Hadi Uluengin

Mahallenin girişi

26 Eylül 2007
YERLEŞME anlamındaki "hulûl"den türemiş olan "mahalle" sözcüğü Arapçadır. Aslına bakarsanız da, "kasaba", "kazá", "nahiye", "vilayet", "livá" falan; ve tabii bilhasa "şehir", kentli hayata, dokuya ve yönetime ilişkin hemen tüm deyimler Türkçeye ya yine o Arabiden, yahut Farsiden girmiştir.

Bunda da yadırganacak veya gocunacak bir şey yoktur.

* * *

YOKTUR, çünkü hepimiz biliyoruz ki, biz Türklerin çadır göçebeliğinden háne yerleşikliğine geçişi tamamen Müslümanlaşmaya paralel bir seyir izlemiştir.

Eh, söz konusu din uygarlığı da Kur’án’ın ve Hayyam’ın diliyle konuşup yazdığından, ecdádımız çok doğal olarak onların terminolojisini benimsemiştir.

Zaten, Roma’dan sonra Kilise’nin de lisanı olan Latince Batı’da aynı işlevi görmüştür.

Her halükárda, bunların hepsinde din pratiği devreye girer.

* * *

ÖYLE ve nasıl ki "mahalle" sözcüğü İslam sosyolojisinde tek bir cami ve tek bir imam etrafında yerleşmiş insanlarla sınırlı mekánı tanımlar, İsevilikte de aynısı geçerlidir.

Farklı lisanlara farklı biçimde girmiş olan Latince "paroecia", vaftizden itibaren aynı papazın ilgilendiği ve yine aynı klisede ayine giden ahalinin háneler bütünü için kullanılır.

Bu, Yahudilikte, Sefaratların "kal", Aşkenazların ise "stetel" dediği coğrafi birime tekabül eder ki, orada da ortak havra, ortak haham ve ortak cemaat söz konusudur.

"Cemaat", işte hayati kelimeyi kullanmış oldum!

Evet evet, doğuşu, oluşumu ve yaşayışı itibariyle, ne Müslümanlıkta, ne HIristiyanlıkta, ne Musevilikte, yerleşik toplumlara özgü "mahalle" tanımı, o toplumların "iman pratiği"yle bütünleşen "cemaat" kavramından soyutlanamaz ve her halükárda da "laik" olamaz.

* * *

ÖTE yandan, dine koşut biçimde "mahalleleşmek"; yani "öteki"nden farklılaşmak; háttá daha doğrusu, "ben" olanla birlikte olmak içgüdüsü de daima devamlılık arzetmiştir.

Avrupa şehirlerinde önce Yahudi gettolarının; ardından da Bogomil yahut Protestan semtlerinin ortaya çıkmış olması birer tesadüf değildir. "Cemaat" ruhunun tezahürüdür.

Artı, örneğin Çin’in Şian kentinde "Hui" Müslümanların ayrı; veya aksine, bu kez Müslüman Endonezya başkenti Cakarta’da o Çinlilerin ayrı ikámet etmesi de tesadüf değildir.

Kaldı ki, kural olmasa bile din yahut mezhep farkı etnik ayrışımla da bütünleşebilir.

Diller, adetler ve kültürler de ayrışacağı içindir ki, "öteki" tamamen yabancı addedilir.

Zaten, yukarıdaki olgunun "sekülerleşerek" sürebilmesinde de bunun payı hayatidir.

Nitekim, Türkiyeli göçmenlerin Berlin’in Kreuzberg veya Brüksel’in Schaerbeek’inde gö-nül-lü olarak "mahalleleşmesi, bunun günümüzdeki hazin uzantısına tekábül eder.

* * *

SONRA, yukarıdaki "mahalleleşmek" faktörü İslam áleminde; özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nda bütün boyutlarıyla ve bütün yekpareliğiyle geçerlilik taşır. Taşımıştır.

Üstelik, ilkin kentliliğe, yani burjuva benliğe; sonra da modernliğe, yani laik kimliğe geç ulaştığımız için, "cemaat mahallesi" bizde çok, çok uzun sürmüştür. Ve, sürmektedir

Çünkü, zaten dini temelli "çok hukukluluk" üzerine inşa edilmiş İmparatorluğumuz en az Tanzimat’a dek, aynı çok hukukluğun sosyal birimini "mahalle" bazına oturtmuştur.

Dolayısıyla, eyvah ki, farklı mahallelerde hüküm sürmüş olan "cemaat kültürleri", istisnasız b-ü-t-ü-n tarafların kolektif bilinçaltını ve davranış tarzını hálá belirlemektedir.

Ve, aslında bunların hiçbiri "laik" olmadığı gibi hepsi de, o "iman pratiği"ne göre şekillendirilmiş mahalle birimlerine has, kendi "cemaat kültürleri"ni sahiplenmektedir.

Konuyu yarın, mahalle cemaatini kent camiasına dönüştürmek açısından ele alacağım.
Yazının Devamını Oku

Hangi yerli malı

25 Eylül 2007
TABİİ burada marka vererek reklámını yapacak değilim ama, geçen gün Canan ve Sedat Ergin sayesinde yerli bağbozumu bir şarap taam etmek bahtiyarlığına eriştim. Aman efendim aman, ab-ı hayat şurubu diye işte buna derim.

Hayır, "önolog" denilen cinsten bir uzman olduğum iddiasıyla ukalálık etmeyeceğim.

