9 Ekim 2007
ÖNÜMÜZDEKİ onyıllarda küresel boyutta enerji darboğazlarıyla karşılaşacağımız kesin. Yapılan bazı araştırmalara göre dünya petrol üretimi 2030’da günde 110 milyon varile kadar çıkacak ve ondan sonra tedricen azalacak. Alternatif kaynaklar arasında en fazla umut veren rüzgár enerjisi. Fakat bugünkü teknolojiyle çok pahalıya mal oluyor. Örneğin, İstanbul’un enerji ihtiyacını tümden karşılamak için belki 40-50 bin rüzgár kulesi gerekebilir. Bunun maliyeti de 40-50 milyar doları bulur.
Türkiye enerji açısından kırılgan bir ülke. Petrol ve gazı yok. Elindeki başlıca koz, coğrafi konumu. Dünyanın ispatlanmış gaz rezervlerinin % 71.8’inin ve ispatlanmış petrol rezervlerinin % 77.7’sinin bulunduğu bir bölgede yer alıyor. Kaynak ülkeler ile tüketim pazarları arasında bir köprü işlevi görme potansiyeline sahip.
Kuzey-güney ekseninde önemli miktarda petrol, yılda 200 milyon ton civarında, Boğazlar’dan ve Bakü-Ceyhan boru hattından naklediliyor. Samsun-Ceyhan boru hattı projesi hayata geçirilebilirse bu miktar daha da artacak. Ayrıca Irak’ta durum normalleşebilirse, Kerkük-Yumurtalık hattı da tekrar işlerlik kazanacak.
* * *
Gaz bakımından kırılganlık daha fazla. İhtiyacımızın en büyük kısmını Karadeniz’deki Mavi Akım ve Bulgaristan üzerinden gelen boru hattı vasıtasıyla Rusya’dan sağlıyoruz. Rusya, enerji kaynakları zenginliğini politik amaçlarla kullanmak eğiliminde olduğundan gaz ikmalinde aksaklıklar beklenmedik anda ortaya çıkabilir. Yapımı tamamlanan Bakü-Erzurum boru hattından Azeri gazı da gelmeye başlıyor.
Türkiye’ye ayrıca İran’dan da gaz geliyor. Fakat şimdiki aşamada aldığımız gazın tamamı kendi ihtiyaçlarımıza tahsis ediliyor. İran ile başka ülkelere de gaz sevkini kapsayacak bir işbirliği ABD ile siyasi güçlükler yaratır. Nitekim 12 Temmuz’da İran ile aramızda imzalanan Anlayış Mutabakatı, Türk şirketleri tarafından, bir hizmet kontratı altında, İran’ın Pakistan ile sınırına yakın Güney Pars gaz sahasındaki 3 fazın geliştirilmesini öngördüğünden, ABD tarafından tepkiyle karşılandı.
Bunun nedeni, ABD mevzuatının enerji alanında İran’da 20 milyon dolar üzerinde yatırım yapan şirketlere yaptırım uygulanmasına imkán vermesidir. Türk şirketlerinin tasarladığı yatırımlar ise 3-4 milyar dolar seviyesinde olacak. Bu önemli yatırımın anlaşılan bir amacı Hazar bölgesi gazını, Türkiye-Bulgaristan-Romanya ve Macaristan üzerinden Avusturya’ya kadar nakledecek olan Nabucco hattı projesine kaynak bulmak.
İyi de, Nabucco projesi için yılda 30 milyar metreküplük bir taşıma kapasitesine ihtiyaç var. Türkiye’deki şebeke ise şu anda ancak 10 milyar metreküp taşıyabiliyor. Pars bölgesine yapılacak yatırım için dış finansman bulmak ABD’nin tutumu yüzünden ayrıca bir sorun.
Fransa ile de Nabucco projesi kapsamında bir güçlükten bahsediliyor. Gaz de France’ın Nabucco hattından gelecek gazı satın almak istediği, fakat Türkiye’nin buna muhalefet ettiği ileri sürüldü. Ne var ki, gazı hangi şirketin satın alacağına Nabucco hattının geçtiği ülkelerin kurduğu konsorsiyum karar verecek. Dolayısıyla mesele, Türk-Fransız ikili ilişkileri kapsamında değil.
* * *
Genel tabloya baktığımızda Türkiye’nin oldukça iddialı projeler peşinde koştuğunu görüyoruz. Bunların gerçekleşmesi bir hayli vakit alır. Projelerin ekonomik ve mali fizibiliteleri yanında siyasi yönleri ve olası yansımaları da iyice değerlendirilmelidir.
ABD ve Fransa ile "Ermeni soykırımı"na ilişkin parlamento tasarrufları yüzünden ne zaman gerginlik belirse, bu ülkelere karşı doğal olarak enerjiyi de içeren ekonomik yaptırımlar akla geliyor.
