiye’nin yanı sıra ABD, Avrupa, Rusya, Çin, Latin Amerika, Orta ve Uzakdoğu’nun en seçkin uzmanları ve genç araştırmacıları, ‘Uluslararası Araştırmalarda Farklı Yaklaşımlar ve Gündemler’ teması etrafında tam 294 panel gerçekleştirdiler.
Teorik tartışmaların yanı sıra güvenlik, küreselleşme, insan hakları, çevre, kalkınma, terörizm ve Kıbrıs dahil çeşitli bölgesel konuların işlendiği toplantının şeref konukları Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel idi.
Gül, yeni uluslararası sistemde Türk dış politikası konusunda kapsamlı bir tahlil yaparken Demirel ‘başarısız devletler’le ilgili açık oturumda görüşlerini ve askeri müdahalelerle ilgili deneyimlerini kıvrak ve renkli bir üslupla anlattı.
* * *
Diğer uluslararası etkinliklerde olduğu gibi bu sefer de, çoğu İstanbul’a ilk defa gelen ve kendi toplumlarında nüfuz sahibi yüzlerce katılımcı, profesyonel organizasyon alanında Türkiye’nin ne derece ileri gittiğini görmek fırsatını buldular.
Konferansa en üst düzey devlet adamlarımızın katılması, Türk devletinin artık bilime önem vermeye başladığının bir işareti olarak algılanabilir. Toplantı boyunca gönüllü üniversite öğrencileri de konukları, kendi dillerinde bilgilendirme ve her türlü sorunlarına anında pratik çözümler getirmede çok takdir toplayan bir performans gösterdiler.
Dünya Uluslararası Araştırmalar Komitesi Başkanı Prof. John Groom’un 9. Cumhurbaşkanı Demirel’e yaptığı teşekkür konuşmasında, ‘Hayranlıkla izlediğimiz Türk gençleriyle ne kadar iftihar etseniz azdır’ demesi bu takdirin bir ifadesiydi.
Bunların yanı sıra konferans, bilimsel gelişmenin en önemli yönlerinden birini oluşturan ‘ağ kurma’ işlevini de yerine getirerek dünyanın dört bir yanından gelen akademisyenlere kurumlararası ve bireysel işbirliği yoluyla ortak projelerde çalışma imkánlarını tartışma olanağını verdi. Yeni araştırmaların, yeni yayınların ve gelecek konferansların temeli atıldı.
* * *
Eğer uluslararası çapta başarıların devamını istiyorsak önemli bir engeli aşmamız gerekiyor. Şimdiye kadar, özellikle akademik alanda uluslararası toplantıların gerçekleştirilmesi çok zahmetli yollardan sağlanan bireysel cömertliklere bağlı kalmıştır.
Bütün katkıları devletten beklemek de mümkün değil. Akademik ve bilimsel işbirliğini teşvik etmek, şüphesiz Türk iş dünyasının da yararınadır.
Bu bağlamda bir kurumsallaşma ve belirli kriterlere dayalı bir mekanizmanın oluşturulması son derece faydalı olacak ve Türkiye’nin uluslararası akademik ve bilimsel işbirliğinde daha büyük hamleler yapmasını sağlayacaktır.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2005
<B>YILLARDAN </B>beri süregelen ve gittikçe yaygın hale gelen Sevr sendromu beni gerçekten çok şaşırtıyor. Nedeni de gayet basit: 40 yıldan daha uzun süren diplomasi mesleğimde Sevr diye bir kaygı, bir vehim hiçbir zaman mevcut olmamıştı. Sevr, bir imparatorluğun çöküşünün ve İttihat Terakki yönetiminin şuursuz politikasının bir simgesiydi. Antlaşma üstelik hiçbir zaman uygulanamamış, ölü doğmuştu. Lozan ise Atatürk’ün liderliğinde Türk milletinin silkinişinin ürünüydü.
Lozan’dan sonra Türkiye Cumhuriyeti kazanımlarına devam etmiş, Montreux Antlaşması imzalanmış, Hatay Türkiye’ye katılmış, Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nı kazasız belasız atlatmış, NATO’ya üye olarak güvenliğini kuvvetlendirmiş, Kıbrıs’a 1974’te başarılı bir müdahale yapabilmişti. Sevr tarihin küflü sayfalarına gömüleli artık 85 yıl oluyor.