Fakat yine de, tad ve rayihanın haniyse, o burnundan kıl aldırmayan Fransızların "Saint Estephe"si veya "Mouton Rothschild"esiyle aşık atmaya yöneldiğini söyleyebilirim.

Dolayısıyla da, işte nihayet "titreyip kendime dönerek", onca yıl sonra yeniden "yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı" sloganıyla hançere yırtabilirim.

* * *

LÁKİN, Canan ve Sedat’ın ikrámından sonra soluğu şıkıdım bir şarapçı dükkánında alıp o etikete elimi; daha doğrusu serçe parmağımı şöyle bir dokundurdum ki, yandım Allah!

Yandım ne kelime, parmağımın derisi de, eti de, kemiği de ateşin korunda eriyiverdi.

Bir fiyat bir fiyat ki, insaf yahu! Yukarıdaki Frenk iksirlerle bu bab’da da aşık atıyor.

Neyse, ayıp olmasın ve de bilhassa yiğitliğe málum bir şey sürülmesin diye, kredi kartına kuvvet, işte tek bir şişecik edindim ve göz bebeğim gibi saklamaya başladım.

Bayrama mı, yılbaşına mı, çocukların yaşgününe mi kısmet, bunu zaman gösterecek.

* * *

SONRA, tadı damağıma ama parası keseciğime oturdu ya, biraz işin erbábı tanışlar, biraz da internet vasıtasıyla, yerli şaraplara ilişkin küçük bir araştırma yaptım.

Efendim, bizim mamulát şimdi bütün dünyada bayağı bayağı "trendy" ün kazanmış.

Kalite yükseldiği için, Türk şarapları da artık "yükselen değerler" arasına girmiş.

Dolayısıyla da, klas lokantalarda bir şişe onlardan ısmarlamak; yahut, "wine bar" denilen ve sıvının kadeh kadeh içildiği tezgáhlarda aynısından istemek pek "in" sayılıyormuş.

Yani havalı; yani moda; daha açıkçası, yani "züppe" addediliyormuş ki, ne mutlu!

* * *

EVET ne mutlu, çünkü "züppe"ye (!) "övünç objesi" olabilmek de dev bir başarıdır.

Onun varlığını yaratabilmiş; onun patentini üretebilmiş; onun "alámet-i fariká"sını simgeleyebilmiş olmak sonsuz ciddi bir gelişmedir ki, asla yabana atılamaz. Küçümsenemez.

Zira buna ulaşabildiğiniz oranda; yani referansa, kıstasa, modaya dönüşebildiğiniz ölçüde, ekonomik, politik, sosyolojik ve estetik evrenselliklere de yaklaşmış olursunuz.

Ve aynı zamanda, o evrenselliklere kendi değerlerinizlede damga vurmuş olursunuz.

Burada karşılıklı ve tamamlayıcı bir ilişki söz konusudur.

Toprağın nemini, güneşin oranını, kütüğün cinsini iyi hesaplayarak; tarım işçisini usta eğiterek; fıçının ağacını doğru saptayarak ve bilhassa da, etiketin formundan ve o "önolog"un tadımından itibaren bütün bir pazarlama sürecinin handikaplarını aşarak eğer yerli şarabı New York’un en kranta barında "in" kılabildiyseniz, artık siz de biraz New York’sunuzdur.

* * *

VARSIN, aynı şişe burada elimi yaksın. Varsın, damağım mucize kábilinden tatsın.

Şeyler daima "lüks"ten itibaren "avamlaşır". "Az"dan başlayarak "çoğullaşır".

Belki biraz daha harcıálemi olacak ama, yarın ben de ona ulaşacağım.

Zaten, "yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı" şiarını bir tekel olarak empoze eden zihniyet aynı tekeli nihayet kaldırdığı içindir ki, ç-o-ğ-u-l-c-u-l-u-k sayesinde ben daha şimdiden o "yurdun malı"nı yabancıya bile kullandırabilmek zaferini kazandım.

Mantar tıpası bile kokmuş ve sirke adı duyulmamış şarabımı "trendy"ye dönüştürüp Londra’daki "top model" mankenin veya Nice’deki ekábir müşterinin önüne koydum.

İsteyene bayramdan sonra olmak üzere şimdiden "şerefe" ve de madem yerli malı yurdun malı, o halde boş láfta değil dolu fıçıda, her Türk onu k-u-L-L-A-N-D-I-R-malı !
Yazının Devamını Oku

Yürüyüş röportajı

23 Eylül 2007
Kumkapı’dan Yenikapı’ya doğru yürüyorum. Burası, o renklerin yakamozuyla pırıldayan ve Afrika tamtamının, Çin zilinin, Ermeni duduğunun, Slav şarkısının yahut Kürt avazının ritimleriyle ışıldayan başka, bambaşka bir İstanbul’dur... Hangimiz Burkina Faso’nun Afrika haritasındaki yerini bir çırpıda gösterebilir?

Yahut, içimizden kaç kişi Benin’in o kıta coğrafyasındaki mekánını işaretleyebilir?

Yahut, Sierra Leone’yle Liberya arasındaki sınırı çizebilecek olanımız var mıdır?

Sizin námınıza cevap vermek istemem ama, ben ki sözüm ona gazeteci geçiniyorum ve de meslek itibariyle bütün bunları ezbere bilmem gerekir, hepsinde çuvalladığımın resmidir.

