5 Ağustos 2006
BUGÜN bütün gözler İsrail ile Hizbullah arasındaki savaşa çevrilmiş durumda. Fakat Lübnan, Ortadoğu’nun ne tek, ne de önemli problemi. Irak’ın gittikçe daha büyük hızla bir iç savaşa ve parçalanmaya sürüklenmekte olduğunu, şimdiye kadar iyimser bir tablo çizmekte en fazla ısrar eden ABD ve İngiltere’nin en yüksek diplomatik ve askeri sorumluları bile artık kabullenmekten başka çare göremiyorlar.
Üçüncü büyük kriz, kuşkusuz İsrail-Filistin ihtilafı. Yakında bir çözüme kavuşmasını beklemek hayal. Çözümlenmedikçe de Ortadoğu’nun gerçek bir barış ve istikrara kavuşması mümkün değil. Dördüncü sırada İran’ın nükleer programı konusunda devam eden açmaz geliyor. Yakın bir gelecekte değilse bile, daha uzun sürede, İsrail veya ABD, İran’ın nükleer tesislerini tahrip etmek amacıyla operasyonlara girişirlerse, bölgeyi de aşan siyasi ve ekonomik çalkantılar önlenemez.
***
Beşinci büyük tehlike ise sadece Arap ülkelerinde değil, birçok başka Müslüman ülkede köktendinciliğin gittikçe kuvvetlenmesidir. Lübnan’da bugünkü savaş sonunda Hizbullah herhalde siyasi bakımdan kuvvetlenecektir. Hizbullah’ın lideri Nasrallah’a, bugün Abdülnasır’ın yerini alacak bir lider nazarı ile bakanlar az değil.
Hizbullah’ın kuvvetlenmesi, zor durumda olan HAMAS’ı ferahlatacak ve muhtemelen Ürdün’deki köktendincileri kuvvetlendirecektir. Gelecek yıl Fas’ta seçimleri İslamcıların kazanacağından şüphe edilmiyor. Pakistan ise bıçak sırtında. Başkan Müşerref bir yandan İslamcı terörle mücadele ederken diğer yandan köktendincilere ödün vermek mecburiyetinde. Dengenin bozulmadan ne kadar sürdürülebileceği belli değil. Afganistan’da Taliban yeniden başını kaldırdı.
Bütün bu gelişmelerde, özellikle Lübnan krizinde uluslararası toplumun ve Birleşmiş Milletler’in yapıcı bir rol oynamamasının başlıca nedeni, yalnızca BM Güvenlik Konseyi üyeleri arasında ve ABD ile AB arasında değil, AB içinde bile bir görüş beraberliğine varılamamasıdır. Yine de bu satırların yazıldığı sırada, ABD ve İngiltere ile Fransa arasında BM Güvenlik Konseyi’ne sunulacak karar tasarısı hakkında bir uzlaşmaya yaklaşıldığı haberleri gelmekteydi.
Anlaşılan iki aşamalı bir yaklaşım öngörülüyor. İlk aşamada ateşkes çağrısı olacak ve bir çözümün bazı parametrelerine yer verilecek. Örneğin, Güney Lübnan’da Lübnan ordusunun Hizbullah’ın yerine alacağı bir tampon bölge tesis edilecek. İkinci aşamada bu tampon bölgeye bir uluslararası kuvvet yerleştirilecek. Bu kuvvet büyük olasılıkla mevcut UNIFIL’in güçlendirilmesiyle oluşturulacak.
Ne var ki İsrail, kurulacak kuvvetin Hizbullah’ın silahsızlandırılması sorumluluğunu da yüklenmesini öngörüyor. Hizbullah’ın kendisi razı olmadıkça bu işin nasıl yerine getirilebileceği belli değil. İsrail ayrıca gerekirse müdahale etmek hakkını saklı tutmak istiyor.
***
Bir başka sorun, Şeba çiftlikleriyle ilgili. Bu ihtilaflı bölge 24 kilometrekareden ibaret. İsrail tarafından 1967 savaşında Golan bölgesi ile birlikte Suriye’den alınmış. BM belgeleri bunların Suriye’ye ait olduğunu gösteriyor; fakat Hizbullah, ateşkes için, İsrail tarafından tutuklanmış olan Lübnanlıların serbest bırakılması yanında bu toprakların da iadesinde ısrarlı.