***
Peki Sevr’e nasıl gidildi? Bu soruya çok uzun cevap verilebilir; dış dinamikler yanında iç öğeler var. Fakat ben bugün yalnızca Birinci Dünya Savaşı’nda Alman Askeri Misyonu’nun başkanlığını ve sonra Atatürk devralıncaya kadar Yıldırım Orduları Başkomutanlığı’nı yapmış olan General Liman Von Sanders’in yeniden okuduğum anılarındaki bazı gözlem ve değerlendirmelerine değineceğim.
Liman Von Sanders’in kişiliği tabii oldukça tartışmalı. Enver Paşa ile geçinemediği gibi onun maceracı politikasını desteklemekle itham ettiği Alman makamları ile de ters düşmüştü. Fakat bu, değerlendirmelerini geçersiz kılmaz. Savaşın hemen sonunda yazdığı kitabında yalnızca iki Türk generalini övmesi dikkat çekici.
Biri Mustafa Kemal Paşa, ikincisi de İsmet Paşa. Türk askerinin meziyetlerini de gayet güzel teşhis etmiş: ’Aslında mükemmel bir asker. İyi beslendiği, iyi muamele gördüğü, yeterli eğitim aldığı, komutanlarına güven duyduğu takdirde mutlaka yüksek randıman verir.’
***
Liman Von Sanders, 17 Aralık 1917’de Alman Genelkurmayı’na gönderdiği raporda Osmanlı Başkomutanlığı’nın yaptığı başlıca stratejik ve taktik hataları irdeliyor. Ona göre ilk hata, Aralık 1914-Ocak 1915’te Sarıkamış muharebesinde yapılmış.
Osmanlı ordusu o tarihte Rus kuvvetlerine karşı en iyi savunma yapabilecek şekilde mevzilenmiş bulunuyordu. Fakat Sarıkamış-Kars yönündeki hesapsız taarruz, felákete yol açtı. 90 bin kişiden sadece 12 bin kişi kurtuldu. Askerin büyük bir kısmı açlıktan ve soğuktan öldü. 1916 yazında Erzurum istikametinde yapılan taarruzda zayiat 60 bini buldu.
1916 yazında ve 1916-17 kışında İran harekátı çok yanlıştı. İngilizler Irak’ta ricata mecbur edilmeden Irak cephesinden asker çekilerek yeni bir cephe açmamak gerekirdi. Sonuçta Bağdat kaybedildi. Ağustos 1916’da sadece 18 bin kişilik bir kuvvetle girişilen Süveyş harekátının hiçbir başarı şansı yoktu.
O zamana kadar Süveyş’i korumaktan başka şey düşünmeyen İngilizler, El-Tiş Çölü’nde konuşlandılar. İngiliz kuvvetlerinin daha sonra Filistin istikametinde ilerlemesi, bu lüzumsuz operasyonun bir neticesiydi.
***
Liman Von Sanders, raporunun sonunda Aralık 1917’de Osmanlı ordusundan 300 bin askerin firar ettiğini ve artık bu ordunun operasyonel kabiliyetini kaybettiğini belirtiyor. Zaten kısa bir süre sonra yenilgi çanları çalacaktı.
Sevr gibi bir akıbete kolay kolay düşülmez. Bir hatalar silsilesi sonunda düşülür. Bugün böyle bir korkuyu haklı gösterecek bir durum var mı? Türk Devleti’nin, Türk ordusunun 1914-1918’deki politik ve askeri hataları tekrarlayacağı tasavvur edilebilir mi?
Sevr paranoyasında aslında komik, trajik olan, ona kapılanların sayısının az olmaması ve içlerinde devlette daha önce çok yüksek mevkiler işgal edenlerin bulunması.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2005
<B>ÖCALAN</B> 1999 yılında neden ve nasıl yakalandı tartışması bir türlü bitmiyor. <B>Bülent Ecevit</B>’in bundan bir süre önce <B>‘Amerika’nın Öcalan’ı niye teslim ettiğini hálá anlayabilmiş değilim’ </B>demesi oldukça şaşırtıcıydı. Öyle ya, o zaman başkakandı; yakalanma haberini duyunca sevinçten havalara uçmuştu; 1999 seçimlerini kazanmasında PKK terörüne darbe vuran bu gelişmenin payı az olmamıştı.
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve tutuklanarak yargılanması, hükümetinin başlıca amacıydı. İstihbarat kuruluşlarımız Amerikalı muhataplarıyla sıkı bir işbirliği içindeydiler. İşin perde arkasını Ecevit bilmeyecek de kim bilecekti.
