6 Kasım 2007
BU satırları yazarken Washington’da Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush arasındaki görüşmenin ne sonuç verdiğini daha bilmiyordum. Toplantıyla ilgili açıklamaları ve yorumları beklerken Irak Kürtleri ile ABD arasındaki karmaşık ilişkilerin tarihçesine kısaca bakmakta yarar olabileceğini düşündüm. Beni buna sevk eden, Fikrat Bila’nın eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman ile yaptığı söyleşidir. Orgeneral Yalman, PKK ve Kürt meselesi konusunda çok gerçekçi ve akılcı bir yaklaşım yansıtırken 1999’da ABD’nin Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etmesinin sebebini şu şekilde izah ediyor:
"Bence ABD, Irak’a müdahale ederken Kürtlere dayanmak istiyordu. Bu işi Barzani ve Talabani’nin desteği ile planlamak istiyordu. Abdullah Öcalan ise Barzani ve Talabani’ye alternatifti. Bana göre ABD, Barzani ve Talabani’yi güçlendirmek (...) için Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti... Türkiye’yi de memnun etmiş oldu."
Kuşkusuz çok akla yakın gelen bir izah tarzı. Ne var ki 1999’da ABD Başkanı olan Clinton’ın daha o tarihten itibaren Irak’a Bush zamanında yapılan saldırı gibi bir müdahaleyi öngördüğünü veya planladığını söylemek o kadar kolay değil.
* * *
Başkan Clinton devrinde güdülen politika değişikti. 1991 Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlaştırdığı kapsamlı yaptırımlara tabi bulunuyordu. BM, Irak’ın kitle imha silahları geliştirmesini önleyecek bir kontrol mekanizması da kurmuştu. Fakat Irak sürekli şekilde BM denetçilerinin işlevlerini yerine getirmelerine engel oluyordu.
Saddam’ın engellemelerinden bizar olan Clinton yönetimi, 1998 Aralık ayında Irak’a yoğun hava saldırılarına girişti. Arkasından da Saddam’ı devirmek amacıyla ona muhalif olanları ve bu kapsamda Kürtleri de desteklemeye başladı. Orgeneral Yalman’ın bahsettiği 1998’de başlayan Washington süreci, bu politikanın bir parçasıdır. Ancak Clinton’ın vizyonunda Irak’ın işgalinin yer aldığını kanıtlayacak bir belge mevcut değil.
2000 yılındaki başkanlık seçimleri sırasında Cumhuriyetçilerin Başkan Yardımcısı adayı Dick Cheney bile, baba Bush’un Bağdat’ı işgalden imtina politikasına devam etmek gerektiğini belirtiyordu. Cheney ancak 11 Eylül 2001’den sonra Irak savaşının en hararetli taraftarlarından biri olacaktı.
11 Eylül’den önce savaş tasarımlarını hazırlayanlar ise Wolfowitz, Edelman ve Perle gibi yeni muhafazakárlar ve onları destekleyen Yahudi lobisiydi. ABD’de şimdi Irak savaşının İsrail’in güvenliğini ve bölgedeki konumunu kuvvetlendirmek hedefine yönelik olduğu görüşü gittikçe ağırlık kazanmaktadır.
ABD, Ortadoğu politikasında Kürtleri her zaman kullanmak istemiş, fakat çok kere de onlara ihanet etmiştir. Örneğin, 1972 yılında İran Şahı’nın inisiyatifi ile İran ve ABD, Irak’taki Baas rejimini zayıflatmak için Irak Kürtlerini kışkırtarak onlara yardıma başladılar. Bu operasyona İngiltere, İsrail ve hatta Ürdün destek verdi. Fakat daha sonra İran Şahı, Irak ile olan sınır ihtilafını çözümleyince Kürtler kendi kaderlerine terk edildiler.
Birinci Körfez Savaşı’ndan hemen sonra Kürtler, Saddam’a karşı isyan edince onları korumak için Washington parmağını bile kıpırdatmadı. 1993 ve 1996’da CIA’nın Saddam’a karşı Kürtleri harekete geçirmek planları da akamete uğradı. Bugün ABD’nin İran Kürtlerini Tahran’a karşı kullanmak istemesinde de şaşılacak bir şey yok.
* * *
Türkiye’de ABD’nin PKK’yı da desteklediği ve Türkiye’yi bölmek istediği görüşü oldukça yaygın. Hatta eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’e göre AB de aynı hedefin peşinde. O zaman NATO ve AB politikamızın derhal gözden geçirilmesi gerekir.
Yok, bu kanaat hükümet ve Genelkurmay tarafından paylaşılmıyorsa, bunun açıkça ifadesinde büyük yarar vardır. Kamuoyu neye inanacağını şaşırmış vaziyettedir ve her tarafta düşman görmeye teşvik edildiğinden, kolaylıkla tehlikeli tepkilere müsait öfkeli bir ruh haline kapılmaktadır.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2007
SON PKK saldırılarını takiben duyulan haklı hiddetin Kürt kökenli vatandaşlarımıza karşı şiddeti körükleyen bir husumet cephesi yaratması tehlikesi çok ciddiye alınmalıdır. İster Doğu’da, Güneydoğu’da veya Batı’da yaşasınlar, bu vatandaşlarımız arasında huzursuzluk artmaktadır. Adeta Kürt doğmuş olmayı bir suç gibi görenler var.