Özetlemek gerekirse, İsrail ile Lübnan arasında sürdürülebilir bir ateşkes ve siyasi kompromiye varılması zor olacak. Ortadoğu, Lübnan dışında da birçok tehlikeli gelişmeye gebe. Bölge halkı, kendi hükümetlerinin ve bölge dışındaki güçlerin hatalarının bedelini daha uzun süre ödeyecek.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2006
2006 sonbaharı sıkıntılı geçeceğe benziyor; fakat tablonun her bakımdan karanlık olduğu söylenemez. Örneğin, basiretli bir yönetim sayesinde ekonominin artık borsa, kur, iç ve dış politika dalgalanmaları karşısında ciddi bir direnç gücüne eriştiğini görüyoruz. Önümüzdeki ayların politik gündemine gelince, bunun yine yüklü olacağı ve zaman zaman tehlikeli gerginlik ihtimallerinin ortaya çıkacağı tahmin edilebilir. Cumhurbaşkanlığı konusunda akılcılığın ve gerçekçiliğin son dakikayı beklemeden galebe çalmasının Türkiye’yi çok ferahlatacağı muhakkaktır.
***
Sonbaharda asıl sıkıntıları dış politika alanında yaşayacağız. AB sürecinde biriken tıkanıklıkların nasıl aşılabileceği pek belli değil. AB’nin istediği gibi deniz ve hava limanlarının Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına 2006 sonuna kadar açılmasının Türkiye’deki siyasi şartlar yüzünden kesinlikle mümkün olmadığını herkes görüyor ve bu açmazın müzakere sürecini sekteye uğratmaması için çareler aranıyor.
Bir ara zaman kazanmak amacıyla Gümrük Birliği yükümlülüklerinin yorumu alanındaki anlaşmazlığın tahkime götürülmesi üzerinde duruldu. Böyle olsaydı, AB, limanların açılmasının Gümrük Birliği’nin tartışılmaz bir parçası olduğunu, Türkiye ise ulaşımın Gümrük Birliği’nin kapsamadığı hizmetler kategorisine girdiğini iddia edecekti.
Türkiye ayrıca TIR’larına AB ülkelerince uygulanan kotaların Gümrük Birliği’ne aykırı bir ayrımcılık olduğunu ileri sürebilecekti. Fakat bu yöntemden, tahkimin Türkiye aleyhinde sonuç vermesi ihtimalinin çok yüksek olması nedeniyle vazgeçildi.
Brüksel’den yansıyan bazı haberlere göre limanlar sorunu yüzünden müzakere sürecinin toptan durdurulmasını önleyecek alternatif bir formül sadece Gümrük Birliği ve ona ilişkin bazı müzakere başlıklarının askıya alınması olabilir. Bu, müzakere sürecinin inandırıcılığını zayıflatsa da, bize zaman kazandırabilir. Fakat çözüm yolunda ciddi ilerleme olmadıkça müzakereler Kıbrıs ipoteğinde kalacaktır.
***
AB ile müzakere sürecinde tek sorun limanlar değil. Ceza Kanunu’nda ifade özgürlüğünü kısıtlayan hükümler, çok eleştirilen yeni Terörle Mücadele Yasası, azınlık vakıflarının gayrimenkulleri konusunda bir ilerleme kaydedilmemesi, reform sürecinde geriye doğru gidildiği izlenimi, AKP hükümetinin politikalarında dini inançların ve dürtülerin gittikçe daha ağır bastığı algılaması da tereddütleri artırıyor.
Diğer taraftan, artarak güçlenen Batı aleyhtarlığı ile radikal, hırçın ve inzivacı milliyetçilik Türkiye’de AB’ye desteği yüzde 40’a kadar indirmiş bulunuyor. Bir başka problem de müzakereleri yürütecek idari yapıdaki yetersizlik ve dağınıklık. Hiçbir ülke AB ile müzakereleri bu kadar zayıf bir idari yapı ve koordinasyon noksanlığıyla yürütmeye kalkmamıştı.
Sonbaharda Türkiye’yi Ortadoğu’daki gelişmeler de zorlayabilir. En kötü ihtimal, Türkiye’nin yanlış bir hesapla Kuzey Irak’a müdahalesidir. Böyle bir hataya düşersek Irak’ta bu sefer doğrudan bizi etkileyecek yeni bir Pandora kutusu açarız. Bunun dışında İran’a karşı bir müdahale olmadığı takdirde Lübnan krizi ve Suriye’ye muhtemel uzantısı Türkiye’yi çok fazla etkilemez.
***
Son gelişmeler ışığında, Lübnan’a çokuluslu bir güç gönderilmesine fiilen imkán olmayacağı da anlaşılıyor. Ne var ki, Lübnan krizinde, bu sefer İsrail’in ölçüsüz ve fütursuz davranışı yüzünden Ortadoğu’da taşlar yine yerinden oynayacak, köktendincilik ve İslamcılık güçlenecek, din ve mezhep çatışmaları artacaktır.
