11 Eylül 2007
8 Eylül tarihli yazımda yeni hükümetin dış politika gündeminde öncelikli yer tutan AB üyelik sürecini ele almıştım. Bugün ABD ile ilişkilere temas etmek istiyorum. İlk önce şunu belirtmek gerekir: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren dış politikasında ABD ile ilişkiler ve iki ülke arasındaki güvenlik işbirliği önemini daima korumuştur. Soğuk savaşın sona ermesini takiben Ortadoğu’daki gelişmeler ise karşılıklı çıkar algılamalarının bazen örtüşmesine, bazen de ciddi ölçüde çatışmasına yol açmıştır. 1 Mart 2003 tezkeresinin reddi, Irak’ın kuzeyinde ABD tarafından desteklenen özerk bir Kürt bölgesinin ortaya çıkması ve PKK’nın bu bölgede melce bulması, PKK’ya karşı harekete geçilmemesi, Türk-Amerikan ilişkilerini çok kırılgan bir hale getirmiştir.
* * *
Bu ilişkileri zedeleyen başka unsurlar da vardır. ABD’deki Yahudi lobisinin bir kısmının Ermeni iddialarını benimsemesi ve Temsilciler Meclisi’nde "soykırım" tasarısının kabul edilmesi olasılığının çok artması, potansiyel yeni bir gerginlik nedenidir.
Ayrıca Türk-İran enerji işbirliğinin İran’da Türk şirketlerince yatırım öngörmesine ABD karşı gelmektedir. Türk kamuoyundaki çok yüksek Amerikan aleyhtarlığının, ilişkilerin yönetimini daha da zorlaştırdığı inkár edilemez.
Zannediyorum ki her şeye rağmen ABD ile ilişkileri daha gerçekçi ve akılcı bir zemine oturtmak lazımdır. Şunu unutmamak gerekir ki, bugün Irak savaşını onaylayan ülke neredeyse yoktur. Aksine bu savaşın Ortadoğu’da müzmin bir istikrasızlık yarattığı, global terörü artırdığı, medeniyetler çatışmasını daha da körüklediği konusunda herkes mutabık.
Ne var ki ABD ile dengeli ilişkiler korumaya yine herkes önem veriyor. Fransa, Irak savaşına en fazla tepki gösteren ülkelerden biri. Buna rağmen Sarkozy, iki hafta önce ABD ile dostluğun son iki asırda olduğu kadar önem taşıdığını, AB çerçevesinde savunma işbirliği ne kadar güçlenirse güçlensin NATO’ya ihtiyaç duyulacağını ifade etti.
Ortadoğu ülkelerinin çoğu, ABD’nin İsrail’in politikasına her zaman biat etmesine rağmen Washington ile çok yakın bir işbirliği içindeler. Bizim ABD’ye ve NATO’ya daha az ihtiyacımız olduğunu kim iddia edebilir?
ABD Temsilciler Meclisi’nce Ermeni iddiaları yönünde alınacak kararın diğer birçok ülkelerde alınan kararlar gibi siyasi nitelikte olacağını ve hukuki sonuçlar doğurmayacağını göz önünde bulundurmak gerekir. Böyle bir kararın tazminata ve hatta toprak taleplerine yol açacağı yolundaki vehimlerin inandırıcılığı yoktur.
Başvurulacak bir hukuki merci mevcut değildir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kurulmasından önceki davalara bakmaz. Uluslararası Adalet Divanı’na veya tahkime başvuru, ancak Türkiye’nin soykırım sözleşmesinin geriye dönük olmadığını belirten hükmünden vazgeçmesiyle mümkün olabilir. Böyle tehlikeli bir yola girmeyi herhalde düşünmüyoruz. Tepkilerimizi kendimize daha çok zarar verecek bir düzeye çıkarmak doğru olmaz.
* * *
PKK meselesine gelince, ABD’nin Kuzey Irak’ta yuvalanmış teröristlere karşı harekete geçmesi artık beklenmemelidir. Türkiye’nin bu aşamada bir askeri müdahalesinin çok ciddi riskleri ise galiba iyice anlaşılmış bulunuyor.