Bakın tanıdığım bir hanımın geçenlerde bir takside şoför ile sohbeti bütün Kürtleri dışlayıcı ruh haletini nasıl yansıyor.
Sohbet şöyle cereyan etmiş:
"- Nerelisin abla?
- İstanbulluyum.
- Asıl memleket neresi?
- İstanbul.
- Peki beyin nereli?
- O da İstanbullu.
- İyi ki Kürt’e düşmemişsin.
- Siz ne diyorsunuz? Komünist, dinci veya terörist olunduğu gibi Kürt olunmaz. Kürt doğulur. Tıpkı Türk doğulduğu gibi. Siz de Kürt doğabilirdiniz! O zaman ne diyecektiniz?
- Doğru be abla, hiç bu tarafını düşünmemiştim. Sen bunu televizyonlarda anlatsana!"
* * *
Televizyonlar ise başka şeyler anlatıyorlar. Atatürk’ün vatanseverlik kavramı ile örtüşen akılcı milliyetçiliği, tamamen tahrif edilerek, radikal, yabancı düşmanı ve ırkçı bir milliyetçilik cereyanına dönüşüyor.
Terörün bugünkünden çok daha şiddetli olduğu, çok daha geniş bir bölgeyi kapsadığı, çok daha fazla şehit verdiğimiz 1990’lı yıllarda bile Kürt kökenlilere karşı şimdiki husumet duygularına rastlanmıyordu. O devirde yabancı gözlemciler özellikle toplumsal barışın korunmuş olmasını büyük bir başarı sayıyorlardı.
Bugün ise, son saldırılara rağmen, terör 1990’lı yıllardakine oranla çok daha dar bir coğrafi alanda eylemlerini sürdürebilmektedir. Üstelik 22 Temmuz seçimlerinde AKP’nin Doğu’da ve Güneydoğu’da DTP’den iki mislinden fazla oy almasının gösterdiği gibi Kürt meselesinin çözümünde en önemli unsur olan entegrasyon sürecinde büyük bir ilerleme kaydedilmiştir.
Terörle mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Economist Dergisi geçen haftaki sayısında asimetrik savaş veya çatışmalarda ya tenkil politikası ya da temkin ve sabırla sonuç alınabileceğini belirtiyor.
Suriye’nin İslamcı militanlarla başa çıkabilmek için 1982’de Hama’da en aşağı 10,000 kişiyi katletmesini birinci yöntemin örneği olarak gösteriyor. Dergiye göre ikinci yönteme örnek ise İngiltere’nin Kuzey İrlanda’da güttüğü ve ancak 38 yılda netice veren sabır politikasıdır.
Her terörün sivil halk arasında desteğe sahip olduğu ve dışarıdan destek gördüğü de unutulmamalıdır. İrlandalı militanlar çeşitli ülkelerden ve en başta ABD’deki İrlandalılardan geniş çapta yardım alıyorlardı.
* * *
PKK’ya Kuzey Irak’tan gelen desteğin kesilmesi için giriştiğimiz askeri ve diplomatik baskı siyasetinin ne ölçüde başarı sağlayabileceğini yakında göreceğiz.
Bazı kıpırdanmalar var. Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin PKK’ya lojistik desteği kesmek ve Türkiye’ye terörist sızmaları önlemek amacı ile bazı önlemler almaya meylettiği haberlerini alıyoruz. Amerikalılar askeri makamlarımıza PKK hedefleri hakkında daha fazla istihbarat naklediyorlarmış.
Tabii henüz bir askeri müdahaleyi gereksiz kılacak gelişmelerden yoksunuz. Başbakan’ın Başkan Bush ile görüşmesinden sonra durumun radikal bir şekilde değişeceğini beklemek de aşırı iyimserlik olur.
Ancak gelişme hangi yönde olursa olsun terörü bir anda yok edecek mucizevi bir formül ve çözüm bulunmadığı bilincinde olmalıyız. Terörle mücadele kadar toplumsal barışı tehlikeye atmamak da başlıca kaygımız olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2007
ERTUĞRUL Özkök, 28 Ekim tarihli makalesinde benim bir gün önceki "Tablo Çok Karmaşık" başlıklı yazımı ele alarak aramızdaki görüş ayrılığını izah ediyor. Her şeyden önce yazısının başında bana hak ettiğimden çok daha fazla övgü içeren ifadeleri için Özkök’e teşekkür etmek isterim. Sekiz yıldan beri Hürriyet Gazetesi’nde yazmak beni de çok mutlu ediyor. Bu sayede neredeyse bir ikinci meslek edindim. Yaşım artık bir hayli ilerlemiş olduğundan çok yakında bu işe son vermem gerekeceğini düşünürken üzülüyorum.