ABD’nin Irak’ta yaptığını İsrail, Lübnan’da tamamlayacak. Ortadoğu’nun istikrarına ölümcül bir darbe daha vurulmuş olacak.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
LÜBNAN krizi yalnızca İsrail ile Hizbullah arasında bir mücadeleden ibaret değil. 25 Temmuz’da yayımlanan yazımda Suriye unsuruna değinmiştim. Fakat Suriye’nin rolünden de daha önemli olan İran’ın rolüdür. BM Güvenlik Konseyi, Eylül 2004’te kabul ettiği 1559 sayılı kararda, Lübnan’daki yabancı kuvvetlerin çekilmesini, Lübnan hükümetinin otoritesinin bütün ülkeye teşmilini ve bütün Lübnanlı ve yabancı milislerin silahsızlandırılmasını ve dağıtılmasını talep etmişti. Suriye bu kararı ilk önce uygulamadı, fakat Şubat 2005’te eski Lübnan Başbakanı Hairiri’nin öldürülmesinden sonra kuvvetlerini çekmek mecburiyetinde kaldı. Bu çekilme Lübnan’daki bütün siyasi nüfuzunu kaybettiği veya Hüzbullah’a destek politikasına son verdiği anlamına gelmiyordu. İran ise Hizbullah’a yıllık mali yardımını sürdürdü.
* * *
İsrail’in operasyonları başlattığı tarihte Hizbullah’ın elinde bulunan 13.000 füzenin en büyük kısmını İran sağlamıştı. Hizbullah milisleri ile işbirliği yapan önemli sayıda İranlı"Devrim Muhafızı" Güney Lübnan’da konuşlanmış bulunuyor. Daha uzun menzilli Çin yapısı füzelerin bu İranlı milislerin elinde olduğu tahmin ediliyor. Hizbullah’ın İsrail’e saldırısının, nükleer programına ilişkin AB önerilerine İran’ın cevap vermesi için saptanan son tarihe rastgelmesi de, hiç değilse bazı çevrelerde, tetiği Tahran’ın çektiği kuşkusunu uyandırdı.
* * *
Roma toplantısında derhal ateşkes konusunda bir oydaşma olmaması, savaşın daha bir müddet süreceğini gösteriyor. Nitekim İsrail bu durumu operasyonları sürdürmesi için kendisine yeşil ışık yakıldığı şeklinde yorumlamaktan geri kalmadı. Çokuluslu bir gücün BM Güvenlik Konseyi’nin vereceği yetkiye dayanılarak kurulması konusunda ise bir prensip anlaşmasına varıldı, fakat bu gücün fiilen BM mi, NATO mu, yoksa AB tarafından mı yöneltileceği, görevinin nasıl tarif edileceği henüz belli değil. Fransa bir NATO gücüne tabii itiraz ediyor. Haksız da değil. NATO’ya bağlı bir güç daha da fazla bir işgal gücü olarak algılanır ve daha çok tepki çeker.
* * *
Türkiye’ye gelince, çok uluslu bir güce prensipte katılabileceğimizi Dışişleri Bakanı ifade etti. Her ne kadar Lübnan’a asker gönderilmesine taraftar değilsem de, bu aşamada Abdullah Gül’ün tutumunu isabetsiz bulmuyorum. Peşinen katılmayacağımızı bildirmek doğru olmazdı. Nasıl olsa asıl değerlendirme BM Güvenlik Konseyi’nin alacağı karar, kuvvetin görevi, teşekkül tarzı, Lübnan’da bundan sonraki gelişmeler ışığında yapılacak. Ne var ki çok uluslu bir gücün karşılaşacağı zorluklar şimdiden bilinmektedir. Bu gücün görevi Hizbullah milislerinin tasfiyesinde Lübnan ordusuna yardım etmek olacak. Lübnan ordusunun böyle bir görevi başarıyla yürütebilmesi ise çok zor, çünkü mensuplarının büyük bir kısmı Şii ve büyük olasılıkla Hizbullah sempatizanı.
* * *
Türkiye’nin kuvvet göndermesi konusunda ise ek güçlükler var. Lübnan’daki mücadele kaçınılmaz olarak Suriye ve İran’a karşı dolaylı bir mücadele olacak. Bu iki ülke ile ilişkilerimize AKP hükümetinin atfettiği aşırı değer kararı etkilemeyecek mi? Başbakan’ın sandıktan çıkmış olanları köktendinci bile olsalar meşru sayma eğilimi ile seçilmiş olan Hizbullah partisine bağlı milislerin tasfiyesi nasıl bağdaşacak? İran ve Suriye, uluslararası gücü zayıflatmak amacıyla, Türk birliklerine karşı, Türkiye’yi bu birlikleri geri çekmeye zorlayacak saldırıları gizlice teşvik etmeyecekler mi? Lübnan’a asker gönderilmesi Kuzey Irak önceliği ile çelişkili olur mu? Karar alınırken bütün bu sorulara cevap aramak zannedersem yararlı olur.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2006
LÜBNAN’da İsrail bombardımanlarının yarattığı insani dramın boyutları gittikçe artarken savaşın kısa zamanda sona erebileceğini gösteren bir emare yok. Aksine İsrail, ABD ile geçen yıl imzaladığı bir anlaşmada öngörülen lazer güdümlü 5 tonluk bombaların teslimatının süratlendirmesini talep etti.
