AB Konseyi’nin 16-17 Haziran Brüksel zirvesi çok ciddi bir kriz havası içinde cereyan etti.
Zirve, anayasanın Fransa ve Hollanda tarafından reddinin ortaya çıkardığı kurumsal sorunları ve 2007-2013 bütçesi konusundaki derin görüş ayrılıklarını çözümleyemeden dağıldı.
AB’nin istikbalinin sorgulanmaya devam edeceği ve buhran ortamının kolay kolay dağılmayacağı bir devreye giriyoruz. Toplantılarda Türkiye’ye doğrudan atıf yapılmadı. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac,‘İşlevini etkin bir şekilde yerine getirmesini sağlayacak kurumlara sahip olmadan AB daha fazla genişleyebilir mi’ sorusunu ısrarla ortaya attıysa da Almanya, Türkiye’nin üyeliğinin tartışmaya açılmasına muhalefet etti.
Hatta Fransız basınının verdiği habere göre, Almanya Dışişleri Bakanı Fischer, ’Türkiye’ye kapıyı kapatabiliriz; fakat bunun bedeli çok yüksek olur’ demiş.
***
AB’nin içinde bulunduğu bocalama döneminde Türkiye’nin üyeliğini çevreleyen koşulların çok daha fazla güçleşeceği gerçeğini kuşkusuz görmeliyiz. Ne var ki bu teşhisi yaptıktan sonra güdülecek politikayı heyecana kapılmadan, galeyana gelmeden, soğukkanlılıkla saptamalıyız.
Oysa, AB’den vazgeçelim veya imtiyazlı ortaklık seçeneğini kendimiz ileri sürelim sesleri hemen yükseldi. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ise Gümrük Birliği’ni AB’nin yeni on üyesine teşmil eden ve metni üzerinde AB ile mutabakata varılan protokolün imzalanmaması için vakit geçirmeden kampanya başlattı.
Protokolü imzalamamak, 3 Ekim’de üyelik müzakerelerinin başlamasından vazgeçmekten başka anlama gelmiyor. Gerek muhalefetteki, gerek iktidardaki politikacılarımız umarım günün birinde söyleyeceklerinin sonuçlarını tartmadan konuşmak iptilasından kurtulurlar.
***
AB Brüksel Zirvesi’nin sonuç belgesinin üçüncü paragrafı şöyle: ’AB Konseyi, ayrıca genişleme konusundaki 17-18 Haziran 2004 ve 16-17 Aralık 2004 Sonuçlar belgelerindeki kararları hatırlatır ve bunların tümüyle uygulanmasını gereğinin altını çizer.’
Demek oluyor ki AB Konseyi, her şeye rağmen hiç değilse şimdiki aşamada Türkiye’yle üyelik müzakerelerinin 3 Ekim’de başlaması konusundaki kararını teyit etmektedir. Türkiye’nin bu durumda kendiliğinden, müzakerelerden sarfı nazar etmesinin mantıki bir tarafı olabilir mi? Türkiye, AB’nin ileride geçirebileceği evrim belirsizliklerle dolu olsa bile üyelik yolunda devam etmekle hiçbir şey kaybetmez.
İleride AB veya Türkiye’nin kendisi, çerçevesi iyi çizilmiş bir imtiyazlı ortaklık üzerinde durabilir. Ancak üyelik müzakerelerinde ne kadar çok ilerleme kaydedilirse bu ortaklığın içeriği de o derecede zengin ve kapsamlı olur.
***
AB ile üyelik müzakerelerinin Türkiye’deki reformlar ve iç evrim açısından etkisi de kesinlikle küçümsenmemelidir.
AB ivmesi olmasaydı, ne kadar tutucu ve çağdışı olduğu her gün daha iyi anlaşılan mevzuatımızda devrim niteliğinde değişiklikler yapabilir miydik, yavaş da olsa kurumlarda ve bürokraside bir zihniyet değişikliği başlatabilir miydik, ekonomimizi IMF’nin de yardım ve desteğiyle bugünkü istikrar ve büyüme potansiyeline kavuşturabilir miydik, sivil toplum bugünkü kadar gelişebilir miydi?
’Bütün bunları kendimiz de yaparız’ demek, gurur okşayıcı olabilir; fakat gerçekçi değil. AB vizyonunu kaybetmenin politik, ekonomik ve sosyal yansımalarını göz ardı ederek ani ve fevri kararlar almanın bedeli mutlaka çok ağır olur.
Son 30-40 yıllık tarihimize bakalım. Kaçırdığımız fırsatların ve yapılan hataların listesi çok uzun. Aynı duruma artık düşmeyelim.