Neyse, işte yürüyorum. Kara Afrika’nın herhangi bir şehrinde değil, geçen pazar anlatmaya başladığım gibi, İstanbul’un Kumkapısı’nda yürüyorum. Refakatçimle birlikte ve gecenin karanlığında, gecenin ortasında; gecenin endişesinde, ara sokaklardan, yan sokaklardan, çıkmaz sokaklardan Yenikapı’ya doğru yürüyorum.

Ve, o karanlığı yırtan yegáne dükkán ışıklarında, camekánlara yapıştırılmış Burkina Faso’nun, Benin’in, Sierra Leone’nin, Liberya’nın isimleri okunuyor.

Artı, yine hepsi İngilizce imláyla yazılmış olmak üzere diğer bazı Afrika ve Asya ülkelerinin; sonra Ermenistan’ın; sonra Gürcistan’ın; sonra Moldava’nın; sonra Ukrayna’nın; sonra Tataristan’ın; ve sonra, bilinmedik yedi düvel coğrafyasının sıfatları okunuyor.

Bir de, camları kırık yaz pencerelerinden; tezgáhtarı meçhul işportacı radyolarından; kapısı açık eşik aralıklarından farklı, sonsuz farklı notalar dökülüyor.

Kürtçe bir avaz Ermenice türküyü bastırıyor ve Svahilice bir tempo ikisi de bastırıyor. Yürüyorum.

PHONE SHOP’TAN TROPİKAL KÖYE

Yürüyorum ve de zaten şimdi tam piyasa vaktidir. Tam curcuna zamanıdır.

Çünkü, bu sokaklar yalnız geceleri böylesine endişesiz olabilirler.

Işıklı olabilmek hayalini yalnız karanlıklarda kurabilirler.

Çünkü, bu saatten sonra zaptiye artık uğramaz. Gölgelere ve kuytulara girmez.

Kimlik, pasaport, vize, oturma izni, çalışma müsaadesi sormak; yoksa, eksikse, kalpsa, sahteyse şubeye götürmek; beteri, kodese tıkmak; daha daha beteri, sınıra sürmek için gelmez.

Bütün bunlar ışığın, gündüzün, aydınlığın korkularına dahildir ki, şimdi gece ortasıdır.

Dolayısıyla, işte şen şakrak; işte kaygısız kuygusuz; işte tebessümlü kahkahalı, Burkina Fasolular Burkina Faso’ya; Beninliler Benin’e; Sierra Leoneliler Sierra Leone’ye; Gürcüler Gürcistan’a; Moldavlar Moldava’ya telefon etmek için artık dışarı çıkabilirler.

Yukarıda sözünü ettiğim ve iletişimi bilgisayar vasıtasıyla sağladıkları için postaneden çok daha ucuza gelen o "phone shop"ların ahizesini kullanarak, tropikal köy kulübesinde yarı aç, yarı tok bıraktıkları çocuklarından sağlık ve selámet haberi sorabilirler.

Günde bir öğün ve daima acılı lapa yemekten yakınan karılarının yüreğine de, "Dört aydır süren şu İstanbul faslı bitiyor. Meriç üzerinden bin dolara Yunanistan’a geçirecek birisini bulduk. Oraya kapağı atıp mültecilik isteyeyim, hemen para yollayacağım" diye su serpmeye çalışabilirler.

Yirmi kişi, otuz kişi beraber kaldıkları köhne eve dönmeden önce de, cesaretli davranıp Gedikpaşa’ya, hattá belki Beyazıt’a kadar çıkıp, şehrin ışıklarını görebilirler.

Hatta hatta, zencilerin tezgáhta toplanmasına fazla ses etmeyen biracıda, bir bardağı üç kişi paylaşabilirler.

Yahut, başka bir "phone shop" dükkánında, bilgisayar ekranı önündeki genç "Erivan bağlanıyor" diye haber verdiğinde, genç Ermeni kadın heyecanla kabine dalabilir.

Çok sevdiği kocasına, "Cánım ahparik meraklanma, keyfim tıkırındadır. Buralı Hay ailelerden birinde hizmetçilik yapıyorum ve iyi sayılacak para veriyorlar. Uçak veya Batum, atla sen de hemen gel. Polis anlayışlı davranıyor ve bizlere göz yumuyor. Mahir marangoza da iş bulunuyor" dedikten sonra, "Gelirken de sakın tatamın topiğinden getirmeyi unutma. Buralı Ermeniler fazla nohut koyuyor" diye ekleyebilir.

Mutlu, oldukça mutlu tekrar karanlığa daldığında ise, kaldırıma çıkartılmış külüstür kanepelerde Kumkapı-Yenikapı "piyasa"sını seyreden ve aynı harap evin aynı harap odasında yaşayan akrabalarıyla yárenlik etmek için, bir sonraki sokağa kadar yürüyebilir.

Ben de öyle yürüyorum. Refakatçimle beraber, Afro ritimlerin grup sallantısında gezinen zencilerin; kapı önüne yine grup halinde bağdaş kurarak tespih çeken yaşlı Tatarların; bilinmedik dillerde, bilinmedik şarkılar söyleyen sarı-esmer Asyalıların; pencerelerden sarkarak karşı pencerelerle konuşan Ermenistanlı Ermenilerin; hiç uyumayan çocuklarına bağırırken eşikte yufka açan Kürt kadınların arasından, Kumkapı’dan Yenikapı’ya doğru yürüyorum.