İsrail bu silahlar sayesinde İran’ın Hizbullah’a sağladığı 13 bin kadar Katyuşa füzesini barındıran mevzileri daha kolay tahrip edebileceğini hesaplıyor.
Lübnan’da bugün cereyan eden olayların benzerini daha önce, 1993 ve 1996’da görmüştük. O tarihteki çatışmaların sona ermesinde rol oynamış olan Başkan Clinton’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Dennis Ross, 19 Temmuz’da "USA Today" Gazetesi’nde yayımlanan makalesinde, eski deneyimi ışığında şimdiki buhranın nasıl sona erdirebileceğini araştırıyor.
***
Ross’a göre 1993 ve 1996’da İsrail, Lübnan’ın altyapısını yine tahrip etmiş, Güney’deki Lübnanlıları göçe zorlamış; fakat Hizbullah’ın füze saldırılarına son vermeyi başaramamıştı. Ross, Hizbullah’ın olduğu gibi HAMAS’ın da saldırılarını durdurmasında anahtarın Suriye’nin elinde bulunduğunu iddia ediyor. Şayet Suriye, HAMAS liderlerinden Meşal’i sınırdışı etmekle tehdit etseydi, HAMAS’ın elinde tuttuğu İsrailli askeri serbest bırakmaya mecbur kalacağına inanıyor.
Aslında Türkiye de çözümde Suriye’nin kilit rol oynayabileceği kanaatiyle Özel Temsilci olarak Büyükelçi Profesör Davutoğlu’nu Şam’a gönderdi; fakat bu girişimden bir sonuç alamadı. Almasına da imkán yoktu; çünkü Suriye’nin, İran ile birlikte yürüttüğü Hizbullah ve HAMAS’ı destekleme politikasından vazgeçmeye şimdiki halde hiç niyeti olmadığı aşikárdı.
Ross, Hizbullah’ı silah ve mali yardımla besleyen İran ise de Hizbullah’ın Lübnan ordusu tarafından silahsızlandırılmasına hep Suriye’nin engel olduğunu hatırlatıyor. Suriye’nin İran’dan bağımsız olarak hareket edebileceğini; fakat bunun için Şam üzerinde çok yoğun politik baskı yapmak gerektiğini vurgulayarak Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün bu sorumluluğu üstlenmelerini öngörüyor.
Anlaşılan bölgeye gelen Condoleezza Rice’ın amacı da aynı yönde: Suriye’yi diğer Arap ülkeleriyle aynı cepheye çekmek. Fakat özellikle Suudi Arabistan, ABD’nin aksine, ilk aşama olarak Lübnan’da ateşkeste ısrarlı. Ross politik baskılar yetmezse İsrail’in Suriye’ye karşı da askeri operasyonlara girişmesini mümkün görüyor. Sonunda İsrail açısından başka çare kalmayabilir.
***
Peki Türkiye ne yapmalı? Rice’ın planına göre Türkiye’ye biçilmiş bir rol yok. Rice, Arap ülkelerini devreye sokmak peşinde. Doğrusu da bu. Suriye dışında Arap ülkelerinin hemen hepsi Hizbullah ve HAMAS’ın tasfiyesinden veya zayıflamasından son derece memnun kalacaklar. ABD de onların bu eğilimlerinden istifade etmeyi ümit ediyor.
Artık Araplararası dengelerin söz konusu olduğu bir ortamda Türkiye’nin pro-aktif bir politika gütmeye devam etmesi pek doğru olmaz. Daha sonra Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve İsrail ile Lübnan arasındaki sınırın güvenliğini sağlamak için BM veya ABD’nin katılmayacağı bir NATO kuvveti kurulabilirse, Türkiye’nin böyle bir kuvvete katılması konusunda da çok dikkatli davranılmalıdır.
2003 yazında Irak’taki koalisyon kuvvetlerine katılmada acele karar verdiğimiz zaman bunun ters teptiğini unutmasak iyi olur. Lübnan’da konuşlanacak bir kuvvetin işlevinin bir seçim ortamında iç politikaya nasıl tesir edeceği hesaplanmalıdır.