ABD kuvvetleri çekildikten sonraki gelişmelere sadece askeri bakımdan değil, siyasi bakımdan da hazırlıklı olmayız. Her şeyden önce Irak’ın bütünlüğünü destekleme politikamızla tutarlı bir davranış içinde bulunmalıyız. Cumhurbaşkanı Talabani’yi dışlamamalı, Kuzey Irak yöneticilerine karşı bir ölçüde açılım siyaseti öngörmeliyiz.
İç politikaya yönelik söylemlerimiz veya duygularımız değil, çıkarlarımızın soğukkanlı bir değerlendirmesi siyasetimize yön vermelidir.
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2007
YENİ hükümetin dış politika gündemi çok yüklü olacak. Çetrefil bir seri sorun, seçimler nedeniyle uzun müddet rafa kaldırılmıştı. Şimdi bunları tekrar ele almak, yeni yaklaşımlar geliştirmek gerekiyor. Başbakan Erdoğan, hükümet programını TBMM’ye sunarken AB üyelik sürecinin önceliğini vurguladı. Seçimlerin cereyan şeklinin Türk demokrasisin gücünü göstermiş olması, mutlaka üyelik süreci açısından bir artı teşkil etmiştir. Fakat üyelik yolunda eski güçlükler devam ederken, bunlara yenileri eklendi.
Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy, seçim kampanyası süresince ve seçildikten sonra Türkiye’nin bir Avrupa devleti olmadığı temasına sarıldı. Ne var ki, iktidar her zaman liderleri politikalarını gözden geçirmeye zorlar. Sarkozy için de öyle oldu.
* * *
Sarkozy, 27 Ağustos’taki dış politika konuşmasında AB’nin müstakbel gelişmesi ile Türkiye’nin üyeliği arasında bir çeşit bağlantı kurdu. Uzun vadede hangi misyonları üstlenmiş nasıl bir Avrupa sorusuna cevap verebilmek için bir akil adamlar komitesi kurulmasını ve komitenin raporunu 2009 yılında sunmasını öneriyor.
Şayet AB üyeleri öneriyi kabul ederlerse Fransa, Türkiye ile müzakerelerde, yeni başlıkların açılmasına engel olmayacak, ancak bu başlıkların tam üyelik veya sıkı bir ortaklık alternatiflerinden her ikisiyle de bağdaşacak nitelikte olmasında ısrar edecek.
Sarkozy daha önce akil adamların Avrupa’nın sınırlarını saptamasını istemekteydi. Şimdi ise nasıl bir Avrupa sorusuna cevap vermelerini bekliyor. Diğer taraftan ortaklık alternatifini tercih ettiğini belirtiyorsa da tam üyeliğe şimdiden kapıyı kapatmıyor. Bu yaklaşım bir ölçüde esneklik yansıtmaktadır. Sarkozy, Türkiye ile Fransa’nın tarih boyunca geliştirdikleri imtiyazlı ilişkilerin kuvvetlendirilmesini de temenni ediyor.
Zannediyorum ki, şimdiki aşamada, Türkiye için de en akılcı politika ikili ilişkilere ağırlık vermektir. İlişkiler ne kadar güçlenirse Fransa’nın politikasını o oranda etkilemek fırsatı doğar.
Tabii üyelik sürecinde tek sorun Fransa değil. Almanya da ikircikli davranışını sürdürüyor. Sorun sadece Angela Merkel ve partisinden kaynaklanmıyor. Koalisyon ortağı Sosyal Demokratlar ve hatta Liberaller içinde de Türkiye’nin üyeliğine muhalefet var. Buna karşılık İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Miliband, 5 Eylül’de Ankara ve İstanbul’daki temas ve konuşmalarında yeni İngiliz hükümetinin, Blair hükümeti zamanında olduğu gibi Türkiye’nin üyeliğine kuvvetli destek vermeyi sürdüreceğini teyit etti.
İtalyan ve İsveç hükümetleri de aynı çizgide olduklarını bir kere daha vurguladılar. Ortaya çıkan tablo, karmaşık olmakla birlikte, Türkiye’nin AB politikasında sebat etmesi ve daha yaratıcı olması gerektiğini kanıtlıyor.
* * *
AB ile müzakere sürecinde ciddi tıkanıklıklar bulunduğu da unutulmamalıdır. Deniz ve hava limanlarının Güney Kıbrıs’a açılmasını öngören Gümrük Birliği Protokolü’nün uygulanması sorunu askıdadır. Bu protokolün uygulanması karşılığında KKTC’ye izolasyonun kaldırılması yolundaki önerilerimizin hiçbirinin kabul şansı yoktur.
Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüm olasılığı da ufukta gözükmüyor. Dolayısıyla konu ile ilişkilendirilen 8 başlık bloke durumda. Ceza Yasası’nın 301. maddesinin değiştirilmesi, Vakıflar Yasası’nda azınlıklarla ilgili hükümler, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gibi problemler de gündeme yeniden gelecektir. Bütün bunların çözümünü daha ne kadar erteleyebiliriz?
Türkiye’nin dış politika gündemi, kuşkusuz AB ile sınırlı sayılamaz. Gittikçe daha kırılgan hale gelen ABD ile ilişkilerimiz, Irak’taki muhtemel gelişmeler, PKK terörü, İran ile enerji işbirliğinin yansımaları yeni hükümeti çok meşgul edecek. Bunlara daha sonraki yazılarımda değinmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2007
ABDULLAH Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesi konusundaki tepkilerimi daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Siyasi geçmişinin kendisine karşı dermeyan edilemeyeceğini, son beş yılda modern ve laik bir demokrasiyle bağdaşmayan hiçbir tutum içinde görülmediğini, AB üyelik sürecini hükümet içinde en fazla onun desteklediğini, zamanında karar alma konusundaki zaafı ve güçlükleri sürekli erteleme eğilimine rağmen genellikle başarılı bir Dışişleri Bakanlığı yaptığını ve uluslararası çevrelerde takdir ve saygı gördüğünü düşünüyorum.
Cumhurbaşkanlığı’na seçimi demokratik sayılamayacak yöntemlerle önlenmeye çalışılmış, fakat 22 Temmuz’dan sonra değişen dengeler Çankaya yolunu kendisine açmıştır. En koyu muhalifleri bile bugün artık seçiminin meşruiyetinin tartışılamayacağını kabul ediyorlar.
Ne var ki, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın anlaşılan bir ara meylettiği gibi, ismi üzerinde geniş bir oydaşma sağlayabilecek ve eşi türbansız birinin seçilmesi bugün karşılaşılan güçlükleri önleyebilecekti.
* * *
Abdullah Gül’ü en zor durumda bırakacak reaksiyonun TSK’dan geleceğinden kuşku yoktu. 18 Temmuz tarihli makalemde şunu yazmıştım: "Başkomutanlığı da temsil eden bir cumhurbaşkanının askeri merasimlerde soğuk karşılanması, eşinin askeri davetlere çağrılmaması, askeri toplantılarda imalı konuşmalar dinlemek mecburiyetinde kalması onu rencide eder."
Öyle de oldu. Gül’ün ağustosun son günlerinde askerlerle her bir araya gelişinde ne güç anlar geçirdiğini ve nasıl metanet göstermek zorunda kaldığını hepimiz gördük. 30 Ağustos resepsiyondaki nisbi yumuşamanın devam edip etmeyeceği belli değil. Çankaya’da resepsiyonlar eşsiz tertiplenirse askerlerin boykotu önlenebilecek. Fakat bu geçiştirici tedbirler daha ne kadar devam edebilir?
Cumhurbaşkanı’nın eşinin resmi tören ve toplantılara hiç katılmaması düşünülebilir mi? Türkiye’nin türban sorununa takılıp kalması, bu yüzden devlet geleneklerinin bozulması ve devletin işleyişinin aksaması mutlaka bir şekilde önlenmelidir.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin dünyadaki yankılarını doğru yorumlamaktır. Özellikle bu seçimle laikliğin zayıfladığı yolunda bazı Amerikan gazetelerinde çıkan yazıları ciddiye almamak gerekir. ABD’de, bazı çevrelerde, AKP’nin İsrail’e karşı bir tutum içinde olduğu ve antisemitizm eğilimine kapıldığı temasının işlendiğini ve bu yüzden AKP aleyhtarı bir tutum sergilendiğini biliyoruz.
Diğer taraftan TSK’nın siyasi ağırlığına karşı olan bazı çevrelerde Gül’ün seçilmesi, sivillerin askerler üzerinde bir zaferi gibi değerlendirilmektedir. Bunlar marjinal görüşlerdir. Genellikle Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine hükümetlerden, Avrupa Birliği’nden ve uluslararası medyadan gelen tepkiler olumludur. Laikliğin tehlike altında olduğuna inanılmamaktadır.