Ekonomik yaptırım iki tarafı keskin bir kılıçtır. Kime daha fazla zarar vereceği çok dikkatle hesaplanmalıdır.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2007
1 Mart tezkeresinin TBMM’ce reddedilmesinin nedenleri ve bugüne kadar devam eden yansımaları üzerindeki tartışmaların sonu bir türlü gelmiyor. Gelmesine de galiba imkán yok, çünkü çok kere herkesin kendi politik yaklaşımına göre tarihi bir versiyonu var. 2003’te sorumluluk mevkiinde bulunanların açıklamaları bile belleklerde yerleşmiş efsaneleri çürütemiyor. "Tezkere kabul edilseydi 65 bin Amerikan askeri Türkiye’de kalacaktı ve bunlar gitmeyecekti" iddiası tipik bir örnek.
1 Mart 2003’te Meclis kürsüsünde CHP’nin sözcüsü ABD gemilerine "düşman gemileri" diyecek kadar kendini hiddete kaptırmamış mıydı? Bu açıdan eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün Fikret Bila ile söyleşisi o devrin tarihinin aydınlatılmasında büyük bir katkı sayılmalıdır.
* * *
Özkök bir kere Amerikan askerlerinin Türkiye’de kalmasının söz konusu olmadığını "Türkiye’de ne yapsın kalıp da" diyerek açıklığa kavuşturuyor. ABD ile yapılan anlaşma gereğince Kuzey Irak’ta konuşlandırılacak olan Türk kuvvetlerinin savaşa katılmalarının öngörülmediğini, fakat bu kuvvetlerin Irak’taki oluşumları bir ölçüde kontrol etmek imkánını bize vermiş olacağını izah ediyor.
1 Mart tezkeresinin reddini AKP meclis grubunda bağlayıcı oy kararı alınmamasına bağlıyor. Her ne ise, o tarihteki AKP hükümetinin tutarlı bir politika çizgisinde kalamadığı, Bakanlar Kurulu’nda bile oy disiplinini sağlayamadığı, parti üyelerini ikna etmek için ciddi bir çaba sarf etmediği bir gerçektir.
Özkök söyleşisinde AKP’nin çelişkilerine de işaret ediyor. Amerikan askerlerinin gemilerde aylarca bekletildiğini hatırlatıyor. Çok doğru. TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenileştirilmesi maksadıyla ABD teknik ve askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini kabul etmişti.
TBMM’nin bu kararını Irak’a karşı Kuzey’den bir operasyona izin verileceğinin göstergesi sayan ABD de askerlerini gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den operasyona katılmak üzere Küveyt’e yönlendirildiler.
* * *
Tabii bir çelişki daha var. 7 Ekim 2003’te TBMM, koalisyon kuvvetlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuvvet gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden hemen sonra patlak veren çok yönlü şiddet ve terör olaylarından dolayı 1 Mart tezkeresinin uygulanmasından çok daha riskli olacaktı. Bereket versin Araplar ve Kürtlerin karşı koymaları TBMM kararının uygulanmasını engelledi.
2003 yılı kriz yönetimi açısından unutulmaması gereken derslerle doludur. Problemin özü aylarca iyi teşhis edilememiştir. ABD’yi müdahale kararından vazgeçirmenin mümkün olmadığı bir türlü kabul edilmek istenmemiş, son dakikaya kadar diplomatik girişimlerden medet umulmuştur.
1 Mart’ta duygusallık akılcılığa galebe çalmıştır. Hele çuval olayına ve terör dalgasının patlamasına rağmen Ekim’de ABD Komutası altındaki koalisyon güçlerine katılma girişimi isabetli olmaktan çok uzaktı.
* * *
Irak meselesi sadece PKK terörü açısından değil, fakat genel olarak Irak ve Ortadoğu’nun istikbali açısından bizi daha yıllarca uğraştıracaktır. 2003 yılındaki hataların tekrarı bu defa çok daha vahim sonuçlar doğurur. Orgeneral Özkök’ün basiretli ve sağduyulu gözlem ve irdelemeleri karşımıza çıkacak yeni krizlerin yönetiminde daima göz önünde tutulmalıdır.
Hele, dün Milliyet Gazetesi’nde okuduğumuz Özkök’ün gerçek Atatürkçülük hakkında söyledikleri herkesi derin derin düşündürmeli ve bir vicdan muhasebesine sevk etmelidir.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2007
SICAK takip konusu ileriye bırakılmış olsa da Türkiye ile Irak arasında 28 Eylül’de imzalanan anlaşma káğıt üzerinde oldukça özlüdür: İki taraf kendi topraklarında diğer tarafa karşı terör saldırıları düzenlenmesine ilişkin her türlü faaliyeti önleyecek, teröre finansal desteği durduracak, terörü özendirici propaganda faaliyetine son verecek, teröre destek verenleri ve eylemleri gerçekleştirenleri ya yargılayacak veya iade edecek.