Kuzey Irak faktörü ile etkileşimi de göz ardı etmeyelim. Önceliklerimizi iyi saptayalım.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2006
BİR yandan PKK terör saldırılarının artması, diğer yandan İsrail’in Lübnan’da geniş çapta askeri operasyonlara girişmesinin geçerli bir emsal olarak algılanması nedeniyle, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta, orada mevzilenmiş PKK teröristlerine karşı askeri bir müdahalede bulunması yeniden tartışmaya açıldı. Genellikle bu tip operasyonlar, gerekli askeri ve siyasi hazırlıklar gizlilik içinde tamamlandıktan sonra başlatılır. Bizde her nedense niyet peşinen açıklandı ve kamuoyunda hükümetin opsiyonlarını ve politik manevra alanını daraltan kuvvetli bir beklenti yaratıldı.
***
İsrail emsalinin ne kadar geçerli olduğu tartışmaya açıktır. İsrail’in orantısız kuvvet kullanmasını uluslararası toplum kınamaktan geri kalmıyor. Fakat BM Güvenlik Konseyi’nin, operasyonların durdurulması yolunda bir karar alması, ABD’nin veto hakkı yüzünden mümkün değil. Türkiye’nin Irak’a olası bir müdahalesinin meşru dayanağının Lübnan’a İsrail müdahalesinden daha kuvvetli olacağına şüphe yok. Ne var ki hukuken bu meşruiyeti tescil edecek bir merci yok.
Barış ve güvenliğe ilişkin konularda başvurulacak tek merci, Güvenlik Konseyi’dir. Konseye kendimiz başvurursak, bize hak veren bir kararın çıkması söz konusu değildir. Başkaları Türkiye aleyhine konseye giderse operasyonları durdurmamız yolunda bir kararın çıkması ise şaşırtıcı olmaz.
Nedeni basit. Güvenlik Konseyi, politik değerlendirme yapar ve bu değerlendirme konsey üyelerinin algılamalarına ve siyasetlerine göre şekillenir.
***
Akla kaçınılmaz olarak bazı sorular geliyor. 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’na kadar Saddam Hüseyin’in onayıyla, ondan sonra da 2003 yılına kadar Kuzey Irak’taki otorite boşluğundan istifadeyle ve İncirlik Üssü’nden yürütülen "Kuzey Keşif" hava operasyonlarının sağladığı politik şemsiye altında Kuzey Irak’ta çok sayıda operasyona girişmiştik.
Kandil Dağı meselesi o zaman da vardı; fakat bir türlü sonuç alınamadı. Bugün çok daha çetin politik koşullar altında sonuca varmak daha mı kolay?ABD’nin muhalefetini aştığımızı bir an için varsaysak bile sınırdan sızmaları sürekli önleyebilmek için Kuzey Irak’ta devamlı ve önemli sayıda asker bulundurmamız gerekmeyecek mi?
Kürtlerin kuvvetlerimize karşı gerilla hareketlerinde bulunmaları olasılığı hiç mi yok? Askeri mevcudiyetimizin sürmesinin neden olacağı bölgesel ve uluslararası tepkiler göz ardı edilebilir mi? Bu sorunların bizim bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz cevapları umarım vardır.
***
ABD’nin tutumuna gelince, krizi tırmandırma politikamız karşısında ehveni şer olarak resen PKK’ya karşı harekete geçmeye nihayet karar vermesi kuşkusuz en iyi çözüm olur. Fakat tırmandırma politikasının çok büyük rizikoları beraberinde getireceği unutulmamalıdır.
ABD müdahalemize muhalefetini sürdürürse, kapsamı ve neticeleri bugünden öngörülemeyecek bir açmaza düşeriz. Cevap arayan bir soru daha var. ABD ile bir ortak vizyon belgesini yeni imzaladık. PKK terörüne de yer veren bu belge aylarca müzakere edilirken tek taraflı müdahale opsiyonu üzerinde hiç mi durulmadı?
Bir noktanın daha altı çizilmelidir. PKK terörüne yalnızca askeri yoldan son verilebileceğine, müttefiklerimiz ve AB üyeleri arasında hiçbir ülke inanmamaktadır. Tepkilerinde bu unsur da rol oynayacaktır.
Kamuoyunun birbirini izleyen şehit cenazelerinden infial duymasından daha tabii bir şey olamaz. Ancak hükümetler gerçekçi olmaya mecburdurlar. Neyse, şimdilik ABD ve Irak ile diyalog sürüyor. Diplomasiye kapı henüz açık.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2006
BİR askerinin kaçırılmasına İsrail’in geniş çapta mukabelesi ile başlayan yangın Hizbullah’ın saldırısı sonrasında Lübnan’a sıçradı. Suriye ve İran’ın hem HAMAS ’a ve hem de Hizbullah’a destek verdikleri şüphesi gittikçe kuvvetleniyor. Geleneksel olarak Lübnan’ı himaye eden Fransa’da Cumhurbaşkanı Chirac isim vermeden bu kuşkuyu açıkça ifade etti. Suriye ve İran’ın bu son gelişmelerde oynadıkları rol henüz belirli değilse de Hizbullah ile HAMAS ’ın her ili ülke ile yakın ilişkileri ve onlara bağımlılıkları sır olmaktan çok uzak. HAMAS ’ın askeri kanadından sorumlu Meşal’in Şam’da ikamet etmesi herhalde sebepsiz sayılamaz.