* * *
"Economist" Dergisi son sayısında Türkiye’yi bu aşamada bekleyen en büyük sınavın yeni Anayasa olacağını vurguluyor. Doğru bir görüş. Yeni bir Anayasa’ya mutlak surette ihtiyaç duyulduğu yadsınamaz.
Ancak bu konuda acele etmek ve seçimlerden sonraki çalkantılı ortam yatışmadan bir ilk taslağın bazı maddeleri üzerinde erken tartışmaları tetiklemek galiba hata olmuştur.
Başbakan’ın hükümet programını sunarken "Yeni Anayasa olabilecek en büyük toplumsal uzlaşmayla hazırlanmalıdır" demesi çok isabetlidir. Anayasa aceleye getirilemez.
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2007
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer görev süresini uzatmalarla tamamladı ve yeni Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Çankaya’ya çıktı. Halef ve selef arasında büyük farklar var. Ben bugün Sezer üzerinde durmak istiyorum.
Hakkında yapılan değerlendirmelerin bir kısmına elbette katılırım. Evet alçakgönüllü ve dürüsttü. Devletin parasını israf etmiyordu. Verilen hediyeleri beraberinde götürmedi. Bunlar tabii takdir edilecek vasıflar ve davranışlar.
Fakat aynı hasletlere sahip ilk cumhurbaşkanı herhalde Sezer sayılamaz. Daha önce, özellikle asker kökenli cumhurbaşkanları da hediyeler ve israf konusunda aynı duyarlılığı göstermişlerdi. Kabul etmek gerekir ki, Sezer’in erdemleri iyi bir cumhurbaşkanı olması için lüzumlu, ancak yeterli değildi.
Mizacının bazı yönlerini yadırgamamak zordu. İnsan ilişkilerinde de rahat görünmüyordu. El sıkarken gözlerini hep kaçırdığı, başını çevirdiği her zaman dikkati çekmiştir. Gülümsediği anlar bile çok nadirdi. Oysa Fransız yazarı Jean d’Ormesson’un dediği gibi "Tebessüm ruhun nezaketidir".
* * *
Sezer Anayasa Mahkemesi başkanı iken ve hatta cumhurbaşkanlığının ilk devirlerinde insan haklarına, ifade özgürlüğüne ve tarafsızlığa önem verdiği izlenimini doğurmuştu.
Ancak AKP iktidara geldikten sonra bu tarafsızlığı çok radikal şekilde terk etti ve CHP’nin çizgisine takıldı, koyu bir jakoben oldu, bireyi unuttu. Tek misyonunun laikliğin korunması olduğu inancına kapıldı. Kutuplaşmayı önlemeye hiç çaba sarf etmedi.
Kritik zamanlarda partiler arasında ve Hükümet ile kurumlar arasında uzlaşma sağlamaya çalışmadı. Bürokratik atamaları bazen haklı, bazen de haksız bir şekilde engelledi. Kendi münhasır yetkisi içindeki atamalarda her zaman objektif davranmadı. Kanunları veto hakkını, gerekli veya gereksiz, bol bol kullandı.
* * *
Cumhurbaşkanlığına seçildiği zaman Sezer’in dış politika deneyiminden yoksun olduğu ileri sürülmüştü. Eski yazılarıma baktım. 16 Mayıs 2000 tarihinde bu konuda şöyle bir yorum yapmışım:
"Yeni Cumhurbaşkanı’nın dış politikada deneyim noksanlığından çok bahsedildi. Bunu abartmamak gerekir. Dış politika her şeyden önce bir sağduyu meselesidir..."
Yanıldığımı kabul etmek mecburiyetindeyim. Dünyadaki dengeler, global ve bölgesel sorunlar, uluslararası işbirliği süreçleri, küreselleşmenin yansımaları, ekonomik entegrasyon hareketleri hakkında Sezer’in doğru algılamalarda bulunamaması Türk dış politikasını olumsuz yönde etkilemiştir.
2003’te 1 Mart tezkeresinin reddinde Sezer’in oynadığı rolü övenler ve bu sayede Türkiye’nin Irak’ta işgalci kuvvetler arasına katılmadığını ileri sürenleri anlamakta güçlük çekiyorum. Sınır ötesinde dar bir şeritte konuşlandırılacak olan kuvvetlerimizin operasyonlara katılmaları söz konusu değildi.