Bu yükümlülükler yerine getirilebildiği takdirde PKK’ya karşı daha etkili bir mücadele gerçekten mümkün olabilir. Ne var ki, Irak’ta bugün mevcut olan koşullarda anlaşmayı imzalayan ile uygulayacak olan aynı otorite değildir. Irak merkezi hükümeti adına imzalanan anlaşmaya şu veya bu şekilde Kuzey Irak’taki Kürt otonom bölgesi rıza göstermiş olsa bile, bunu ne ölçüde tatbik edeceği bilinmiyor.
Kuzey Irak’taki yönetimin göstermelik bazı önlemlerle yetinmesi hiç şaşırtıcı olmaz. Bu yönetimle hiçbir direkt temasımız olmamasının uygulamada yaratacağı zorlukların nasıl aşılacağını da bilemiyoruz.
* * *
Sıcak takibin PKK terörüne karşı en etkili önlem olacağı inancı yaygın. Bunun ne kadar doğru olduğu konusunda benim tereddüdüm var. Sıcak takip, terörist gruplarla karşı karşıya gelindiğinde, sınır ötesine kaçmayı başardıkları takdirde, onları takip etmek, imha etmek veya ele geçirmek anlamına geliyor. Ancak, şimdiye kadar böyle bir takip olasılığının ortaya çıktığını ve sınır aşılamadığı için operasyonun yarıda kaldığını yanılmıyorsam pek duymadık.
Yine yanılmıyorsam Saddam Hüseyin zamanında bile, Irak ile aramızdaki anlaşma çerçevesinde, bu tip sınırötesi operasyonlar için her defasında izin isteniyordu. 1991’deki birinci Körfez savaşından sonra 2003’teki ABD müdahalesine kadar tabii durum değişikti, istediğimiz gibi Irak’a girip çıkıyorduk. Yine de PKK’nın oradaki uzantılarını yok edemedik.
Anladığım kadarıyla, peşin izne tabi olmayan sıcak takip maddesinin anlaşmaya eklenmesindeki ısrarımızın nedeni, bu maddenin, gerektiğinde, Kuzey Irak’ta nispeten kapsamlı operasyonlar yapmak imkánını bize dolaylı olarak sağlayabileceği düşüncesidir.
Bugünlerde gerek PKK’nın elindeki silahlar gerek sıcak takibin hukuki yönü hakkında ilginç çıkışlar ve yorumlar duyuyoruz. Başbakan Erdoğan’ın, PKK’nın Amerikan menşeli tank ve toplara sahip olduğunu ileri sürerken ciddi bir istihbarata dayanmadığı ortaya çıktı. Terör gruplarının, operasyon yöntemlerinin özelliği ve lojistik imkánlarının sınırlı olması gibi nedenlerle tank gibi ağır silahları zaten pek kullanmadıkları genellikle bilinir.
Diğer taraftan, peşin izin gerektiren bir sıcak takibi içeren anlaşmanın BM yasasından kaynaklanan meşru savunma hakkımızdan feragat anlamına geleceğini belirten bazı yorumları da anlamak güçtür. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Meşru savunma hakkı genel bir haktır, ancak her türlü müdahaleye de cevaz vermez.
BM yasasındaki bütün hükümler gibi kullanılması politik şartların yerine gelmiş olmasına bağlıdır. 1990’lı yıllarda Kuzey Irak’taki otorite boşluğu yüzünden kimse Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarına itiraz etmiyordu. Bugün ise meşru savunma hakkımızı dermeyan ederek müdahalede bulunursak Irak, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurabilir ve konseyin vereceği karar, üyelerinin politikalarına göre şekillenir.
* * *
Başka bazı yorumlarda ise Irak ile imzalanan 1926 tarihli anlaşmanın da bize müdahale hakkı verdiği vurgulanıyor. Doğru değil. Kaldı ki o anlaşmanın sınır bölgesinde işbirliğine ilişkin hükümleri 1946 tarihinde akdedilen bir anlaşmayla yürürlükten kaldırılmıştı.