***
Ortadoğu’da tabii hiçbir şey basit değil. Filistin’de seçimleri kazanan HAMAS kendisine bağlı sayılan silahlı grupları tam olarak kontrol edemiyor. Lübnan’da ise Hizbullah siyasi iktidarın bir parçası, fakat kendisine doğrudan bağlı milisleri var. Merkezi siyasi otoriteye bağlı olmayan silahlı güçlerin ne kadar tehlikeli olduklarını Irak’ta her gün görüyoruz. İsrail-Filistin ihtilafının şimdi vardığı aşama da gözardı edilemez. Bu ihtilafın çözümü için uluslararası toplum hiçbir ciddi çaba harcamıyor. İsrail üzerinde etkili olabilecek tek devlet ABD, fakat politik açıdan eli kolu bağlı. "Yol haritası" artık içi boş bir belgeden ibaret. İsrail tek taraflı bir çözüm dayatma politikasını sürdürüyor. HAMAS iktidara gelmeseydi dahi bu politika aynı kalacaktı. HAMAS ’ın iktidar olması aynı zamanda Arap rejimlerini de korkuttu. HAMAS ’ın ve Hizbullah’ın yıpranmalarına üzülecekleri söylenemez.
***
Son olaylarda, askeri operasyonlara giriştiği için değil, fakat orantısız şiddet kullandığı için, ABD hariç, İsrail’i herkes eleştiriyor. İsrail’in HAMAS ’a ve Hizbullah’a karşı hareketsiz kalması ve askerlerinin iadesi için çeşitli arabuluculuk girişimlerine bel bağlaması beklenemezdi. Türkiye de Suriye nezdinde, hatta Başbakan’a göre Meşal ile de temas ederek böyle bir girişimde bulundu, fakat hemen akabinde Hizbullah saldırısı gerçekleşti. Aynı koşullarda her devlet İsrail gibi askeri tepki gösterirdi.
Peki, bütün Ortadoğu’yu sarsacak ve Türkiye’ye de sıçrayacak bir buhran ile mi karşı karşıyayız? Her nedense en fazla Türkiye’de üzerinde durulan bu olasılık fazla kuvvetli değil. İsrail Filistin’de ilk defa geniş çaplı operasyonlara girişmiyor. Lübnan’a 1978’den beri sekiz kere müdahalede bulundu ve Beyrut’u bile işgal etti. Türkiye’ye bir şey olmadı. Suriye ile savaşları da Türkiye’ye ayrıca zarar vermedi. İran’a bir İsrail füze saldırısı ise kuşkusuz petrol fiyatlarını tırmandırmak gibi bölgeyi de aşan sonuçlar doğurabilir. Fakat İsral’in şimdiki aşamada cepheyi bu kadar genişletmek hatasını işleyeceğini düşünmek zor. Ne var ki, İran nükleer silah üretme politikasını sürdürürse, İsrail’in ileride bunu engellemek için her çareye başvurması şaşırtıcı olmayacaktır.İsrail’in, İran’ın nükleer tesislerini tahrip edebilecek nükleer başlıklı füzeler taşıyan en modern denizaltılara sahip olduğu biliniyor. İsrail bunlara boşuna yatırım yapmadı.
***
Türkiye’nin İsrail’in orantısız kuvvet kullanmasına kuvvetli tepki göstermesi yadırganmamalıdır. Ancak eleştilerde dozun kaçmamasına dikkat etmek gerekir. Araplar nispeten pasif dururken Türkiye’de hemen her gün en yüksek düzeyde İsrail’i kınayan demeçler verilmesi, hatta eleştiri oklarının ABD’ye de yöneltimesi akılcı bir tutum olamaz. Özellikle bu tepkilerde HAMAS ’a ve Hizbullah’a özel bir sempati duyulduğu intibaının verilmesinin Türkiye’ye hiçbir faydası dokunmaz. Türkiye’nin temel dış politika dengeleri duygusal tepkilerden zarar görmemelidir.