Buna karşılık Irak’ın bütünlüğünün korunmasına katkıda bulunulabilir ve Kürt bölgesinin Türkiye’nin güvenlik menfaatlerine zarar vermesi önlenebilirdi.
* * *
Sezer, Kıbrıs meselesinde de, Güney Kıbrıs AB’ye resmen katılmadan önce bir çözüm bulunmasına muhalefet etti.
Türkiye’nin AB üyeliğini kolaylaştıracak ve ileride Kıbrıs’ta AB içinde iki devlet perspektifine yol açabilecek bir çözümü engelleyenler safında yer aldı.
Lübnan’da Hariri’nin katlinde bütün şüpheler Suriye üzerinde odaklandığı bir dönemde Şam’ı ziyaret etmekte ısrar etti.
Irak’ın bütün dünyaca meşru sayılan Cumhurbaşkanı Talabani’nin Türkiye’ye davetine karşı gelerek Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması yolundaki politikamızla çelişkiye düştü.
Umarım Sezer anılarını yazar ve güttüğü politikaları daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Kendisine yeni hayatında mutluluk dilerim.
Abdullah Gül’ün 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi hakkındaki düşüncelerimi daha sonraki bir yazımda belirteceğim.
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2007
BİR hafta kadar Bodrum’dan hareketle bazı Yunan adaları arasında gezinmek fırsatını buldum. İnsan bu gibi seyahatlerde ister istemez birtakım kıyaslamalar yapıyor. Ziyaret ettiğimiz adalar nispeten küçük adalardı. Örneğin, Patmos’un yerli nüfusu 3 bin civarında. Bunların hemen hiçbirinde Bodrum’daki lüks oteller ve restoranlar mevcut değil. Marinaları küçücük ve teknelere tam servis verilmiyor. Anlaşılan bunun bir nedeni, adalarda yazlık evleri olan Yunanlıların çok sayıda yatın gelmesine itirazları. Biraz da hakları var. Adalarını cazip yapan özellikleri korumak istiyorlar.
Restoranlar son derece mütevazı, fakat Türkiye’den çok daha ucuz fiyatlarla aynı kalitede yemek yiyebiliyorsunuz. Her yerde halkın rahat rahat ve ücretsiz denize girebileceği plajlar var. Deniz tertemiz, koylar birbirinden güzel. Dönüşte Yalıkavak Marinası’na gelmeden bir koyda demirledik ve neye uğradığımızı şaşırdık; çünkü sinek saldırısına maruz kaldık. Deniz de iç açıcı olmaktan bir hayli uzaktı.
Türkiye’ye yıllardan beri gelen yabancılar da koylardaki kirlenmenin boyutlarına dikkat çekiyorlar. Türkiye’nin gündemindeki öncelikli konunun çevre kirlenmesi olması zamanı çoktan geldi. Geriye dönülemez noktasına süratle yaklaşıyoruz.
* * *
Seyahat süresince Türkiye’de olan biteni izleyemedim. Bilgisayarım yanımdaydı, fakat hemen hemen hiç kullanmadım. Ancak okuyabildiğim yabancı gazetelerin hemen hepsi Türkiye’deki gelişmelere ve özellikle cumhurbaşkanlığı konusuna geniş yer ayırmışlardı, hatta Le Figaro Gazetesi, Hayrünnisa Gül için tasarlanan yeni tesettür kıyafetinin çizimini bile basmıştı.
Avrupalılar genellikle Abdullah Gül’e sempatiyle bakıyorlar. AKP’den birinin cumhurbaşkanı olmasına karşı Türkiye’deki alerji ve tepkiyi pek anlamıyorlar. Tabii ılımlı İslam kavramına da yer veriliyor. Bu kavrama karşı bizdeki tepki de galiba oldukça abartılı.
Bunu bölgedeki gelişmeler ışığında artık rafa kaldırılmış "Genişletilmiş Ortadoğu" projesi çerçevesinde algılıyoruz. Türkiye’ye bir politik model dayatmaya yönelik komplonun parçası olarak görüyoruz. AKP hakkında Türkiye’deki muhalefetin algılaması ile ABD ve AB’nin algılaması arasındaki farkı görmek lazım.