Irak ile yapılan son anlaşma galiba daha çok tartışılacak. Meseleyi çevreleyen unsurları iyi bilmek, yanlış veya abartılı yorumları önler. İlgili kurumlarımızın ve makamlarımızın da kamuoyuna aydınlatıcı bilgi vermeleri çok faydalı olur.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2007
ESKİ Büyükelçi Richard Holbrooke, Türkiye ile Malezya’yı aynı sepetin içine koyan bir konuşma yaptı, birdenbire bir "mahalle baskısı" kavramı ortaya çıktı, arkasından "Türkiye, Malezya mı olacak" sorusuyla karşılaştık. Ve medya temsilcileri inanılmaz bir süratle Malezya’yı istila ettiler. Gazeteler ve televizyonlar oradan gelen hepsi birbirinden renkli röportajlarla doldu.
Medya bakımından belki çok yaratıcı ve spektaküler bir operasyon. Etkisi de göz ardı edilemez. Türkiye’yi saran "tehlikeler"e bir yenisi daha eklendi. Zaten mevcut kutuplaşma biraz daha derinleşti. Ne zaman Malezya olacağız korkusu hayli yaygınlaştı. Hele bir Malezyalının, ülkesinin birkaç yıl içinde İran, Türkiye’nin de Malezya olacağını söylemesi ürperticiydi!
Onun mantığına uyarsak Türkiye’nin de biraz daha geç bir tarihte İran olması beklenmeliydi! Gülmek mi daha doğru olur, yoksa ağlamak mı bilmiyorum. Ancak üç gün önce CNN Türk’te bir programa katılan Fransız araştırmacı Olivier Roy’un Türkiye’deki heyecanlı tartışma karşısında biraz şaşırmışa benzediği dikkatimi çekti. O tabii Türkiye için ciddi bir tehlike sezmekten çok uzaktı.
* * *
Emekli Büyükelçi ve eski Dışişleri Bakanı Osman Olcay yıllarca önce anlatmıştı. İran’daki İslamcı devrimden sonra New York’ta eski İran Daimi Temsilcisi ve öldürülen Başbakan’ın kardeşi Feridun Hüveyda’ya rastlamış ve "İran ordusu niye müdahale edemedi" diye sormuş. Hüveyda’nın cevabı "Sen bizim orduyu Türk ordusu mu zannettin" olmuş.
Bugün İran’da iki ordu var. Biri milli diyebileceğimiz ordu, diğeri de "Devrim Muhafızları"nın otoritesi altındaki ordu. Bu ordunun hava ve deniz kuvvetleri bile var. Milli orduya güvensizliğin daha güzel kanıtı olur mu? Türkiye, İran ile kıyaslanamayacağı gibi Malezya ile de kıyaslanamaz.
Malezya ancak 1957’de bağımsızlığına kavuşmuş. Nüfusunun yüzde 24’ü Çinli, yüzde 8’i Hintli. Devlet yapısı üniter değil, eyaletlerin kendi sultanları ve yönetimleri var. Sultanlar ve siyasetçiler anlaşılan aslen Malezyalı olanları İslam dini etrafında kenetlemek istemişler.
Türkiye’nin inişli çıkışlı da olsa 60 yıllık bir demokrasi deneyimi mevcut. Askeri müdahalelerden sonra her defasında yine demokratik sürece oldukça süratle geçildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugünkü koşullar altında yeni bir müdahalede bulunması düşünülemezse temel tutumunun laikliği zedeleyecek politikalara ve oldu bittilere karşı önemli caydırıcı bir unsur oluşturduğu açıktır.
Ancak bütün Müslüman ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de türban yayıldı. Bu yayılmanın ne kadarının politik veya dini baskı veya teşviklerden, ne kadarının da sosyolojik nedenlerden kaynaklandığını saptamak kolay değil. Türbanın modern topluma uyuma mutlaka engel olduğu ileri sürülemez. Buna karşılık dini ve politik bir sembol niteliği de inkár edilemez.
Ne var ki üniversitelerde türban yasağının kalkmasının yansımalarını değerlendirmek için Malezya yerine büyük şehirlerimizin varoşlarında ve Anadolu’da araştırma yapmak daha yararlı olurdu. Kesin bir kanaat ifade edemesem de Türkiye’de türban yüzünden "mahalle baskısı" tehlikesinin abartıldığı izlenimindeyim.
* * *
Yeni Anayasa tasarısı, türbanla birlikte birçok başka konuda da tartışma tahrik etti. Tasarı ne kadar iyi niyetle hazırlanmış olursa olsun zamanlama isabetli değil. Şimdi bir de 22 Temmuz seçimlerinden önce TBMM’ce kabul edilen ve Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulmasının getireceği komplikasyon var.
Hukukçularımız, bu değişikliğin, referandumda onaylanırsa, zaten TBMM’ce yürürlükteki Anayasa gereğince seçilmiş bulunan 11. Cumhurbaşkanı için yeniden seçim yapılmasını önleyecek bir formül bulmalıdırlar.