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2006
BUGÜN St Petersburg’da başlayacak G-8’ler toplantısının arifesinde, ABD ile Rusya arasında, Rusya’nın Dünya Ticaret Teşkilatı’na nihayet üye olmasına kapıyı açacak ikili bir anlaşma imzalanması beklenmekteydi. Ne var ki G-8 toplantısının başarısını simgelemeye yönelik olan bu anlaşma, ABD-Rusya ilişkilerinin gittikçe daha olumsuz bir mecraya girdiği, yeni denge arayışlarında Rusya ile Çin’in birbirlerine artarak yakınlaştıkları bir zamana rastgeliyor. ABD’nin Hindistan ile imzaladığı nükleer işbirliği anlaşması da Çin ve Rusya’ya karşı bir mukabil inisiyatif şeklinde değerlendiriliyor. Geçen hafta katıldığım bir uluslararası seminerdeki izlenimlerimi de göz önünde tutarak bu konularda kısa bir değerlendirmede bulunmak istiyorum.
***
Amerikalıların nispi ketumiyetine karşın Rus resmi ve sivil toplum temsilcileri ABD-Rusya ilişkileri hakkında oldukça karamsar bir tablo çiziyorlar. İleri sürdükleri çeşitli nedenler arasında antibalistik füzelerin kısıtlanması hakkındaki antlaşmanın ABD tarafından feshedilmesi ve ABD’nin yeni bir stratejik silah indirimi müzakeresine girmeyi reddetmesi gibi sorunlar var. Fakat Rusya’yı en fazla kızdıran Ukrayna’nın NATO’ya alınması olasılığıdır. Askeri gücünü artırmakta olan Rusya’nın Ukrayna’nın NATO’ya katılmasını önlemek için kılıç şakırdatmaya kadar gitmesi şaşırtıcı olmaz. Ruslar ayrıca, Sırpların tarihi dostu sıfatı ile, Kosova’nın bağımsızlığına karşı geliyorlar. Kosova bağımsız olursa Yukarı Karabağ’ın, Transdniestr ve Abhazia’nın bağımsızlıklarının da gündeme geleceği uyarısında bulunuyorlar.
***
Rusya bu aşamada kendisi ile birlikte Çin, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan’ın üye oldukları Şangay İşbirliği Teşkilatını (ŞİT) ön plana çıkarıyor ve bu anlaşmanın artık etkin bir güvenlik koordinasyon çerçevesi oluşturduğunu düşünüyor. Özellikle Rusya ile Çin’in uluslararası sorunlar hakkındaki görüşleri örtüşüyor. Her iki ülke de ABD’nin Orta Asya’da kendileri bertaraf etmek istediği kanaatini taşıyorlar ve bu yüzden örneğin Andincan olaylarından sonra Özbekistan’daki Amerikan’ın askeri mevcudiyetine son verilmiş olmasını bir başarı sayıyorlar. Pasifik’teki Amerikan askeri varlığına karşı olan Çin’in de Japonya ile problemi var. Rusya da Japonya’ya sıcak bakmaktan uzak. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan beri güttüğü ve bugünkü koşullarda pek geçerli olmayan politikasından vazgeçerek bölgesel bir askeri güç olmaya yönelmesi ihtimali kuvvetleniyor.
***
Ruslar, ABD’nin Irak politikasını herkes gibi eleştirmekle beraber Irak savaşının petrol fiyatlarını tırmandırarak kendilerine büyük bir avantaj sağladığını inkár etmiyorlar. Fakat kazandıkları ekonomik güç galiba başlarını döndürmüş. Amerika’ya daha rahat kafa tutabileceklerine inanıyorlar. Ve sadece Japonya’yı değil, neredeyse Avrupa Birliği’ni bile küçümsüyorlar. AB’ye gelince, Rusya ile enerji alanında ciddi sorunları var. Moskova, Türkiye’yi Bulgaristan ve Romanya üzerinden Macaristan’a ve Avusturya’ya bağlayacak olan Nabucco gaz boru hattı projesine de muhalefetini sürdürüyor. Fakat ABD’nin aksine, AB, Ukrayna’nın NATO üyeliğinin ortaya atılmasını ciddi bir hata olarak görüyor. Hatta Ukrayna’nın AB üyeliğine de şimdilik taraftar değil.
***
Bu çetrefil denklemin incelenmesinden kuşkusuz Türkiye için de bazı sonuçlar çıkarmak mümkün. Bugün Rusya ile ikili ilişkilerin düzeyinin çok yüksek olması sevindiricidir. Ancak ikili çerçevenin ötesinde onunla güvenlik politikası alanında çok taraflı bir işbirliğine girişmekten kaçınmak gerekir. Örneğin ŞİT’ye Pakistan ve İran gibi gözlemci olarak katılmamız zannedersem isabetli olmaz. ŞİT politikamızın temel istikametine uymuyor.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2006
AB ile Türkiye arasında enerji alanında işbirliği perspektifleri son zamanlarda bir hayli arttı. AB Türkiye’nin özellikle gaz alanında Avrupa’nın ikmalinde önemli bir transit merkezi olmasını destekliyor ve Azerbaycan’dan, Kazakistan’dan, İran’dan ve Mısır’dan Türkiye’ye gelecek gazın Avrupa’ya ulaştırılmasını sağlayacak boru hattı projelerin finansmanına katılmayı öngörüyor.