Bu, hem sonsuz iyi bildiğim, hem de asla bilmediğim bir İstanbul’dur.

Ve, semte ne lümpen, ne de batak denilebilir! Asla böyle bir haksızlık yapılamaz.

Bura, dünya refah sıralamasında cidden sınıf atladığı için artık sırf iç göçü değil, aynı zamanda da dış göçü cezbeden yedi tepeli şehrin, yetmiş yedi renkten mahallesidir.

Bura, zahiri karanlığına rağmen o renklerin yakamozuyla pırıldayan ve Afrika tamtamının, Çin zilinin, Ermeni duduğunun, Slav şarkısının yahut Kürt avazının ritimleriyle ışıldayan başka, bambaşka bir İstanbul’dur ki, bir sengine yekpare Acem mülkü ne kelime, bir parke taşına bin dünya metropolü fedadır.
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet seçkinci mi

22 Eylül 2007
CUMHURİYET ideolojisi "elitist", yani "seçkinci" olmakla da eleştiriliyor. Estağfurullah! Daha neler! Böyle bir sonuca varmak ancak, o "elit" kelimesini, eski Asmalımescit’te aynı adı taşıyan ve mürekkep yalamışlara mekán oluşturan pastahaneyle özdeşleştirmekle mümkündür.

Başka bir deyişle, sözcüğü ayağa düşürmek ve anlamını hadım etmek gerekir.

Oysa hayır, Cumhuriyet’in ne ideolojisi, ne de yönetimi "seçkinci"dir!

Bal gibi de "vasat"tır ve "vasatçı"dır! Eğer illá Frenk deyim kullanılacaksa da, buna "mediyokr" ve "mediyokrasi" denir.

* * *

ANCAK dikkat, aşağıda değineceğim gibi Cumhuriyet’in "vasatlıkta eşitlik" empoze etmiş olması, onun kurucularının evrensel "elit"e yakın durdukları gerçeğini değiştirmez.

Evet evet, orijinal metinden okuduğu Voltaire’e Fransızca not düşen ve değme Batılı devlet adamına taş çıkartacak ölçüde mükemmel giyinen Atatürk; yahut, Fizan çölünde gramafonla klasik Garp müziği dinleyen ve istirahat vakti satranç oynayan İnönü başta olmak üzere, Cumhuriyet öncüleri kendilerinden sonrakilerle kıyaslanmayacak oranda "seçkin"diler.

Daha da uzatabileceğim bu örnekler ise tek bir gerekçeden kaynaklanıyordu.

Velev ki imparatorluğu ulus-devlete dönüştürmüş olsunlar, yukarıdaki öncüler aynı zamanda, yetişme ve terbiye açısından o İmparatorluk’un "kaymak tabaka"sına dahildiler.

Yani, iktisadi değilse bile fikri-mesleki planda Dersaadet-Rumeli-Kafkas çıkışlı kremadan indikleri gibi, zaten emperyal kültürlerini bir de otodidakt azimle pekiştirmişlerdi. Oysa, kurdukları rejime ilişkin tercihleri farklı oldu; veya, farklı olmak zorunda oldu.

* * *

FARKLI oldu ve önlerine ana hedef olarak, genel bir "vasat"a ulaşmayı koydular. Dolayısıyla da çıtayı aşağılara, haydi haydi aşağılara çekmek mecburiyetinde kaldılar.

"Mediyokr" bir ortalamayı yoğun kılmak siyasetini benimsediler ve empoze ettiler.

Günün şartlarında kısmen anlaşılabilir bir tercihti ama, "statüko zaptiyeleri"nin daha sonra da bunu dayatması ve o çıtayı aşanın tepesine değnek indirmesi artık kabul edilemez!

Zaten "Altı Ok" ilkesinin "temel ruh"undan, bunu daha da geliştirmiş Recep Peker’in "İnkiláp Dersleri"ne; bürokrasiye tercih kriterlerinden Köy Enstitüleri angaryacılığına, Cumhuriyet ideolojisinin teorisi de, pratiği de işte bu "vasatlıkta eşitlik" tercihinde yükselir.

Eflátun’un idealleştirdiği "Cumhuriyet"teki o "yönetici elitler" T.C.’de yoktur.

* * *

ARTI, İngiliz aristokrasisinin Oxford-Cambridge kurumlarına kadar gitmiyorum ama, biraz Mülkiye hariç, devrimler oturur oturmaz Fransızların ve Bolşeviklerin bile "seçkin" yetiştirmek için derhal oluşturduğu türden okul ve üniversiteler de bizde yoktur.

Zaten, bugün kendilerini o "devlet"le özdeşleştiren "ricál"e şöyle bir bakın. Onun adına "fikir" üretmeye kalkışan "münevverán"ı turnusol káğıdına tutun.

Söylem, yazı ve icráatlarını, háttá giyim, zevk ve estetiklerini evrensel kefede tarttığınız takdirde hemen farkedersiniz ki, "Ankara ruhiyatı"yla bütünleşen bu kof kesime "elit" diyebilmek için bin yalancı şahit aramak bir yana, onlar "vasat"a dahi iltimasla girer.

Üstelik, fikri ve iktisadi çağdaş Türk elitlerinin ezici çoğunluk olarak, kendilerini iğdiş edecek o Ankara’dan mümkün mertebe; devletten ise haydi haydi kaçtığı hepimize malûmdur.