* * *
Özkök yazımın son tümcesini şu şekilde nakletmiş: "Kuzey Irak’a müdahale etmek hayal üretmektir." Ama bu tümcede "Kuzey Irak’a müdahale" denmiyor ki. "Hayaller üretmenin faydası yok" deniyor. Yazının okunmasından anlaşılacağı üzere, "hayaller" sözcüğü TBMM’nin kabul ettiği tezkerede öngörülen PKK’ya yönelik bir askeri müdahaleye değil, Özkök’ün desteklediği Barzani’yi hedef alan çok daha geniş bir operasyona ilişkin.
Yoksa uluslararası anlayış ve hatta destek bile sağlamış bulunan sınırlı bir müdahaleye karşı gelmek elbette söz konusu olamaz. Nedir bu sınırlı müdahalenin amacı? PKK hedeflerini mümkün olduğu kadar havadan vurmak ve sınırın öbür tarafında birkaç kilometre genişliği olan bir güvenlik kordonu tesis etmek.
Başka bir deyimle, benim de vaktiyle kuvvetle desteklediğim 1 Mart tezkeresinin bize sağlayacağı avantajları bu defa tek taraflı olarak elde etmek. Tabii bazı ek tedbirler de almak gerekir. Eğer çok yanılmıyorsam Suriye sınırı boyunca bir elektronik gözetleme sistemimiz mevcut. Fakat Irak sınırında böyle bir sistem yok. Bu eksiği de herhalde süratle kapatmak yoluna gidilecektir.
Sınırlı müdahalenin PKK’ya nasıl bir darbe indireceği konusunda da gerçekçi olunmalıdır. Teröristler kamplarını terk edeceklerinden onları tamamen yok etmek mümkün olmayacaktır. Fakat kampları tahrip ederek operasyonel güçleri zayıflatılabilir. Kandil Dağı’na hava saldırılarının çok etkili olması ihtimali de zayıftır.
Geçenlerde kendisiyle yapılan bir söyleşide eski MİT Müsteşarı emekli Büyükelçi Sönmez Köksal, 1990’lı yıllardaki bombardımanlar sırasında PKK’lı teröristlerin Kandil’deki mahfuz mağaralarında türkü söylediklerini naklediyordu. Kaldı ki Irak’taki PKK mevcudiyetini tamamen yok etsek bile terörün derhal son bulmayacağını biliyoruz.
Terörün insan kaynağı daha çok Türkiye’de. Kara Kuvvetleri Komutanı, PKK’ya iltihakları önleyemediğimizi söylemedi mi? Sınırdan sadece güneyden kuzeye geçiş yok, kuzeyden güneye de geçiş var.
Barzani’ye ve yönettiği bölgeye karşı hava saldırısı fikrine gelince, sırf havadan operasyonlarla bir sonuç alınabileceğini düşünmediğim doğrudur. Bence Barzani’yi dize getirmek istiyorsak Kuzey Irak’ı işgalden başka çare yoktur. Bunun da bizi ABD gibi askeri ve siyasi bir bataklığa saplayacağını makalemde belirtmiştim.
Barzani’ye karşı yalnızca havadan bir saldırının sonuçları da iyi değerlendirilmelidir. Böyle bir saldırı, Kuzey Irak Kürtlerini Türkiye’ye karşı daha fazla radikalize etmez mi? Güneydoğu’daki yansımaları ne olur? Kürtler ile Türkmenler arasındaki gerginlik ve çatışma olasılığı daha artmaz mı? Bu sorulara cevap vermek kolay değil.
* * *
Halen Türkiye’de teröre karşı haklı tepkilerin toplumsal barışı bozmak isteyenler tarafından fütursuzca istismar edildiğini görüyoruz. Terörün çok daha geniş bir bölgeyi kapsadığı 1990’lı yıllarda bile Kürt kökenlilere karşı bugünkü düşmanlık duygularına rastlanmıyordu.
Oysa, 22 Temmuz seçimlerinde AKP’ye verilen oylar, Kürt meselesinin çözümünde en önemli unsur olan entegrasyon sürecinde nihayet önemli ilerleme kaydedildiğini kanıtlamış ve iyimserlik yaratmıştı. Ne oldu da birdenbire durum tersine döndü? Türk-Kürt çatışmasına bizi sürükleyebilecek bugünkü ortamdan nasıl çıkacağız? Üzerinde durmamız gereken asıl mesele bu değil mi?
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2007
PKK’nın Kuzey Irak’tan sızarak Hakkári-Dağlıca’da giriştiği saldırıdan sonraki gelişmeleri değerlendirmek son derece güç. Her şeyden önce bu saldırı ve sonuçları hakkında kapsamlı bir inceleme yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Ancak Başbakan Erdoğan, sadece dört aylık eğitim alan askerlerin bilmedikleri bir araziye gönderildiklerini, uzman olmayan askerlerle başarı sağlanamayacağını, şimdi bu gözlemden hareketle terörle mücadelede yeni bir uygulamaya girdiğimizi belirtmekten geri kalmadı.
5-6 günden beri sınır ötesinde yapılmakta olduğu bildirilen ve hükümet sözcüsü tarafından doğrulanan hava ve kara operasyonları hakkında da bu satırların yazıldığı ana kadar fazla bilgi alamadık. Kuzey Irak’tan gelen haberlerden topçu ateşine maruz kalan bazı köylerin kısmen boşaltıldığını öğreniyoruz.
Üç gün önce ABD Savunma Bakanlığı basın brifingde konuşan Genelkurmay Operasyon Planlama Direktörü Tümgeneral Sherlock ise Türk hava ve kara kuvvetlerinin sınır ötesi operasyonlarından bilgisi bulunmadığını söyledi. ABD hükümetinin Türkiye’ye destek anlamına gelen davranışlarına karşılık Amerikalı generallerin daha çekinceli bir tutum içinde olduklarını görüyoruz.
Irak’taki Amerikan Kuvvetleri Komutanı General Petraeus, "Bir yanda NATO müttefikimiz var, bir yanda da isyancılara karşı beraberce savaştığımız bir müttefikimiz" diyebildi.
* * *
Dikkat çekici bir nokta da Dağlıca saldırısından sonra kaybolan 8 askerin akıbeti hakkında bugüne kadar resmen hiçbir açıklama yapılmamasıdır. Oysa ABD Dışişleri, askerlerimizin serbest bırakılması için devreye girdiklerini bildirdi. Ankara’nın bu konuda sessizliği muhafaza etmesi tabii sebepsiz değil.
Askerlerimizin serbest bırakılması yolunda resmi bir girişimin, PKK’ya "Uluslararası İnsancıl Hukuk" çerçevesinde bir muhatap statüsü verilmesine yol açmasından haklı olarak kaygı duyulabilir. Fakat toplum ve medya tarafından da unutuldukları izlenimi doğmamalıdır. Medya galiba onları hatırlamakta gecikti. Teröristlerin eline geçen vatandaşları için birçok ülkenin ne ölçüde seferber olduklarını unutmayalım.
Milli Güvenlik Kurulu, ekonomik yaptırımlar için Bakanlar Kurulu’na tavsiyede bulundu. Bunların kapsamının ne olacağı konusu daha netlik kazanmadı. Kuzey Irak ile ticaretin ve sınırdan kamyonla nakliyatın yüksek derecede işsizliğin hüküm sürdüğü Güneydoğu Anadolu için çok önemli bir gelir kaynağı teşkil ettiği biliniyor. 2005 yılında karşılıklı ticaret hacmi 7.5 milyar dolara kadar yükselmişti. Ondan sonra 2.5 milyara kadar düştü.
Habur kapısından geçen kamyon sayısı da orantılı olarak azaldı. Bazı müteahhitler işlerini bırakmak mecburiyetinde kaldılar. Genel kanaat, ekonomik yaptırımların Kuzey Irak kadar, hatta belki daha da fazla Güneydoğu Anadolu’ya zarar vereceği yolunda. Dolayısıyla kapsamlı ekonomik yaptırımlar uygulanacaksa Güneydoğu Anadolu’nun zararlarını telafi etmenin de çareleri araştırılmalıdır.
* * *
Bir yandan askeri operasyonlar sürerken, diğer yandan da diplomatik faaliyet devam ediyor. Dışişleri Bakanı’nın Bağdat ziyaretini takiben Ankara’ya gelen Irak heyetinin temaslarından olumlu sonuçlar alınsa bile varılan mutabakatın uygulanması yine Kuzey Irak makamlarının sorumluluğunda olacaktır.
Bütün bu karmaşık tabloda önemli olan gerçekçilikten uzaklaşmamak ve kamuoyunun haklı ve anlaşılır tepkisinin toplumsal barışı bozmasına meydan vermemektir. Sadece PKK’yı değil, Barzani’yi ve Kuzey Irak’ı hedef almaya yönelik bir kamuoyu tepkisi yaratmaya çalışmanın gerçekçilikle hiç ilgisi yoktur.
Hava saldırıları ile Kuzey Irak’a verilecek zarar ancak geçici olur. Kuzey Irak cezalandırılacaksa onu işgal etmek yegáne çaredir. Böyle bir macera da Amerika gibi bataklığa saplanmamız demektir. Hangi profesyonel askere sorsanız hiç tereddüt etmeden size bu cevabı verir. Hayaller üretmenin faydası yok
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2007
14 Ekim tarihli New York Times Gazetesi’nde, ABD ordusunun entelektüel merkezi sayılan Kansas’taki Fort Leavenworth’te subaylar arasında Irak savaşı üzerinde serbestçe yapılan tartışmaları yansıtan çok ilginç bir yazı yayımlandı. Merkezin amacının Amerikan ordusunu değişen savaş koşullarına adapte etmek ve geçmişte işlenen hataların tekrarını önlemek olduğu anlaşılıyor.
Subaylar özellikle Napolyon’un savaş planlarını ve Vietnam Savaşı sırasında vuku bulan My Lai katliamını inceliyorlarmış. Hatırlanacağı gibi, Mart 1968’de, Amerikan askerleri, My Lai Köyü’nde, çoğu kadın ve çocuk 400’den fazla silahsız Vietnamlı sivili, her türlü işkence ve tecavüzden sonra katletmişler, hatta cesetleri bile parçalamışlardı.
Vietnam travmasını geçirmiş bir ordunun bazı birimlerinin bu sefer Irak’ta insan haklarını nasıl fütursuzca ihlal edebildiği tabii ayrıca incelenmesi gereken bir konu.
* * *
New York Times’a göre Forth Leavenworth’teki tartışmaların odak noktası, Irak savaşındaki hatalardan ordunun komuta kademelerinin ne oranda sorumlu sayılabileceği olmuş. Bazıları başlıca sorumlunun eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld olduğunda ısrar ederken, diğerleri Rumsfeld’in Irak’ı az sayıda kuvvetle istila etmek kararına askeri liderlerin itiraz etmediklerini, dolayısıyla sorumluluğu onların da paylaştıklarını ileri sürmüş.
O tarihte kuvvet kurmay başkanları arasında yalnızca Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı, Irak’a Rumsfeld’in öngördüğünden birkaç misli fazla kuvvet sevk edilmesi gerektiğini söylemiş, o da kısa zamanda kızağa çekilmiş. Leavenworth’te söyleşiler yapan gazeteciler, subayların, Irak’taki çok yüksek can kayıpları nedeniyle zaman zaman duygusal olabildiklerini ifade ediyorlar.
Bir subay, hissiyatını şöyle ifade etmiş: "Meslek hayatınız boyunca askerlerin güvenliği konusunda endişe duyuyorsunuz, kendilerini nasıl korumaları gerektiğini onlara öğretmeye çalışıyorsunuz, ondan sonra da 19 yaşında ölenler için yapılan merasimlere katılıyorsunuz... Ve o anda yapılanın doğru olup olmadığını düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz."
Leavenworth’te Yarbay Paul Yingling’in "Generallikte Başarısızlık" başlıklı kitabı, okunması zorunlu kitaplar arasında. Bunda Yingling, "Bir general, bir siyasi lider, milleti yetersiz imkánlarla savaşa sürüklerken sessiz kalırsa aynı derecede suçludur" diyor. Generallerden bir kısmının emekli olduktan sonra yönetimi eleştirmeleri ise genç subayları fazla etkilemiyor.
Onların kanaatince, bu generaller aktif görevde iken konuşma cesaretini göstermeliydiler. Tartışmalarda bir subayın ne zaman sivil otoritenin emrine karşı gelebileceğine de değinilmiş. Bir görüşe göre ordu mensupları kanunlara veya ahlaka aykırı olmayan emirlere itaat etmek mecburiyetindedirler. Fakat burada da kanunlara veya ahlaka aykırılığın nasıl tarif edileceği meselesi ortaya çıkıyor.
Kritik bir soru daha sorulmuş: "Yeterli sayıda dört yıldızlı general itiraz etseydi, savaş önlenebilir miydi?" Buna verilen yanıt çok çarpıcı: "Evet, fakat buna darbe derler. Ne istediğimize karar vermeliyiz. Anayasamıza sahip mi çıkacağız, yoksa yönetimin bir tasarrufu yüzünden onu ihlal mi edeceğiz?"
* * *
Irak savaşı daha bitmedi. 2003’ten beri 4 binden fazla Amerikan askeri öldü, 20 binden fazla da ağır yaralı var. Ölen Iraklıların sayısı belki 100 bine yakın. 4 milyon Iraklı evlerini terk ederek ya Irak’ın başka bölgelerine veya Suriye ve Ürdün’e sığındılar. Kuzey bölgesi hariç Irak ekonomisi çöktü.
Global terör arttı, Ortadoğu daha istikrasız hale geldi. Amerikalılar Irak’ı daha çok tartışacaklar. İşin korkutucu tarafı, Vietnam deneyiminin ne kadar kısa sürede belleklerden silindiğidir. Şimdi de Irak dramı bitmeden İran’a bir saldırıdan söz ediliyor. Bu sefer generaller acaba seslerini yükseltirler mi?
Bir kriz, askeri müdahale veya savaş kötü yönetilirse sivil-asker ilişkileri ister istemez daha karmaşık ve sorunlu oluyor. Hesap sormak dürtüsü güçleniyor.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2007
SON günlerde iki gelişme umut verici. Birincisi, ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu’nda kabul edilen Ermeni tasarısının Genel Kurul gündemine alınması, alınırsa da gerekli desteği görmesi olasılığının zayıflaması; ikincisi de Kuzey Irak’a müdahale öngören, fakat aynı zamanda dengeli ve ölçülü bir yaklaşımı yansıtan tezkerenin TBMM’de çok büyük bir çoğunlukla ve başlıca partiler içinde bölünmeye yol açmadan onaylanmasıdır. Bu iki gelişme de Türkiye’nin, sorunlarını, bir yandan kararlılığını göstererek, diğer yandan da akılcı politik ve diplomatik tutum ve girişimlerle çözmeye çalışmasının isabetini kanıtlar. Diğer taraftan, çeşitli uluslararası çevrelerde gördüğümüz destek veya anlayış, profesyonel felaket habercilerinin sürekli öne sürdükleri, dünyada yalnız olduğumuz savının çürüklüğünü ortaya koymuştur.
* * *
"Ermeni soykırımı tasarısı"nın, Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosy’yi bile konuyu gündeme alma konusunda tereddüde düşürecek kadar destek kaybetmesinin çeşitli nedenleri var. En başta zannedersem Türk diplomasisinin aylardan beri yoğun çalışmasının bu gelişmedeki payını takdir etmek gerekir. Washington’da tuttuğumuz lobi firmasının oldukça etkili olduğu ve aldığı parayı hak ettiği de anlaşılıyor.
Bunun yanında Başkan Bush ve ABD yönetiminin, askeri mercilerin, dostumuz kongre üyelerinin, eski dışişleri bakanlarının çabaları kuşkusuz etkili olmuştur. Amerikan medyası da Türkiye’nin ABD için stratejik önemini daima ön plana çıkarmaktan geri kalmamıştır.
Tezkereye gelince, Meclis müzakerelerinde muhalefetin iddiaları doğrusu şaşırtıcı olmuştur. Muhalefetin mutlaka bir bahane bularak eleştirme yapması demokratik sistemin bir özelliği ise de, yine de ölçüyü kaçırmamakta herhalde yarar vardır. Oysa, özellikle CHP, askeri müdahalenin kapsamının genişletilmesini ve yalnızca PKK’nın değil, Barzani’nin ve Kuzey Irak yönetiminin hedef alınmasını talep etmektedir.
Başka bir deyişle, amaç sadece PKK’ya darbe vurmak değil, Kuzey Irak’ın olası bağımsızlığını önlemek olmalıdır. Bunun da tabii tek çaresi Kuzey Irak’ı süresiz şimdiden işgal etmektir. Demek oluyor ki, CHP’ye kalırsa, ABD’nin yaptığı gibi bir çılgınlık yapacağız, onun gibi kaçınılmaz olarak Irak bataklığına saplanacağız, en azından ekonomimizi batıracağız ve Türkiye’de Kürt sorununun çözümlenmesine hiçbir imkán bırakmayacağız!
CHP’nin, Amerika’nın Türkiye’yi bölmek istediği nakaratı da devam ediyor. İyi de Türkiye’yi bölmek isteyen ABD yönetimi, niye Öcalan’ı bize teslim etti? Niye Amerikan hükümeti, Türkiye’nin bir enerji transit merkezi haline gelmesini istiyor, niye Bakû-Ceyhan boru hattını destekledi, niye Ermeni tasarısını engellemeye çalışıyor. Elbette kendi çıkarları için denecek. Doğru, fakat, demek oluyor ki, onun çıkarları ile bizim çıkarlarımız geniş ölçüde örtüşüyor. Ülkeler arasında işbirliğinin esası bu değil mi?
* * *
Gerek CHP gerek MHP sözcülerinin gözden kaçırdıkları bir nokta var. Tezkerenin metni tek başına AKP hükümeti tarafından hazırlanmamıştır. Metin Genelkurmay ile danışılarak kaleme alınmıştır. Başka türlüsü zaten mümkün değildi. TBMM tarafından kabul edilecek bir kararın geniş bir çerçeve çizmekle yetinmesinden daha normal bir şey olamazdı. Çünkü girişilecek operasyonların zamanlaması, kapsamı ve hedefleri ancak siyasi ve askeri ortamın seyrine göre hükümet tarafından saptanabilir.
Şimdiden Irak Dışişleri Bakanı, ülkeyi terk etmesi için PKK’ya çağrıda bulundu. Belki bir oyalama taktiği. Yine de askeri baskı ve diplomasinin birlikte yürütülmesinden sonuç alınıp alınamayacağını bir süre denemekle bir şey kaybedilmez.
Türkiye tezkere konusunda sağduyuyu seçmiştir. Umarız ABD Temsilciler Meclisi de aynı şekilde hareket eder ve Ermeni tasarısı gündemimizden düşer, ABD ile ilişkilerde tedricen karşılıklı güven ortamı yaratılabilir.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2007
ÖLÇÜSÜZ ihtiras sahiplerinin, frenlemedikleri takdirde, ne büyük facialara ve haksızlıklara neden olduklarının tarihte bol bol örneği vardır. Bunlar, bazen de, onyıllar, hatta asırlar boyunca, insanlar ve milletler arasında kin ve nefret hislerini canlı tutan efsaneler yaratırlar.
Bize çok zararı dokunan bir örnek, 1913 ile 1916 arasında Osmanlı İmparatorluğu nezdinde ABD Büyükelçisi olarak görev yapan Henry Morgenthau’dur. Türkiye’den ayrıldıktan sonra 1918’de yayımlanan "Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsü" başlıklı kitabı bugün hálá "Ermeni soykırımı"iddialarını ileri sürenlerin en önemli referans kaynaklarından biri.
ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi’nin bikaç gün önce kabul ettiği karar da ona gönderme yapıyor.
* * *
Morgenthau, Başkan Woodrow Wilson’a seçim kampanyasında yardım eden bir işadamıydı. Bu hizmeti karşılığında bir bakanlığa, tercihen Maliye Bakanlığı’na getirilmeyi bekliyordu. İstanbul’a büyükelçi olarak tayin edilince tepki göstererek Yahudilerin hep Türkiye’ye gönderildiğinden yakınmış (bu gelenek Cumhuriyet devrinde büyük ölçüde sürmüştür), Çin’e atanmayı talep etmişti.
Fakat Wilson kararını değiştirmemişti. Tarihçi Heath Lowry, "Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsünün Perde Arkası" başlıklı kitabında Birinci Dünya Savaşı patlak verince Morgenthau’nun başlıca amacının Almanya ve Türkiye aleyhinde bir hava yaratarak ABD’yi Batılı müttefikler safında savaşa sürüklemek olduğunu, "Ermeni katliamları" temasını bu maksatla fütursuzca kullandığını vurguluyor.
Lowry’ye göre Morgenthau’nun suçlamalarının inandırıcı olmamasının başlıca nedeni, kitabındaki iddiaların İstanbul’da iken tuttuğu günlük ile çok çelişkili olmasıdır. Ne var ki kitabın bölümleri, 1918’de, toplam tirajı neredeyse 3 milyon tutan gazetelerde yayımlandı.
Morgenthau’nun ABD politikasını kendi görüşlerine göre etkilemek hırsı, oğlu Henry Morgenthau Jr.’a da geçti. O, Başkan Roosevelt zamanında babasının başaramadığını gerçekleştirmiş ve Hazine Bakanı olmuştu. Ünlü "Başkanlık" tarihçisi Michael Beschloss, İkinci Dünya Savaşı sırasında Roosevelt ve halefi Truman’ın Almanya’ya karşı politikalarını irdeleyen "Fatihler" adlı kitabında, savaş yıllarında, Morgenthau Jr.’un, Almanya ve işgal ettiği ülkelerde Yahudi katliamına girişildiği haberleri geldikçe Washington’un tepki göstermesi için uğraştığını, fakat sonuç alamadığını yazıyor.
O tarihte antisemitizmin izleri ABD’de henüz silinmiş değildi. ABD, Doğu Avrupa’dan kaçan Yahudilere kendi topraklarında melce vermeye bile yanaşmıyordu. Yahudi katliamı (soykırım ve holocaust terimleri daha icat edilmemişti) üzerinde odaklanmanın Almanya’yı bir an önce yenmek hedefine zarar vermesi olasılığından kaygı duyuluyordu.
Roosevelt, Morgenthau Jr.’un Yahudiler lehindeki girişimlerinden, endüstrisi sökülerek Almanya’nın fakir bir ülke haline getirilmesi yolundaki proje ve önerilerinden bizar olmuştu. Roosevelt’ten sonra Truman da Morgenthau Jr.’un bitmez tükenmez ısrarlarına tepki gösterecekti. O kadar ki, bir gün "Yahudiler Yüce Allah’ın kendilerini imtiyazlı millet olarak seçtiklerini iddia ediyorlar. Eminim Allah’ın muhakemesi daha sağlamdır"diyebilmişti.
* * *
Yine Beschloss’a göre, Truman Postdam konferansına gitmek üzereyken çok ciddi bir açmazla karşılaşmış. Kendisi başkan yardımcısı iken Roosevelt ölünce başkanlığa geldiği için başkan yardımcısı makamı boştu. O zamanki anayasada bu durumda başkan öldüğü takdirde yerine Dışişleri Bakanı’nın, o da ölürse Maliye Bakanı’nın geçeceği hükmü vardı.
Dışişleri Bakanı, Truman’a Postdam konferansında refakat edeceğinden bir kazada ikisi de ölürlerse bir Yahudi başkanlığa gelebilecekti. Buna meydan vermemek için Morgenthau Jr. hemen istifaya zorlandı.
Tabii 1945’ten beri köprüler altından çok sular aktı. Bugün Yahudi lobisinin bütün ABD dış politikasını yönlendirdiği ileri sürülüyor. Bu kadar güç, özellikle Irak savaşının yarattığı infial ışığında, bir gün ters teper mi?