Tabii denklemde ABD de var. ABD Orta Asya ve Hazar bölgesi petrollerinin ve gazının uluslararası pazarlara ulaşımının Rusya üzerinden yapılmasını kısıtlayacak her projeye destek vermeye hazır. Rusya ise ikinci bir Mavim Akım’la Türkiye üzerinden de Avrupa’ya ilave gaz sevk etmek peşinde, fakat Rusya’nın tasavvuruna şimdilik ne AB ne de Türkiye sıcak bakıyor.
Bu "Büyük Oyun"da elimizdeki kozları iyi kullanmak çok usta bir diplomasiyi gerektiriyor. Bir görüşe göre enerji projeleri Avrupa için o kadar önemli ki AB, Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü Türkiye’nin uygulamadığını bahane ederek üyelik sürecini kolay kolay askıya bile alamaz. Biraz abartılı bir görüş. AB üyelik süreci inkitaa uğrarsa enerji nakil merkezi olmaktan vaz mı geçeceğiz?
* * *
Türkiye’nin AB üyelik sürecini izleyen düşünce kuruluşları da artık enerji boyutu üzerine eğiliyorlar.Sabancı Üniversitesine bağlı İstanbul Politikalar Merkezi’nin bazı Avrupa kuruluşları ile ortaklaşa yönettiği "Türkiye-AB Üyelik Süreci Gözlem Merkezi"nin İstanbul’da yaptığı 6’ncı yıllık toplantısında enerji başlıca gündem maddelerinden biriydi.
Toplantıda Robert Schuman Merkezi’nin Eş Direktörü Giacomo Luciani "AB’nin Rusya’ya bağımlılığını azaltmada bir transit merkezi olarak Türkiye’nin konumu"konusunda kapsamlı bir takdim yaptı.
Luciani, özellikle Bakü’den ve Kerkük’ten gelen boru hatlarının birleştiği Ceyhan’ın hem büyük bir enerji terminali ve hem de bir ham petrol ticaret merkezi ve hatta borsası olabileceğini vurguladı. Rusların artık biraz daha sıcak baktığı Samsun-Ceyhan hattı da gerçekleşirse, Ceyhan’ın önemi daha da artacak.
Luciani’ye göre Ruslar henüz Burgaz-Dedeağaç hattı projesinden vazgeçmiş değiller, fakat bu proje çeşitli güçlüklerle karşılaşıyor. Kaldı ki Samsun-Ceyhan gibi Türk boğazlarını by-pass edecek bir proje için Rusya’nın rızasına hiç ihtiyaç yok. Türkiye AB veya ABD ile işbirliği halinde böyle bir projeyi gerçekleştirebilir. Ancak by-pass projelerini petrol şirketleri pek benimsemiyorlar, çünkü boğazlardan nakliyatın maliyeti çok daha düşük.
* * *
Gaza gelince, Türkiye-Yunanistan-İtalya boru hattının Türkiye-Yunanistan kısmı inşa halinde, fakat Yunanistan-İtalya kısmı daha inceleme aşamasında. Luciani, Türkiye’yi Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan veya Macaristan üzerinden Avusturya’ya bağlayacak Nabucco projesi konusunda AB’nin tereddütlerinden sıyrılması gerektiğini belirtiyor ve işi tamamen enerji şirketlerine bırakmak eğilimini eleştiriyor.
Bu alanda bir gelişme var. AB Konseyi Yüksek Temsilcisi Solana’nın hazırladığı yeni bir enerji politikası raporu Nabucco projesine finansal katılım dahil destek verilmesini önerdi.
* * *
Bütün bu projelerin gerçekleşmesi kuşkusuz vakit alacak ve Rusya’nın enerji politikasını AB ve ABD’nin politikaları ile bağdaştırmak kolay olmayacak. Dikkati çeken nokta, ABD ve AB’nin enerji güvenliği konusunda artık aynı kaygı ve görüşleri paylaşmakta olduklarıdır.
Bu ortak yaklaşım Türkiye’nin lehinedir. Rusya ile enerji işbirliği daha çok ikili ilişkiler çerçevesinde kalmalıdır. AB ve ABD ile işbirliğinin ise Avrupa ve dünya enerji güvenliği açısından boyutu çok daha büyük.
Yazının Devamını Oku