* * *

O
halde, Cumhuriyet ideolojisi "elitist" diye eleştirmek, onun lûgatini kabullenmektir. Oysa, statükonun dayattığı bu lûgat kavramı altüst ettiği gibi, sistemi de, kendilerine "seçkinlik" vehmeden sıradan "vasatlar"ın hazin "mediyokrasi"sinden başka bir değildir.

Ve vehim başka, gerçek başka ki, eh, eski "Elit" pastahanesinde profitorol yemiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Fransa engel mi?

20 Eylül 2007
NİCOLAS Sarkozy Fransa cumhurbaşkanı seçilir seçilmez zeki bir taktik uyguladı.<br><br>Hem "sol" muhalefeti bölmek, hem de "uzlaşmacı imaj" çizmek amacıyla, Sosyalist Parti’nin en ağır topları arasında yer alan Bernard Kouchner’i dışişleri bakanlığına atadı. "French Doctor" lákaplı o Kouchner ki, "Sınır Tanımayan Tabipler" adlı gönüllü örgütünün kurucusu olduğu gibi, baştan itibaren de Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakmıştır.

* * *

EVET, háttá sıcak bakmanın da ötesinde, aynı Sosyalist Parti içindeyken, "anti - Ankara" eğilimi temsil eden Laurent Fabius’le cebelleşecek ölçüde avukatlık üstlenmiştir.

Zaten de bakan olur olmaz verdiği ilk demeçte dobra dobra, "Türkiye’nin Avrupalı kimliği konusunda ben cumhurbaşkanından farklı düşünüyorum" demekten çekinmedi.

O halde, en zirvede Ankara’nın AB’ye giremeyeceğini söyleyen lideri, ama hariciyede tam aksini savunan diplomatıyla, Paris’in büyük çelişki sergilendiğini düşünmemiz gerekiyor.

* * *

OYSA bu çelişki zahiridir. Buzdağının satıhtaki görüntüsünden başka bir şey değildir.

Zira üç yıldır kaydettiğim gibi, Nicolas Sarkozy’nin "Türkiye sorunu"nu kampanya öncesi kullanmış olması da zahiridir. Kendi kamuoyuna bir parmak bal çalmaktan ibarettir.

Kısmen popülist ve her halükárda da klasik "politikacı" tutumundan kaynaklanmıştır.

Başka bir deyişle, "ilkesel" olduğunu öne sürerek láfta ne denli karşı çıkarsa çıksın, o "Türkiye sorunu" (!) Fransız lider açısından gerçek bir gündem maddesi oluşturmamaktadır.

* * *

OLUŞTURMAMAKTADIR
, çünkü önce bir; Paris önderi beş yıllığına seçilmiştir.

Müzakerelerin bu süreçte bitmeyeceğini Bursa’daki sağır sultan dahi bildiğine göre de, muradına ermiş Sarkozy’nin yine yukarıdaki "politikacı" taktiğine dönmesi beklenmelidir.

Yani şimdi de Fransızlara, "o vakte kadar kim öle, kim kala" demesi gündemdedir.

İki; gerek ataklığından, gerekse "pro ABD" rotasından ötürü AB’de zaten "irkilti" yaratmış olan Elysee Sarayı kiracısı şimdi neden bir de Türkiye konusunda aculluk yapsın?

Oysa Fransız lider Brüksel Anayasası aracılığıyla o AB’yi yön vermek istiyor. Buna ulaşmak amacıyla da Ankara üyeliğine ilişkin referandumun ilgasını "yem" olarak sallıyor.

Eh, "sol"dan dışişleri bakanı transfer edecek kadar zeki oynamış bir Nicolas Sarkozy’nin tam burada ebleh davranacağını sanmak, kendi zekámızdan şüphelenmeyi gerektirir.

* * *

SONRA bilhassa üç; yukarıdaki "pro Washington" rotaya giren ve bunu Topluluk’a onaylatmaya çalışan Fransız lider, aynı Washington’un desteklediği ve Bush ertesinde de destekleyeceği Ankara üyeliğine niçin baştan "hayır" desin? Bu denli ihtiyatsız olabilir mi?

Önce tabii ABD’yle; ardından da, Atlantikçi şampiyon olduğu için şimdi yakınlaşmak istediği Londra’yla kendi arasına, böylesine "sudan" bir gerekçe uğruna kara kedi sokar mı?

O Londra ki daha dün Dışişleri Bakanı David Miliband’ın ağzından "Türkiye AB’ye mutlaka girmeli" vurgulamasını yaptı, buna karşı çıkan bir Paris’e "kefil" olur mu?

Ve nihayet dört, Fransa’nın hedeflediği Nabucco hattı projesi; NATO askeri kanadı üyeliği; sermaye yatırımı perspektifi gibi doğrudan doğruya Paris-Ankara ekseninde yer alan somut ve stratejik veriler varken, Elysees Sarayı kiracısı hepsini bir çırpıda çizebilir mi?

Kendi ülke çıkarlarını gözetecek Nicolas Sarkozy Türkiye’yi defterden silebilir mi?

* * *

HAYIR, hayır, hayır ve bin defa hayır!

Zaten değildi ama, Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Dışişleri Bakanı Kouchner olan bir Fransa Türkiye’nin AB hedefinde şimdi yine engel değildir. Olması da mümkün değildir.