Türkiye’deki AKP muhalifleri, partinin kapsamlı bir İslamcı projeye sahip olduğunu sürekli vurguluyorlar. Avrupa ve ABD’de ise genel kanaat, AKP’nin İslami kökenden gelmekle beraber bir evrim geçirdiği ve laikliği tehdit etmeyen bir çizgiye vardığı yönünde.
Ilımlı İslam’dan kasıt başka bir şey değil. Bunun yanında Türkiye gibi nüfusu Müslüman olan ülkelerde İslamcı partiler iktidara gelecekse onların da AKP çizgisinde olması temennisi var. Bizim de temennimiz herhalde farklı olamaz.
* * *
Türkiye’ye döner dönmez hemen gazetelere sarıldık. Beş altı günde neler olmamış ki! Bekir Coşkun’un yazısı ve ona Başbakan’ın ölçüsüz tepkisi üzerindeki bitmez tükenmez tartışmalar, ABD’deki bir Yahudi kuruluşunun Ermeni "soykırımı" hakkındaki iddialarının yarattığı infial, gazeteler arasında alevlenen çekişme, Abdullah Gül’e karşı dozu gittikçe artan hücumlar ve isnatlar, Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın meşum açıklamaları.
Türbülansa yakalanmış bir uçağa benziyoruz. Kavgalar ve kutuplaşmalar içinde ülkenin gerçek gündemi unutulup gidiyor. Bu gündem ise cumhurbaşkanı seçiminden hemen sonra bizi çok zorlayacak.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2007
ADAM bir gökdelenin 70. katından düşmüş. 45. katın hizasına geldiği zaman pencereden bakan biri "Nasıl gidiyor?" diye sormuş. O da yanıtlamış: "Şimdilik fena değil." Cumhurbaşkanı seçimi süreci de şimdilik kazasız cereyan ediyor, hatta iyimserlik uyandıracak açıklamalar yapılıyor. Yine de sorunlu bir devreden geçmemiz ihtimali hiç yok diyemeyiz. * * *
Bu aşamada en olumsuz tepki ise CHP’den geldi. Abdullah Gül cumhurbaşkanı olursa onunla temaslarını asgariye indirecek, bir nevi boykot uygulayacakmış. Başka yönlerden gelebilecek davranışlara örnek teşkil etmediği sürece CHP’nin tutumunun fazla bir önemi yok.
Ne var ki CHP Genel Başkanı, cumhurbaşkanı adayı ile görüşmeyi bile kabul etmeyerek gerginlik siyasetine odaklanmaya devam edeceğinin işaretini verdi. Diyaloğu dışlayan bir politika anlayışı olabilir mi?
* * *
CHP, AKP içinde, eşi türbanlı başka adaylara karşı olmadığını açıklıyor, hatta bizzat kendisi AKP’li bazı isimler telkin ediyor, fakat Abdullah Gül’ü kabullenemiyor. Burada büyük bir çelişki mevcut. Gül hakkında yalnızca Türk kamuoyunun çoğunluğu değil, fakat uluslararası politik çevreler de genellikle olumlu bir intibaya sahip.
Gül’ün daha önceki yıllarda söylediklerini bugün kendisine karşı kullanmak da doğru olmaz. Fikir değiştirebilmek bir erdemdir. Değiştirmeyenlerin ne halde olduklarını görüyoruz.
* * *
Gül lehindeki bütün savlara rağmen, AKP’nin, bugünkü koşullar ve duyarlılıklar ışığında, cumhurbaşkanlığı için oydaşma ortaya çıkarabilecek bir ismi ileri sürmesi isabetli olurdu. Türkiye’de bugünkü siyasi kültür ortamında sembollerin büyük rolü inkár edilemez. Türban tartışması neredeyse Bizans devrinde iki yüzyıl süren "ikon caizdir-ikon yasaklanmalıdır" kavgasını hatırlatıyor. Bu kilitlenmeyi aşmamız uzun zaman alacak.
Fakat şimdi artık geriye dönülemez bir noktaya varmış bulunuyoruz. Gül adaydır ve demokratik sistem işleyecekse kesinlikle seçilecektir. Ama, seçildikten sonra kendisini üzecek tepkilerle ve davranışlarla karşılaşılabilir.
* * *
Başkomutanlığı da temsil eden bir cumhurbaşkanının askeri merasimlerde soğuk karşılanması, eşinin askeri davetlere çağrılmaması, askeri topantılarda imalı konuşmalar dinlemek mecburiyetinde kalması onu kuşkusuz rencide eder.
Cumhurbaşkanı ile Silahlı Kuvvetler arasında sürekli soğuk bir hava esmesi uzun vadede politik sonuçlar doğurur, kritik zamanlarda devlet mekanizmasının işlemesini aksatır. Genelkurmay Başkanı’nın evvelki gün gazetecilerin sorularına verdiği cevapları gerginliği artırmak istemediği ve temkinli bir tutum içinde olmayı tercih edeceği şeklinde yorumlamak mümkündür.
Gerçekten böyle ise sağduyu galebe çalıyor demektir. Cumhurbaşkanı sorunsuz seçilir, meşruiyeti ve otoritesi tartışılmaz ve kendisine geleneksel saygı gösterilirse, demokrasimiz en büyük sınavlardan birini başarıyla geçmiş olacaktır.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2007
SOYUT olarak Arap-İsrail ihtilafına çözüm bulma yolunda diplomatik çabalar sürüyor. Eski İngiltere Başbakanı Tony Blair de bir süper Özel Temsilci konumunda. Ne var ki, çözüm perspektifleri hiç bu kadar karanlık olmamıştı. Hamas-El Fetih çatışmasından sonra Filistin fiilen ikiye bölünmüş durumda.
Eski İsrail Başbakanı Ariel Sharon’un Gazze’yi tek taraflı terk etmesinin amacı Filistinlilerin birbirleri ile boğuşmaları ve barış umutlarının tamamen çökmesi idiyse, bu amaca bugün varılmıştır.
* * *
Fakat Gazze’de politik açmazın yanı sıra bir büyük insanlık faciası yaşanıyor. İsrail Gazze’den çekildi, fakat onu tam bir kuşatmaya tabi tutuyor. Sınırlarının tümü fiilen İsrail’in kontrolü altında.
Örneğin Mısır’a tedaviye gidenler bile evlerine dönemiyorlar. Hamas yönetimine tepki yüzünden İsrail’in Gazzelilerden tahsil ettiği dolaylı vergiler onlara iade edilmiyor. Gazze’deki sanayi tesisleri ara madde ithal edemediklerinden çok yakında kapanmak tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyorlar. Bunun sonucunda 120 bin kişi işsiz kalabilecek.
Gazze’nin tarımı da büyük sıkıntı içinde. Üretim için ihtiyaç duyulan maddeler ithal edilemediği gibi ihracat kapısı kapanmış bulunuyor. Uluslararası kuruluşların Gazze için hazırladıkları kapsamlı projelerden hiçbiri uygulanamıyor.
Bu kuruluşların hepsinin Gazze’nin izolasyonuna son verilmesi konusundaki çağrılarına İsrail uymak niyetinde değil. Gazze’de başka tehlikeler de mevcut. El Kaide orada şimdi kendisine çok müsait bir ortam buldu.
* * *
Gazze halkı Hamas’a oy verdiği için cezalandırılıyor. Buna karşılık bütün yardımlar Mahmut Abbas yönetimi altındaki Batı yakasına gidiyor.
İyi de, halkın Hamas’a oy vermesinin asıl nedeni o yönetimin zaafı ve ayyuka çıkmış yolsuzluklarıydı. Unutmamak gerekir ki Hamas Batı yakasında da güçlü. Orada da bir hesaplaşma olasılığı yok değil.
Hamas’ın İsrail ile barışa taraftar olmadığı bir gerçek ise de bu nedenle bütün bir halkı cezalandırmaktan daha büyük bir adaletsizlik olamaz. Hem Gazze ve hem de Batı yakası hukuken işgal devleti olan İsrail’in sorumluluğu altında ve İsrail açıkça bu sorumluluğunu yerine getirmeyi reddediyor.
* * *
İsrail-Filistin ihtilafını çözümlemek için bu aşamada sarf edilen çabaların sonuç vermesi imkánsız olduğuna göre özellikle bölge devletlerinin öncelikle Gazze’deki 1,400,000 Filistinlinin uğradığı haksızlığa bir çare bulmaları gerekir.
Tecrit politikasının halkı Hamas’tan soğutması beklenemez. Aksine Hamas Batı yakasında da daha fazla kuvvetlenebilir. Hamas benzeri siyasi partiler başka Arap ülkelerinde ve ilk başta Ürdün’de daha fazla destek cezbedebilirler.