*
Şimdi onun esrarengiz sözlerini aydınlatma görevini, eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Aytaç Yalman üstlendi. Orgenerale göre, ’Öcalan’ın yakalanmasıyla Barzani ve Talabani’ye ciddi bir alternatif olma ihtimali ortadan kaldırılmış ve bölgedeki gücünün pasifize edilmesiyle Kürt liderlere siyasi, askeri alanlarda geniş bir manevra sahası sağlanmış, daha rahat hareket edebilmişler ve Amerika’ya kendilerini daha bağımlı hissetmeye başlamışlardır’.
Orgeneral Yalman, ABD’nin bu inisiyatifi ile ‘Sevr’ arasında bir bağ kurmaktan da geri kalmıyor. Peki, bu sansasyonel yorum ciddi bir istihbarat bilgisine mi dayanmaktadır, yoksa Yalman’ın sonradan geliştirdiği bir izah tarzından mı ibarettir? Görevde bulunduğu sırada Milli Güvenlik Kurulu böyle bir değerlendirme yapmış mıdır?
Bu soruların cevabı şimdilik yok. Fakat ister istemez akla gelen bir soru daha var. Varsayalım ki ABD, Öcalan’ı Türkiye’nin PKK terörüne karşı mücadelesini desteklemek için yakalamadı, asıl amacı gerçekten de Barzani ve Talabani’ye ciddi bir alternatifi ortadan kaldırmaktı. Yine de Öcalan’ın safdışı edilmesi, Türkiye’nin çıkarlarına daha uygun değil miydi?
Öcalan’ın nüfuzunu Kuzey Irak’a yayması, Türkiye için daha mı iyi olurdu?Suriye’deyken bize bu kadar zarar veren Öcalan’ın Kuzey Irak’ta bütün Kürtlerin lideri konumuna geçmesi temenni edilebilir miydi? Eğer hakikaten ABD, Orgeneral Yalman’ın belirttiği art niyetle hareket etmişse Türkiye’ye çifte iyilik yaptığına hükmetmek gerekir!
*
AB’ye gelince, üye ülkelerin birçoğunda çeşitli Kürt kuruluşları bulunduğunu, bunların PKK’ya finansman sağladıklarını ve onun için politik lobi yaptıklarını, bazı Avrupa hükümetlerinin vaktiyle PKK’ya direkt destek sağladıklarını, birçok Avrupalı politikacının Kürtlere ve onları temsil iddiasında bulunanlara sempati beslediklerini biliyoruz.
Kurumsal olarak AB ise soruna daima bireysel insan hakları temelinde yaklaşmıştır. Bazı iddiaların aksine kolektif haklar üzerinde hiç durulmamıştır. Kaldı ki, Avrupalı parlamenterlerin vaktiyle el üstünde tuttuğu Leyla Zana ve arkadaşlarının terörü açıkça kınamamaları ve kendileri ile PKK arasına mesafe koymamaları artık sürekli eleştirilmektedir.
Terörizmle mücadele alanında en gevşek davranan Belçika bile Zübeyr Aydar’ın KONGRA-GEL adına Brüksel’de yapmak istediği basın konferansını engelledi. Avrupa ülkelerinin özellikle İspanya ve İngiltere’deki İslamcı terör saldırılarından sonra PKK terörüne karşı da gittikçe daha büyük teyakkuz göstermeleri beklenebilir.
*
Ülkemizde PKK terörü ve onun arkasındaki etnik milliyetçiliği savunan politik cereyanlarla mücadelede kritik bir aşamaya gelinmiştir.
Bu mücadelede olumlu bir öğe, son zamanlarda meseleye yaklaşımda oldukça kuvvetli bir toplumsal oydaşmanın ortaya çıkmakta olmasıdır.
Başarının önemli bir koşulu, kendimize güvenmek ve dış faktörler konusunda dikkati elden bırakmamakla beraber olur olmaz vehimlere kapılmamaktır.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2005
<B>GAZZE’</B>deki Yahudi yerleşimcilerin İsrail polis ve ordusunun ölçülü zorlama önlemleri altında süratle evlerini terk etmeleri kuşkusuz kişisel dramlara yol açıyor. Tahliye sırasında yerleşimcilerin direnış, çırpınma ve hıçkırıklarını yansıtan sahneleri televizyonlarda seyrederken duygulanmamak güç. Ne var ki, bu insanlar her şeyden önce kendi hükümetlerinin yanlış ve benmerkezci politikalarının kurbanlarıdır.
1.300.000 Filistinin yaşadığı dar bir bölgenin % 33’ünün 8500 Yahudi yerleşimciye tahsis edilmesindeki haksızlık ve bencilliğin affedilir tarafı yok. Unutmamak gerekir ki Gazze Filistin’in taksimi hakkındaki Birleşmiş Milletler kararında İsrail’e bırakılmış değildi, 1949’daki mütarekeyi takiben 1967’ye kadar Filistinlilerde çok iyi hatıralar bırakmayan Mısır’ın yönetiminde kaldı. 1967 savaşını takiben İsrail tarafından işgal edildikten sonra bugün tahliye kararını uygulayan Şaron yerleşim politikasının şampiyonu oldu.
***
Şaron daha iki yıl önce İsrail’in Gazze’de tek bir yerleşim merkezinden bile feragat etmeyeceğinde ısrarlıydı. Bugün ise ‘Bölgedeki ve dünyadaki dğişiklik beni de tutumumu gözden geçirmeye sevk etti. Gazze’yi sonsuza dek elimizde tutamayız. Bir milyondan fazla Filiistinli orada yaşıyor ve her kuşakta sayıları ikiye katlanıyor’ demekten çekinmiyor. Partisi içinde karşılaştığı muhalefete rağmen, yıllarca sürdürdüğü politikanın inkárı pahasına Sharon’un gösterdiği siyasi cesareti takdir etmemek imkánsız. Kendi hatalarını teşhis edebilmek büyük bir meziyet. ’Zararın neresinden dönsem kárdır’ yaklaşımı akılcılıktan başka bir şey değil.
Tarih zamanında gerekli zor kararları alamayan siyasi liderlerin ülkelerine nasıl daha büyük bedeller ödettiklerinin örnekleri ile dolu. Türkiye’nin tecrübeleri de aynı yönde değil mi?
***
Gazze’den yerleşimcilerin ve İsrail kuvvetlenin çekilmesinin ne dereceye kadar İsrail-Filistin ihtilafının çözümüne katkıda bulunacağı henüz belli değil. Bir kere Filistinliler Gazze’nin tam kontrolünü elde edemiyorlar. Gazze’nin hava ve deniz sahası ve Gazze ile Batı Yakası arasında ulaşım İsraillerin kontrolünde kalacak. İnşası öngörülen hava ve deniz limalarının serbestçe kullanılmasına izin verilip verilmeyeceği belirsiz. Kaldı ki belki en önemli sorun Filistinlilerin Gazze’yi etkin bir şekilde yönetmeyi başarıp başaramayacaklarıdır.
Gazze’de bugün tam bir karmaşa hüküm sürüyor. Kamu gelirleri % 75 oranında azalmış. Ruhsat almadan herkes istediği gibi inşaat yapıyor. Arafat’ın birbirleri ile rekabet halinde kurduğu 13 güvenlik kuruluşu Mahmut Abbas tarafından üçe indirildi, fakat asayiş sorunu halledilemedi. Trafik polisi bile ceza yazmaya korkuyor. İlk başta İsrail’in Filistinlileri bölmek amacı ile kurulmasına öncülük ettiği, fakat sonradan kendisi için en büyük tehdit haline gelen Hamas siyasi ve askeri bakımdan gittikçe kuvvetleniyor. Hamas İsrail’e karşı intihar ve füze saldırıları düzenlemeye büyük olasılıkla devam etmek isteyecektir.
***
Diğer taraftan, İsrail’in, ABD, AB, BM ve Rusya’nın sponsorluğundaki Yol Haritası çerçevesinde bir çözümü Filistinlilerle müzakere etmek gibi niyeti hiç değilse bu aşamada yok. İsrail, ilk önce, Filistinlilerin Gazze’de güvenlik sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmesini bekleyecek.
Evet Gazze’nin boşaltılması tarihi bir dönüm noktası. Fakat sürekli barışın sağlanarak bir Filistin devletinin kurulmasını içeren çözüm daha ufukta gözükmüyor. Irak’tan gelen kötü haberler de göz önünde tutulursa Ortadoğu’nun kaderi hakkında iyimserlik beslemek henüz mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan</B>’ın Diyarbakır’da <B>‘Kürt sorunu’</B> demesi günlerdir tartışılıyor. Kelimelere ve deyimlere her nedense çok önem atfediyoruz, bunların arkasında gizli anlamlar olduğuna inanıyoruz ve onları deşifre etmek için inanılmaz bir çaba harcıyoruz. 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel de ‘Kürt realitesini tanıyoruz’ demişti. İlk bakışta ikisi de aynı kapıya çıkar. Fakat öyle değilmiş. Sorun demek realite demekten daha tehlikeliymiş. Oysa aksi de iddia edilebilir, çünkü sorun çözülebilir veya aşılabilir, realite ise ancak kabul edilebilir, değiştirilemez, sofizmin sınırı yok!
* * *
Bir Kürt meselesinin mevcudiyetini görmezlikten gelmek mümkün mü? PKK terör örgütü militanlarını kimler arasından topluyor? Bütün medya şu anda hangi konuyu enine boyuna irdeliyor? Kuzey Irak’ta bağımsız veya bağımsızlığa yakın otonom bir Kürt devleti kurulmasına niçin karşı çıkıyoruz? Evet, hem Ortadoğu ve hem de Türkiye boyutu olan bir mesele ile karşı karşıyayız ve ancak gerçekçi bir teşhis koyarsak bu meseleyi çözümleyebiliriz.
Başbakan hem bunu yapmış ve hem de tek devlet, tek ulus ve tek bayrak diyerek çözümün parametrelerini gayet iyi çizmiştir. Problem Başbakan’ın hangi sözcüğü doğru veya yanlış kullandığı değil, fakat ortaya koyduğu çözüm vizyonunun nasıl gerçekleştirileceğidir. Bu vizyon zaten yeni de değildir, fakat Başbakan çok yerinde ve dengeli bir şekilde ve tonda ona kuvvetli bir ivme vermek istemiştir.
Bugün yeniden yoğunlaşan PKK terörü ile mücadele kuşkusuz asıl önceliği taşıyor. Irak’ın kuzeyinden sızmaların önlenememesi bu mücadeleyi zorlaştırıyor. ABD ile yapılmakta olan yüksek düzeydeki askeri temasların Irak’taki PKK militanlarına karşı askeri bir harekáta imkán verip vermeyeceği belli değil. Fakat ABD hiç değilse Irak’ta PKK’nın finansman ve lojistiğini engelleyecek önlemler alabilir.
* * *
PKK’nın gelirlerinin önemli kısmını uyuşturucu madde, akaryakıt ve insan kaçakçılığından sağladığını biliyoruz. Habur kapısındaki keşmekeşin bu gelirlerin oluşmasına ne ölçüde katkıda bulunduğunun araştırılmasında da mutlaka yarar vardır. Diğer taraftan Türkiye bugün yalnızca PKK terörünün değil, fakat birkaç gün önce yapılan tutuklamaların gösterdiği gibi El-Kaide yönetimli veya ilhamlı terörün de hedefidir. Bu iki terörün amaçları farklı ise de operasyonel hedefleri bazen örtüşüyor, örneğin her ikisi de turizmi baltalayacak eylemlere yöneliyorlar. Dolayısı ile terörle daha etkin mücadele için zaruri ise mevzuat değişikliklerine gidilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu alanda AB ülkelerinden daha geride kalmak için bir neden yoktur.
* * *
PKK terörü ile mücadelenin sadece güvenlik önlemleriyle başarılamayacağını başta askerler söylüyorlar. Genelkurmay İkinci Başkanı, geçen ay düzenlediği basın toplantısında örgüt üyelerinin daha çok eğitimsiz ve işsiz gençlerden oluştuğunu, terörü önlemenin eğitim seviyesini yükseltmekten ve istihdam sorununa çare bulmaktan geçtiğini vurgulamıştı. Aynı zamanda suça karışmamış örgüt üyelerini kapsayacak bir hukuki düzenleme ihtiyacını dile getirmişti.