Yeter ki biz o hedeften taviz vermeyelim ve dolayısıyla da, kimseye koz vermeyelim!
Yazının Devamını Oku

Şarabın suyu Sarkozy’nin Türkiye’si

19 Eylül 2007
ADI Türkiye’de daha hemen hiç duyulmamıştı ki, henüz ekonomi bakanı olan Nicolas Sarkozy Ankara’nın AB üyeliğine resmen karşı çıkınca, 9 Eylül 2004 günü şöyle yazmıştım: "Fransa’daki ’Türkiye sorunu’ esas itibariyle bir ’Fransa sorunu’dur (?).

Ankara’ya ilişkin didişme de, bu ülke siyasi aktörlerinin (oy hesabıyla) birbirlerine belden aşağı vurmak için kullandığı bir enstrümandır".

Sonra, aradan geçen tam üç yıllık süre boyunca hiç durmaksızın şu temayı işledim.

Sarkozy cumhurbaşkanı seçildiği takdirde, özellikle "pro Amerikan" tavrından ötürü Türkiye politikasını yumuşatacak ve Voltaire lisanındaki tábirle, "şarabına su katacaktır."

Ve işte, bugün oradayız.

* * *

ORADAYIZ, zira Paris önce 27 Ağustos’ta bir duyuru yaptı. Üyelik müzakerelerine "taş koyan" vetosunu kaldırdığını bildirdi. Sürecin önündeki "hukuki bariyer"i yoldan çekti.

Sonra ve sembolik ve pratik açıdan çok daha önemlisi, AB İşleri Bakanı Jean-Pierre Jouyet cuma günü, aslında Türkiye’yi hedefleyen ve yeni katılımların referanduma sunulmasını öngören Fransız Anayasası’nın şartlı olarak değiştirilebileceğini haber verdi.

İşte yukarıdaki iki gelişme de, o "şaraba su katmak" deyimine tam cuk oturuyor.

Yani, üzüm üsáresi ab-ı hayat iksirinin tadını hálá belirlese bile, bunlar, iktidardaki bir Sarkozy’nin Ankara’ya karşı realpolitik esnekliğe kaydığının ve kayacağının delilini sunuyor.

* * *

FAKAT dediğim gibi, bağ meyvesi sıvıdaki taam ağırlığını hálen de sürdürüyor, zira Paris önderi Türkiye’nin Avrupa’da yeri olmadığına ilişkin "ilkesel tez"inden (!) vazgeçmedi.

Ama hemen söyleyeyim ki, onun sığ ve kategorik ufkunu reddetmeme rağmen Fransız lideri "ırkçılık" veya "anti-Türklük"le suçlamıyorum. Bu, sonsuz abestir. Kolaycıdır.

Çünkü hayır, en yakın ve en mahrem aile dostunu, kabinedeki hayati bakanlıklardan birine de getirdiği Mağribi Arap Reşide Dati’den seçmiş bir Sarkozy ırkçı falan değildir.

Artı, "büyük ülke, büyük halk" diye belki bin kez övdüğü ve daha cumartesi günü Budapeşte’den dönerken gazetecilerin muhtemel Ankara üyeliğine ilişkin sorusunu, "Türkiye’nin ancak AB bünyesine alınarak istikrarlaştırılabileceği fikri küstahlıktır ve bunun adı sömürgeciliktir" diye cevaplayan aynı Nicolas Sarkozy tabii ki "anti-Türk" de değildir.

Kafası pek berrak olmasa da, esas itibariyle, "nüve" kimlikli bir Kıta anlayışına sahiptir.

Nitekim, bırakın gelecekte Ankara’yı "hazmetmeyi", eğer elinden gelmiş olsa pek çok Orta ve Doğu Avrupa başkentini bile Topluluk’tan derhal "sepetleyeceği" kesindir.

Zaten, anayasadaki referandum maddesinin değiştirilebileceği anonsunu, o "nüve AB" projesi için Paris’in oynadığı bir kart, bir koz, háttá belki bir şantaj olarak görmek gerekiyor.

* * *

HAYIR, eğer mevcutsa bu "şantaj" (!) bizzat Türkiye’ye karşı yönlendirilmiyor.

Fransa diplomasisi kısmen Ankara’yı kullanarak, kurumsal açıdan tümüyle donmuş durumdaki AB’yi silkelemek; ama tabii ki kendi doğrultusunda silkelemek hedefini güdüyor.

Böylelikle de başkentlere; bilhassa önce Berlin’e ve sonra Londra’ya sinyal yolluyor.

Referandumun ilgasını, Aralık ayında Sarkozy’nin istediği türde "basitleştirilmiş" ve söz konusu "nüve"ye ortam yaratmış bir Avrupa Anayasa’nın onaylanması şartına bağlıyor.

Yahut, "şart" kelimesini kullanmasak dahi bunu "yem" olarak atıyor. Sondaj yapıyor.

Muhtemelen ABD’nin de ısrarıyla, Türkiye’ye göz kırpmanın "bedeli"ni açıklıyor.

Yani, "zaten o vakte kadar kim öle, kim kala, Ankara’ya barikatı kaldırabilirim ama sen de benim Brüksel projesine ’he’ deyiver" türünden bir taktiğe yöneliyor.

Bu taktiğin ve belki de uzun vadeli stratejinin önce Fransız, sonra AB şarabına daha ne kadar miktar "su katacağı" konusunu yarın tekrar geliştireceğim.
Yazının Devamını Oku

Emre’nin işareti mi, kürenin sahası mı?