Unutulmamalıdır ki bugün Hamas’a karşı yaptırımlara ses çıkarmayan devletler onun kuvvetlenmesine geçmişte bir hayli katkıda bulunmuşlardı. Bu devletler şimdi hiç değilse Gazzelilerin serbetçe kullanabilecekleri bir sınır kapısının süratle açılmasında ısrar etmelidirler.
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2007
22 Temmuz seçimleri, Türkiye’nin demokrasi tarihinde son derece olumlu bir aşama sayılmalıdır. Seçim, Avrupa Konseyi’nin de takdir ettiği bir şekilde cereyan etti. Tek bir partinin yüzde elliye oldukça yakın bir çoğunluk sağlaması, önümüzdeki 4-5 yıl içinde siyasi istikrarın devam edeceğinin işaretini verdi.
Hırçın, yıkıcı ve kibirli bir muhalefeti marifet sayan CHP, halktan hak ettiği tepkiyi gördü. Başbakan seçim gecesi gerçekten yapıcı ve kucaklayıcı bir konuşma yaptı. Meclis’teki yemin töreni DTP’li milletvekillerinin bu defa daha sorumlu ve uzlaşıcı davranacakları umudunu doğururken MHP Başkanı ile el sıkışma çok olumlu bir imaj yarattı.
Meclis Başkanlığı’na hemen herkesin tasvip ettiği Köksal Toptan 450 oyla seçildi. Bütün bu güzel gelişmelerin yanı sıra yeni AKP milletvekillerinin bir kısmının partiyi merkeze oturtacak bir eğilim içinde olduğu kaydedilmelidir. Kısacası, bir yol kazası olmadığı takdirde ileriye güvenle bakmak için yeterli bir hayli neden mevcut.
* * *
Ne yazık ki yol kazası tehlikesi yoktur diyemiyoruz. Cumhurbaşkanı seçimi konusunun önümüzdeki günlerde nasıl çözümlenebileceğini hálá göremiyoruz. Demokrasi açısından kuşkusuz Abdullah Gül’ün seçilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Partisi seçimden büyük zaferle çıktı.
MHP seçim turlarına başından itibaren katılacağını bildirdiğine göre Anayasa Mahkemesi’nin toplantı yeter sayısı hakkındaki kararı artık bir engel oluşturmuyor. Gül, partisinin desteğine güveniyor. İyi bir cumhurbaşkanı olacağı konusunda peşin hükümlüler dışında kimsenin tereddüdü yok.
Gül’ün, adaylığından bir başka AKP’li lehine feragat etmesi de mantıkla bağdaşmıyor. Ne var ki, Türkiye’nin tarihi gelişmesi içinde bugün bulunduğumuz noktada politik denklemin, demokratik denklemden ibaret olduğunu söylemek mümkün değil. Bunun bize has bir durum olduğu da iddia edilemez.
Birçok başka demokrasilerde de "establishment" denen bir kavram var. Gerektiğinde politik baskı yapabilen saygın bir nüfuzlular topluluğu anlamında. Örneğin, İngiltere’de Başbakan Margaret Thatcher’ı 1990’da deviren seçimler değil, partisi içindeki ve dışındaki "establishment"idi.
Türkiye’nin farkı, bu tanımın içinde ağırlıklı olarak Silahlı Kuvvetler’in bulunmasıdır. Bunun da ötesinde laiklik anlayışı üzerindeki tartışma Türkiye’de bitmiş değil. Önyargılar, sabit fikirler ve semboller çatışması sürüyor. Bu durumda cumhurbaşkanının bütün kesimlerce tarafsız olarak algılanan bir kimse olmasında sayılamayacak kadar yarar vardır.
* * *
Gül’ün adaylıktan vazgeçmesinin AKP içinde yaratacağı sıkıntı elbette küçümsenemez. Fakat anlaşılan AKP’nin niyeti, parlamenter sistemle daha uyumlu yeni bir Anayasa çerçevesinde cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlamaktır.
Yetkileri kırpılmış bir cumhurbaşkanının iktidar partisinin mensubu olmaması, o parti için siyasi bir yenilgi sayılmaz.
Gül de icrai ve aktif bir görevde ülkesine daha fazla hizmet edebilir.
Yazının Devamını Oku