‘Kürt meselesi’nin çözümünün bazı unsurları bunlar. Kuşkusuz aynı zamanda bireysel ve demokratik hakların geliştirilmesi lazımdır. Ancak hükümet ne yaparsa yapsın, Kürt kökenli politikacılar PKK’ya karşı açıkça cephe almadıkları ve etnik milliyetçiliği desteklemekten vazgeçmedikleri sürece sonuç alınması çok güç olacaktır.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2005
<B>AB </B>üyelik sürecinin şimdiki aşamasında 3 Ekim’de müzakerelerin başlamasına en büyük potansiyel engel Güney Kıbrıs’ın tanınması sorunu üzerinde odaklanmış gibi görünüyor. Gerçi, Komisyon’un genişlemeden sorumlu komiseri Olie Rehn Türkiye ile müzakerelere başlama kararının alındığı 17 Aralık zirvesinde Güney Kıbrıs’ın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak tanınmasının ön şart olmadığını bütün liderlerin kabul ettiğini vurgulamaktan geri kalmıyor. Ancak Başbakan Villepin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ Türkiye tarafından tanınmadan üyelik müzakelerine başlanmasının düşünülemeyeceğini açıkladıktan sonra Fransa, diğer üyelere bir mektup gönderek, Gümrük Birliği Protokolü’nün imzası ile birlikte Türkiye’nin yaptığı tek taraflı deklarasyonun protokolün yükümlülükleri ile bağdaşmadığını ileri sürdü.
***
Konu şimdi 24 Ağustos’ta büyükelçiler toplantısında, arkasından da 1 Eylül’de Dışişleri Bakanları toplantısında ele alınacak. Muhtemelen yine iç politika oyunları sahneye geliyor. Chirac ve Villepin Türkiye karşıtlığı şampiyonluğunu siyasi rakipleri Sarkozy’ye bırakmak istemiyorlar. AB Dışişleri Bakanları toplantısında bu tutum müzakereleri bloke etmeye kadar varır mı? Bu konuda bugünden kesin bir şey söylenemezse de Fransa’nın kuvvetli bir muhalefetle karşılaşması ve belki de müzakere çerçevesi belgesi metninde bazı kompromi formülleri ile yetinmesi beklenebilir.
Fransa engeli aşılabildiği takdirde Gümrük Birliği (GB) protokolüne ilişkin bütün güçlükler atlatılmış sayılamaz. AB Komisyonu tanıma konusunda bizi destekliyorsa da GB çerçevesinde Güney Kıbrıs bandıralı gemilerin Türk limanlarına gelmesine engel çıkartılmaması gerektiğini savunuyor.
***
Türkiye ise GB’nin hizmet sektörünü kapsamadığını ileri sürerek Kıbrıs Rum gemilerinin Türk limanlarına gelmesine izin vermek mecburiyetinde olmadığı görüşünde ısrarlı. Bu görüşün kabul görmesi olasılığı çok zayıf. Limanlarımıza gemileri giriş yapan 150 kadar ülkenin hiçbiri ile hizmet alanında ikili anlaşmamız yok. Limanları kapatmanın Dünya Ticaret Örgütü kurallarına ne kadar uygun olduğu da tartışılabilir. Limanlarımızın Rum gemilerine açılmasını KKTC’nin ticareti üzerindeki bütün kısıtlamaların kaldırılması ile irtibatlandırmak istememiz kuşkusuz hakkaniyet kurallarına uygun, fakat hakkaniyetle hukuk ve politikanın her zaman örtüşmediğini de biliyoruz.
***
Şayet Kıbrıs yüzünden 3 Ekim’de müzakereler başlayamaz veya başladıktan bir süre sonra akamete uğrarsa bunun Türkiye açısından bütün sonuçlarını peşinen irdelemek çok zor. Akılcı ve soğukkanlı bir politika ile olumsuz sonuçları çok geniş ölçüde telafi etmek kuşkusuz mümkündür. Buna karşılık KKTC açısından problemin boyutları farklı, çünkü ortada çözüm bekleyen bir sorun var. Kısa vadede olumsuz yansımalar önlenebilir, çünkü geçmiş yıllarda yaptığımız vahim hatalara rağmen yine çok önemli iki adım atıldı. Bunlardan birincisi 2003 Nisanı’nda Yeşil Hat üzerinden geçişlerin serbest bırakılması, ikincisi de Türkiye’nin desteği ile 2004 Nisanı’nda referanduma olumlu oy verilmesidir.
Bu iki atılım sayesinde KKTC ekonomik ve politik alanlarda bir hayli güçlendi. Yine de AB ile Türkiye arasındaki iplerin kopmasının çözüm perspektifini uzaklaştırarak KKTC’yi uzun vadede zora sokacağını unutmamak gerekir. Çünkü KKTC halkının çoğunluğu umudunu artık ayrı bir devlet olarak yaşamını sürdürmeye veya Türkiye ile entegrasyona değil, çözüme ve AB üyeliğine bağlamış bulunuyor.
Yazının Devamını Oku