18 Eylül 2007
MALÛM, futbolcu Emre Belözoğlu’nun maç sırasında yaptığı "ayıp jest" olay oldu. <br><br>Fakat işin doğrusu, ben hadisenin çok fazla abartıldığı kanaatindeyim. İnsaf. Hayır, bunu söylediğim için işareti onayladığım falan sanılmasın. Ne münasebet!

Ancak yine de, bana kalırsa eleştiri okları yaydan çıktı ki, eh vurun abalıya.

* * *

ÖYLE tabii, çünkü bir "sahne" olarak futbol zaten daima bu tür simgelerle özdeşleşti.

Derin bir tribün kültürüne sahip değilim ama yine de, ben kendimi bildim bileli, stadta seyircinin ve sahada oyuncunun edepsizlikten hiç geri kalmadığına tanık oldum.

Bunlar hep "işin raconu"na, yani en popüler kitlesel spor geleneğine dahil sayıldılar.

Gerçi doğru, Köroğlu’nun "delikli demir çıktı, mertlik bozuldu" deyişi misáli, televizyon kamerası çimlere girdiğinden beri, özellikle o zavallı oyuncuların işi çok zorlaştı.

* * *

GERÇEKTEN de zorlaştı, çünkü eskiden foto muhabiri hayati enstantaneyi kaçırdığı takdirde, iş şimdiki gibi sapa sarmazdı. Diş kovuğuna kaçmayacak şeyler ayyuka çıkmazdı.

Zira, aynı tür kol hareketine tabii bir de bacak ekleyerek cevap veren seyircilerin dışında, büyük çoğunluk görüntüye vakıf olmazdı ki! En kabadayısı, vukuat satırlarda kalırdı.

Yahut, velev ki deklanşöre basılmış olsun, "milli maç", "ulusal onur", "hiddet anı" gerekçeleriyle falan, gazetelerin spor sayfasındaki manşete pabuç gibi yerleşmezdi.

Oysa şimdi öyle mi? Kameradan kaçabilirsen kaç? Alimallah, mutlaka yakalıyor.

"Budala kutusu" aracılığıyla milyonların maçı an be an izlemesi bir yana, stüdyodaki işgüzár montajcı da o ayıp işareti siga siga ve çevire çevire hiç durmadan ekrana getiriyor.

Dur yahu, anladık işte! Çocukcağız biraz ásábileşmiş ve bir hatadır, yapmış.

Tekerrür etmeyeceğinden eminim, sembolik jesti ha bre tekrarlamanın alemi var mı?

* * *

HAYIR, burada sembolik dediğim için önce ruhbilimden kapı açacağım sanılmasın.

Yani, Emra Belözoğlu’nun işaretini açıklamak için onun ergenlikteki yetişme süreci ve İngiltere’deki saha hayatı konusunda derin tahlillere giren meslektaşlarımla aşık atmaya çalışıp, ünlü futbolcumuzu Freud ustanın psikanaliz kanepesine yatırmaya kalkışmayacağım.

Sonra da bilinçaltı eşelediğimi söyleyerek, "insanlık tarihinde erkek hakimiyetçi toplum" diye uzun uzun ve ukalá ukalá etno-sosyolojik bilgiçlikler taslamayacağım.

Haddime mi düşmüş, bunlar tabii ki benim boyumu fersah fersah aşar.

* * *

ANCAK
, söz konusu jestte benim bütün dikkatimi tek, ama tek bir şey çekti:

Şaka değil, biz şimdi gerçekten çok "alafrangalaşmışız" (!). Yahut, küreselleşmişiz.

Çünkü sorarım size, ne zamandan beri o hareketin Batılı kopyasını taklit eder olduk?

Halis muhlis ve okkalı sarıklı "Türk işaret" dururken, ne vakitten beri, trafiğe kızan veya kaynanasına hiddetlenen Frenkler gibi, gayet uyduruk bir hareketle yetinmeye başladık?

Almış olduğum "aile terbiyesi"nden (!) dolayı tabii burada ayrıntıya giremeyeceğim.

Ama benim Tophane’den bildiğim ve şaklatarak çok iyi becerdiğim; artı, yumruğu baş parmağımla tamamladığım yegáne bir kol hareketi vardır ki, işte s-i-m-g-e diye buna derim.

Her bakımdan "ses getirir" ve de çıtkırıldım Frenklerinki gibi, öyle havada kalmaz.

* * *

EVET, hiç değinilmedi ama futbolcunun hareketindeki esas nokta şurada odaklanıyor:

Artık, "ayıp işaretler"i bile küresel kılan yeni, yepyeni bir toplumsal olgu yaşıyoruz.

Bir nebze farketmeden, "edepsizlik kültürü"müzün jestlerinde dahi dönüşüyoruz.

Tribünlerden kaçamıyoruz ve basket kökenli avuç çaklatma selámının yerleşmesinden, karnaval geleneği olmayan bir ülkede seyircilerin boyanmasına, sahayla küreselleşiyoruz.
Yazının Devamını Oku

Kumkapı Yenikapı

16 Eylül 2007
Gece ortası Kumkapı’yla Yenikapı arasında kapı kapı dolanıyorum. Tanımadığım bambaşka bir sosyoloji, bambaşka bir ahali, bambaşka bir doku içinde cevap arıyorum. Karanlıktı. Hadi tam zifiriydi demeyeyim ama, yine de çok karanlıktı.