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2007
RAMAZAN Bayramı’nda Türk-ABD ilişkilerinde zaten mevcut gerginliği daha da ağırlaştırabilecek iki önemli gelişmenin içindeyiz. ABD Temsilciler Meclisi’nin Dışişleri Komitesi, 21’e karşı 27 oyla "Ermeni soykırımı"tasarısını kabul etti. Kuzey Irak’a askeri müdahaleye izin verilmesine ilişkin tezkere de TBMM’ye sunulmak üzere. Ermeni tasarısı açısından ABD çıkarlarına zarar verecek çeşitli önlemler gündemde. Ancak bunların uygulanmaya konması için herhalde tasarının Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’nda oylanmasını beklemek daha yerinde olur.
Meclis Başkanı Pelosi, konuyu bu yıl içinde mutlaka Genel Kurul’a getireceğini açıklamakta zaten gecikmedi.
* * *
ABD’ye uygulanabilecek önlemlerin planlamasında değerlendirme hatasına düşmemeliyiz. Her şeyden önce Başkan Bush ile Dışişleri ve Savunma bakanlarının tasarının kabul edilmemesi için ellerinden geleni yaptıkları göz önünde tutulmalıdır.
O kadar ki Savunma Bakanı Gates, Irak’taki ABD kuvvetlerinin ikmaline yönelik hava kargosunun % 70’inin ve akaryakıt ihtiyacının % 30’unun ya Türkiye’den geçtiğini veya ondan sağlandığını, mayınlara ve bombalara dayanıklı son model tankların da Türkiye üzerinden sevk edildiğini söyleyerek ABD’nin mukabil önlemler karşısındaki kırılganlığını ortaya koydu.
Denebilir ki Bush ve hükümeti bu kırılganlık nedeniyle kararı önlemek istiyorlardı. Doğru, fakat daha önce, örneğin 2000 yılında Başkan Clinton’ın değişik bir ortamda yine aynı şekilde hareket ettiğini hatırlayalım.
Kararı irdelerken, uygulamada ne ifade ettiği iyi anlaşılmalıdır. Karar nedeniyle Başkan, her yıl 24 Nisan’da yayınladığı mesajda, "soykırım"deyimini kullanmak mecburiyetinde olmayacaktır. Ayrıca unutmamak gerekir ki bugüne kadar 20 kadar ülkenin parlamentosu "soykırım" kararını kabul etmiştir.
Onların birçoğuna karşı almadığımız önlemleri, ilişkilerimizin çok daha yoğun ve önemli olduğu ABD’ye uygulamanın mantığı tartışılabilir. Kaldı ki geçen yıllarda ABD’de 35 Eyalet Meclisi "soykırım" kararını kabul etti. Temsilciler Meclisi de ilk defa "soykırım" demiş olmayacak. 1975’te kabul ettiği bir kararda, 24 Nisan’ı bütün soykırım kurbanlarını ve özellikle "soykırım"da ölen Ermenileri anma günü olarak ilan etmesini Başkan’dan talep ediyordu.
1981 yılında Başkan Reagan, Kamboçya’daki soykırımı kınarken Yahudi ve "Ermeni" soykırımlarına da atıfta bulunmuştu. 1984’te Temsilciler Meclisi, 1975 kararının bir benzerini kabul etmişti. Tepkimizi ayarlarken meselenin evveliyatını da hatırlamalıyız.
* * *
Tezkere meselesine gelince, terör saldırılarının yoğunlaşması nedeniyle Kuzey Irak’a müdahale opsiyonunun gittikçe daha fazla destek bulması doğaldır. Terör eylemlerini gerçekleştirenlerin ne oranda Kuzey Irak’tan geldikleri ve eylemlerinden sonra tekrar oraya kaçtıkları konusunda tam bir bilgimiz var denemezse de, PKK terörünün Kuzey Irak’ta melce ve kapsamlı destek bulduğuna şüphe yok.
Bunu ABD gibi, Irak hükümeti ve Kuzey Irak yöneticileri de reddetmiyorlar. ABD ve Irak hükümeti ile denediğimiz işbirliği bir türlü sonuç vermezken Barzani ve yardımcılarının olumsuz ve meydan okuyan tutumları da tepkiye davetiye çıkarıyor. Yine de Başbakan’ın CNN Türk’te medya mensuplarıyla söyleşisinde son derece dingin ve ölçülü bir söylem kullandığı görüldü.
Erdoğan müdahale konusunda acele etmek niyetinde değil. TBMM’den bir yıl süreli esnek bir müdahale izni öngörüyor. ABD Başkanı ile Washington’da yakında yapacağı görüşmeyi beklemek istiyor. Daha önce Kuzey Irak’ta yapılan 24 müdahaleden sürdürülebilir bir sonuç alınmadığının bilinci içinde. Çok haklı. Müdahale için müdahale edilmez. Sıcak takip gibi sınırlı operasyonlar ise her zaman yapılabilir ve zaten şu veya bu şekilde fiilen yapılıyor.
Gerek Ermeni tasarısına tepki, gerek Irak’a müdahale konusunda kamuoyunun baskısı yoğun. Fakat kamuoyunun, ters tepen politikaları, hata ve başarısızlıkları da affetmediği unutulmamalıdır.
Yazının Devamını Oku