Bu suretle değişiklik bundan sonraki Cumhurbaşkanı seçimlerinde uygulanır. İleride, yeni Anayasa hazırlanırken, Cumhurbaşkanı’nın kendisine verilecek yetkilere göre, halk veya TBMM tarafından seçilmesi opsiyonları yeniden incelenebilir.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2007
FRANSA 1967’de terk ettiği NATO askeri kanadına geri dönmek niyetini belirttiğinden beri, bunun AB üyelik sürecinde kullanabileceğimiz önemli bir koz teşkil ettiği sık sık ileri sürülüyor. "Aman bu fırsatı kaçırmayalım" diyenler çok. Peki bu kozu nasıl kullanacağız? Anlaşılan Fransa’dan AB üyeliğimize hiçbir engel çıkarmayacağı yolunda bir taahhütte bulunmasını isteyeceğiz, kabul etmezse NATO Konseyi’nde veto hakkımızı kullanarak askeri kanada dönmesini tutumu değişinceye kadar biz engelleyeceğiz.
Çok güzel de, fiiliyatta iş galiba bu kadar kolay değil.
* * *
Fransa ile avantajlı bir pazarlık fırsatı çıktığını düşünenler, herhalde 1980’de Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönmesine hiçbir karşı ödün almadan muhalefetimizi kaldırdığımızı düşünüyorlar ve bu sefer aynı hataya düşmememiz gerektiğine inanıyorlar. 1980’de uğradığımız varsayılan kayıp için dövünme gerçekten bugüne kadar devam etti.
Oysa o zaman da Yunanistan’ı sürekli engelleme imkánı yoktu. Başta ABD bütün NATO ülkeleri, Yunanistan’ın askeri kanada entegre edilmesinde ısrarlıydılar. Kendiliğinden NATO askeri kanadını terk eden bir üye ülke geri dönmeye karar verdiği takdirde buna mani olunamazdı.
Zaten Yunanistan, Askeri Komite toplantılarına katılmaya devam ediyordu. Türkiye ise itirazını geri çekerek hiç değilse Ege Denizi’nde aleyhimize olan komuta sisteminin değişmesini sağlamıştı.
Her nedense efsaneler hakkında dövünmeyi seviyoruz, fakat gerçekten kaçırdığımız fırsatları hemen unutuveriyoruz. Yakın tarihimizde kaçırdığımız en büyük fırsat, Kıbrıs’taydı. Aralık 2002’de AB Konseyi’nde ve daha sonra 2003 Mart ayında Lahey’de yapılan toplantıda, daha Güney Kıbrıs AB ile Katılım Antlaşması’nı imzalamadan Annan Planı’nı kabul etseydik, büyük bir avantaj elde edecektik.
Kıbrıs Türkleri bugün kendi devletlerini saklı tutan bir federasyon içinde AB üyesi olacaklardı. AB üyeliğini tehlikeye atmak istemeyen Güney Kıbrıs’ın o tarihlerde plana itiraz etme imkánı yoktu. Kuzey Kıbrıs da AB’nin bir parçası olunca ileride yine AB içinde iki ayrı devlet perspektifi korunmuş olacaktı.
Türkiye’nin AB üyeliğine en büyük engellerden biri bertaraf edilecekti. Kaçırdığımız için dövünmemiz gereken ve daha çok dövüneceğimiz asıl fırsat buydu.
* * *
Fransa’ya gelince, NATO içinde, ABD’den ve İngiltere’den sonra, nükleer silahlara da sahip üçüncü askeri güçtür. NATO üyelerinin büyük çoğunluğunun bugün aynı zamanda AB üyesi oldukları da unutulmamalıdır. Bizi en fazla destekleyen AB üyelerinin bile Fransa ile dayanışma içinde olacakları ve blokajımızı AB üyelik sürecimize ilişkin bir pazarlığa bağlamamıza tepki gösterecekleri muhakkaktır.
Diğer taraftan Fransa, bugün askeri kanatta olmamakla beraber Afganistan’daki gibi NATO operasyonlarına katılmaktadır. Fransa’nın NATO Savunma Planlama Komitesi’ne, Nükleer Planlama Grubu’na ve Askeri Komite’ye iştiraki NATO’nun etkinliğini artıran bir katkı şeklinde değerlendirilecektir.
NATO Konseyi’nde resmi bir karar bile alınmadan Fransız temsilcilerinin birdenbire bu komite toplantılarına katılmaya başlamaları tamamen ihtimal dışı değildir.O takdirde ne yapacağız? Komitelerden mi çekileceğiz, NATO’dan mı çıkacağız?
Dışişleri Bakanlığı’nın ve Genelkurmay Başkanlığı’nın meseleyi akılcı bir açıdan incelediklerine eminim.
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2007
TÜRBAN konusu bütün karmaşıklığı ve ve kutuplaştırıcı niteliği ile yeni anayasa üzerindeki tartışmaların merkezine oturdu. Daha önceki yazılarımdan birinde türban münakaşasının vaktiyle Bizans’ta neredeyse iki yüzyıl devam eden "İkon caizdir-İkon dine aykırıdır" kavgasını anımsattığını belirtmiştim. 21. yüzyılda, 50 yılı aşan demokrasi deneyimimize ve bugün toplumumuzun büyük ölçüde varmış olduğu siyasi olgunluğa rağmen, benzer bir kilitlenmeye gitmemiz gerçekten hazin olur. Bu açmazı aşmak için her şeyden önce duygusallığı ve ideolojik bağnazlığı bir tarafa bırakarak meselenin çeşitli yönlerden bir irdelemesi yapılmalıdır.
* * *
İşin tabii bir hukuki yönü var ve ne yazık ki hukukçularımızın bir kısmı hukuki değerlendirmelerini kendi politik eğilimlerine göre şekillendiriliyor. Bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Leyla Şahin davasında aldığı kararın yeni anayasada üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasına engel teşkil ettiği ileri sürülebiliyor.
Evet, AİHM Şahin davasında Anayasa Mahkemesi’nin "türbanın Cumhuriyetin temel prensipleri ile uyuşmadığı" yolundaki görüşünü benimsemişti. Hatta türban takılmasının zorunlu bir dini görev olarak algılanmasının, aynı düşüncede olmayanların haklarının korunmasını da gündeme getirdiğini ve bu nedenle türban takma özgürlüğünün kısıtlanmasının bir sosyal ihtiyaca cevap verdiğini belirtmişti.
Laiklik kavramı üzerinde durarak "...laiklik kavramı AİHM’nin temelindeki değerlerle uyumludur. Bu kavramın savunulması, Türkiye’deki demokratik sistemin korunması için gerekli sayılabilir" görüşüne yer vermişti. Bütün bu çok kuvvetli ifadelere rağmen yeni anayasada üniversitelerde türban yasağı kaldırılırsa AİHM’nin bu değişikliğe karşı gelmesi söz konusu olamaz.
Mahkemenin anayasa hükümlerini iptal etmek yetkisi yok. Bu maksatla yapılacak başvuruları kabul edemez. Olsa olsa üniversitelerde türban takılması için "mahalle baskısı" olursa bireysel başvurular üzerine hükümetin bu baskıları önlemeye yönelik tedbirleri almadığını saptayarak başvuruda bulunanlara tazminat ödenmesine karar verebilir.
Anayasa Mahkememizin aldığı kararlar da yeni anayasayı etkileyemez. Yeni anayasa kabul edilince, eski anayasaya göre verilen kararlar, yeni anayasa ile bağdaşmıyorsa, geçerli sayılamaz.
* * *
Türban yasağı kalkarsa başı açık kız öğrenciler üzerinde gerçekten baskı yapılır mı? Bu soruya cevap vermek güç. 1998’e kadar üniversitelerin birçoğunda türbanla gelenlere hoşgörü gösteriliyordu ve bir gerginlik olmuyordu. Bugün dahi bazı üniversitelerde az sayıda da olsa türbanlı var.
Cumhurbaşkanı Gül "Türkiye’de mahalle baskısı olmaz. Düşünün ki aynı mahallede ya da aynı yerde, başı örtülü bir kızımızla başı açık bir kızımız kol kol yürüyorlar. Bir ailede hem başı örtülü hem başı açık kızlar olabiliyor" derken kısmen bir gerçeği ifade ediyordu. Tabii gerginlikler olabilir, özellikle gerginlik yaratmak isteyenler tahriklere başlarlarsa.
* * *
Bugün, ister Hıristiyan ister Müslüman olsun, Türkiye dışında hiçbir ülkede, üniversite düzeyinde türban yasaklanmış değil. Başı örtülülere üniversite tahsilini engellemenin ciddi bir sosyal sorun yarattığı da kabul edilmelidir.
Yine de politik bakımdan yeni anayasada türban yasağının, hatta yeni anayasa konusunun bu aşamada gündeme getirilmesinin isabeti tartışılabilir. Cumhurbaşkanının eşinin türbanlı olmasının devletin zirvesinde çok garip ve rahatsız edici bir ortama neden olduğunu her gün görüyoruz. Sular daha durulmadı.
Yeni anayasa için eski Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand’ın dediği gibi "zamana zaman tanımak" basireti gösterilmeydi.
Yazının Devamını Oku 18 Eylül 2007
GÜNEYDOĞU ’ya daha önce birkaç kere gitmiştim, fakat bunlar kısa süreli görev seyahatleriydi. Geçen hafta ise bölgenin tarihine ve kültürüne odaklanan bir tura katıldım. Türkiye’nin hemen her yöresinde zengin bir tarihi miras ile tanışılır, fakat Güneydoğu’da tarihin rüzgárı ile bölgede birbirini izleyen istilaların sonucunda ortaya çıkan kültürel, dinsel ve etnik çeşitlilik çok daha belirgin. Osmanlı fethine kadar Persler, Selefkoslar, Komagenler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar, Eyyubiler, Selçuklular, Moğollar, Artukoğulları, Akkoyunlular zaman zaman Güneydoğu’da egemenliklerini kurmuşlar, bazıları medeniyetlerinin izlerini bırakmış, Sasaniler ve Moğollar gibi bazıları da mevcut uygarlıkları tahrip etmişler. 1102-1408 arasında öne çıkan Artukoğulları’nın Diyarbakır, Hasankeyf ve Mardin’de özgün bir mimariyi yansıtan camileri ve medreseleri özellikle dikkat çekiyor. Ermeni ve Süryanilerin de eserlerine yer vermek gerekir. Bugün sayıları iyice azalmış Süryanilerin kültürel mirası çok zengin. 8. yüzyılda Arap egemenliği sırasında antik devri eserlerinin Arapçaya çevirisini yaparak İslam bilimine de hizmet etmişler.
Güneydoğu’da genellikle önemli bir ekonomik gelişme gözlemleniyor. Nüfusu geniş ölçüde Arap kökenli olan Harran’da GAP sayesinde refah seviyesi yükselmiş, Diyarbakır yoğun göç nedeniyle nüfusu 1,3 milyona çıktığından çetin sorunlarla karşılaşıyor, fakat son iki yıldan beri sakin ve huzurlu bir ortam içinde. PKK artık daha çok Irak sınırına yakın bölgelerde ve Tunceli’de saldırılarını sürdürebiliyor. Oldukça kalabalık olan Arap kökenliler tam bir entegrasyonun güzel bir örneğini oluşturuyorlar. Kürtler için de aynı evrimin gerçekleşmesi yolunda ilerleme mevcut. AKP’nin Güneydoğu’da DTP’den daha fazla oy alması bunu kanıtlıyor. Altyapı yatırımları, eğitim ve sağlık hizmetlerinin artırılması ve yaygınlaştırılması oyların AKP’ye yönelmesinin en büyük nedenidir. Demek oluyor ki Türkiye’nin önümüzdeki yıllar için en ciddi sorunu olan Kürt meselesinin çözümü öncelikle ekonomik ve sosyal kalkınmadan geçiyor. Bu gerçek yıllardan beri dile getirilir, fakat bir türlü uygulamaya geçilemezdi. AKP bunu başarma yoluna girdi. Bölge halkı "Kalbimiz DTP ile, aklımız AKP" ile diyormuş. Eğer akıl duygulara hákim olmaya devam ederse ve Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyaretinde yaratılan birleştirici psikolojik ortam korunabilirse bölgede birkaç yıl içinde çok büyük bir değişime tanık oluruz.
Mardin’in bir Kürt köyünde bölgedeki değişikliğin somut bir örneğini gördük. Romalılar devrinin kalıntılarını gezerken her yerde olduğu gibi oldukça kalabalık bir çocuk grubu peşimize takıldı. Bu çok sevimli çocuklar ille de bize ezberledikleri tarihi bilgileri aktarmak istiyorlardı. Derken birisi "Jandarma geldi" diye bağırdı. Hepsi çok iyi tanıdıkları karakol komutanının yanına koştular. Onu çok seviyorlardı, çünkü kendilerine yakınlık gösteriyor, okullarının tamiri için elinden geleni yapıyordu. Komutan ile ben de görüştüm. Bölgedeki dokuz köyden sorumluydu. Güvenlik konusunda endişesi yoktu. Halk PKK’ya karşıydı. Bu köylere bir PKK’lı gelse canlı çıkamayacağını söylüyordu. En büyük üzüntüsü okulların durumuydu. Kendi çocuklarının da gittiği 500 öğrencisi olan 8 yıllık ilkokulda bir tek öğretmen vardı. O da çeşitli bahanelerle bazı günler gelmiyordu. Eğitim alanında çok şey yapılmıştı, fakat ihtiyaçların hepsinin karşılanması çok daha fazla kaynak tahsisine ve öğretmen eksiğinin kapatılmasına bağlıydı.
Güneydoğu’da gelişmelere Irak hükümetinin ve Kuzey Irak yönetiminin davranışları da şüphesiz etkili olacak. Talabani ve Barzani son günlerde PKK’ya uyarılarda bulundular. Bu uyarılar belki şimdilik platonik, fakat Talabani ve Barzani ile aramızdaki buzların eritilmesine çalışılması lazım. Kürt meselesinin çözümü aynı zamanda akılcı bir dış politikayı gerektiriyor.
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2007
ABDULLAH Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın ilişkileri Sezer devrinden kuşkusuz çok farklı olacaktır. Gül ile Erdoğan birbirleriyle çok yakın dost oldukları gibi siyasette şimdiye kadar hep kader birliği yapmışlardır. Ne var ki iki makam arasında sorumluluk alanları iyi çizilmezse zaman zaman problemler çıkması olasılık dışı sayılamaz. Gül, 1982 Anayasası’na göre seçilmiştir ve bazı alanlarda o Anayasa’nın saptadığı oldukça geniş yetkilere sahiptir. Oysa yeni hazırlanmakta olan Anayasa’da, AKP şimdiye kadarki çizgisinde sadık kalacaksa, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri önemli ölçüde kısılacaktır.
İşin garibi, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişikliğinin referanduma sunulması süreci de devam etmektedir. Cumhurbaşkanı’nın bir yandan halk tarafından seçilmesinin, diğer yandan yetkilerinin daraltılmasının oluşturduğu çelişkinin nasıl aşılacağı belli değil.
* * *
Cumhurbaşkanı Gül, pro-aktif olmak istediğinin işaretlerini şimdiden verdi. Özellikle AB üyelik süreci konusunda Avrupa ülkeleri liderleriyle temas etmek üzere bir seri ziyaret tasarladığı anlaşılıyor. İyi de AB ülkelerinde, yarı başkanlık sistemini uygulayan Fransa hariç, yürütmenin başı başbakanlardır.
Onların muhatabı da Başbakan’ımızdır. AB ile müzakereleri Cumhurbaşkanı değil, ancak Başbakan yürütebilir. Cumhurbaşkanı’nın yapabileceği tek şey, AB üyeliğimize destek sağlamaya yönelik protokoler ziyaretlerdir. Bu ziyaretler için devlet başkanlarından davet gelmesi gerekir. Devlet başkanları arasındaki ziyaret teatilerinin son zamanlarda Batı’da çok azaldığını da görüyoruz.
Yarı başkanlık sitemini kabul etmiş olan Fransa’da cumhurbaşkanı, parlamentoda çoğunluğa sahip partiye mensup ise herhangi bir zorlukla karşılaşmıyor. Cumhurbaşkanı o takdirde neredeyse başkanlık sistemindeki kadar otoriteye ve güce sahip. Başbakanları kendisi seçiyor ve istediği anda görevden alabiliyor. Fakat parlamento seçimlerinde cumhurbaşkanının partisi azınlıkta kalırsa rakip partinin başkanı, başbakanlığa geliyor ve inanılmaz sorunlar ortaya çıkıyor.
1980’li ve 90’lı yıllarda aralıklı olarak dışişleri bakanlığı yapan Roland Dumas, anılarında Cumhurbaşkanı Mitterrand ile 1986’da seçimleri kazanarak başbakanlığa gelen Jacques Chirac arasındaki çekişme ve rekabeti ayrıntılarıyla anlatıyor. Chirac’ın başbakanlığa gelir gelmez yaptığı ilk iş, dışişleri bakanlığının önemli rapor ve belgelerinin cumhurbaşkanlığına gönderilmesini durdurmak olmuş.
AB zirvelerinde Mitterrand ve Chirac devamlı çekişmişler. Basın toplantılarında Mitterrand, Chirac’ın kendisinden sonra konuşmasını engellemiş. Chirac, Moskova’ya yapacağı ziyarette, daha önce Mitterrand’a uygulanan protokolün kendisine de aynen uygulanmasında ısrar edince, Mitterrand dolaylı yollardan Sovyet liderleri nezdinde teşebbüste bulunarak buna mani olmuş.
* * *
Federal Almanya Şansölyesi Kohl, her ikisinin de dostu olduğundan çok güç durumlarda kalmış. Anayasanın hükümlerini de her iki taraf değişik şekilde yorumlamışlar. Mitterrand, orduların başkomutanı sıfatını taşıdığını ve nükleer silahları tetiklemek yetkisine sahip bulunduğunu, dolayısıyla dış ve güvenlik politikasında başlıca söz sahibi olduğunu ileri sürmüş. Chirac ise Anayasa’daki, "Hükümet ulusun politikasını saptar ve uygular" hükmüne sığınmış. Bir bakıma trajikomik bir durum.
Tabii parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanı ile başbakan arasındaki ilişkilerin niteliği değişik. Yine de çok ciddi problemler çıkabileceğini eski deneyimlerimizden biliyoruz. Yeni anayasanın yazımında çok dikkat etmek gerekir.
Yazının Devamını Oku