Evlerin açık kapısından sızan sarı huzmeler ve dükkan camekanlarından taşan neon ışıklar eğer az biraz aydınlık saçmasaydı, köhne şosedeki deliklerde sendelemek yahut sokağın her yanına taşmış çöp yığınlarına dalmak işten bile değildi.

Hatta, etrafta fink atan sayısız kedilerden birisinin kuyruğuna basmak da mümkündü. Şimdi ortalıkta ne deminki yakamoz pırıltısı, ne de ses cümbüşü vardı.

Şimdi hüzünler inmişti.

Çünkü şimdi gece vakti; çünkü şimdi gece ortası; çünkü şimdi gece yarısı ve ben refakatçimle birlikte Kumkapı’dan Aksaray’a doğru yürüyorum.

Hayır, o Kumkapı’ya felekten bir gece çalmak için gitmedim.

Ne masalardan birine oturdum, ne tek kadeh parlattım, ne de Rumeli havasına kulak verdim.

ICIĞINI CICIĞINI BİLİRİM

Sadecene ve sadecene, istasyondan itibaren Yenikapı’ya yürümek için gittim.

Zaten de, nispeten anayol sayılabilecek Türkeli Caddesi güzergáhını izlemiyorum.

Telliodalar, Mollataşı, Ehlidil falan, en ara sokaklara dalıyorum. Kayboluyorum.

Ama kaybolamıyorum ve de kaybolamam ki!

Kaybolamam, zira dişimi sıksam yarım yüzyıla yaklaşacak, Láleli’deki Koca Ragıp Paşa İlkokulu son sınıfta Tevfik Kut’a dönüşüp Gedikpaşa’ya taşındığında, sınıfımı, öğretmenimi ve arkadaşlarımı kaybetmeyeyim diye ebeveynlerim beni de oraya göndermişti.

Velev ki Haydar Bey Eczanesi’nde hademe Fatmanım elimizden tutup, bizleri her sabah akşam okula götürüp getiriyor olsun?

Velev ki annem, "Sakın o ne idiğü belirsiz mahallede dolaşmaya kalkışma" diye tembihleyip dursun?

Öğlen teneffüsü geldi miydi, gizliden gizliye pır!

Kadırga’da beş kuruşa çifte lokum; Langa’da turfanda salatalık; Nişanca’da misket yutmaca; Allah bir daha göstermesin, Surp Harutyun Kilisesi’nde Hrant’ın cenazesi falan, zil çalmadan ve papara yemeden öğleden sonra derslerine geri dönmeli.

Ben buraların ıcığını cıcığını bilirim, kaybolamam ki!

Ancak, coğrafyasında kaybolamıyorum ama sosyolojisinde kayboluyorum.

Zaten, kayboldum gitti. Yolumu yitirdim. Rehbersiz dolanıyorum.

Sokakların karanlığından dolayı değil, insanların bilinmezliğinden dolayı rotamı şaşırdım.

Çünkü, mekán hemen hiç değişmediyse de ahali öylesine sonsuz değişmiş ki!

Tanımadığım ve tanımayacağım ölçüde değişmiş.

BAMBAŞKA BİR DOKU

Kabul, buralar her zaman mütevazı mahalleler oldular.

Hatta, yoksul mahalleler oldular.

Buralarda hiçbir zaman "kalburüstü" aileler ikámet etmedi. Aydınlıklar ışıldamadı.

Ne yukarıdaki Ordu Caddesi’nin farklılıklar kalabalığına rastlandı, ne de aşağıdaki sahilin yakamozlar denizine girildi.

Káh ahşap, káh kágir evlerde daima, çoğunluğu Ermeni, haylisi Türk ve birazı Rum olmak üzere, nafakasını denizden çıkartan dost balıkçılar; odunu mobilyaya dönüştüren mahir marangozlar;"siftahı senden, bereketi Allah’tan" diyen kanaatkár işportacılar; Paskalya yumurtasını tokuşturan uslu çocuklar; neden, neden sonraları da, uzak köylerinden göçmüş taşra insanları oturdular.

Dolayısıyla, buralar daima İstanbul’un "avam" (!); hadi bilemediniz harc-ı álem semtleri arasında addedildiler.

Öte yandan, zaten aslında pazarcı meyhaneleri barındıran Kumkapı Meydanı’nın cümbüşünü kasten hariç tutarsak, mahalle içleri saza, söze ve caza da uzaktı.

Tamam, arada bir, leblebi külahıyla tek atılan tezgahlara rastlandığı olurdu.

Açık pencerelerden ud taksimlerinin duyulduğu veya kahve radyolarından maç spikerlerinin işitildiği de vakiydi ama, "eğlenceli" bir semt olduğu asla iddia edilemezdi.

Bugünkü kadar olduğu söylenemese bile, buralar dün de hüzünlüydüler.

Fakat soruyu tekrar kendi kendime soruyorum: Bugün buralar gerçekten de hüzünlü mü?

Zaten yanıtı bulmak için kasten oralara gittim ki, işte gece vakti, işte gece ortası, işte gece yarısı, şimdi Kumkapı’yla Yenikapı arasında kapı kapı dolanıyorum.

Benim tanımadığım; sizlerin ise muhtemelen hiç mi hiç tanımadığı ve daha sözünü etmediğim bambaşka bir sosyoloji, bambaşka bir ahali, bambaşka bir doku içinde cevap arıyorum.

Röportajda bulduğum veya bulamadığım o cevabı da gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku