Cumartesi hava ılıktı ve bir ikindi kahvesi içmek için "PİA"nın terasına oturdum. Öylesine, bir yandan önümdeki kitapları karıştırıyorum, diğer yandan da, dar açıdan ve teğetleme gözüken İstiklál Caddesi’nin kalabalığını seyrediyorum.
O İstiklál Caddesi ki önce İstanbul’un, sonra da Türkiye’nin mikrokozmosudur. Yani, şehrin bütün sosyolojisini yansıtır. Ülkenin de suretine ayna tutar. Hele hele, hafta sonları?
Evet bilhassa hafta sonları, çünkü uzak varoşlarda yaşayan yarı lümpen gençlerden, refah semtlerinde oturan şıkıdım kadınlara; artı, mutaassıp mahallelerde ikámet eden hicábi kızlardan, orta sınıf banliyö sákini rock çocuklara, cuma akşamından pazar gecesine dek şehrin tüm toplumsal yelpazesi Taksim’le Tünel arasında açılır, kapanır, yellenir. Ferahlatır.
Başka bir deyişle, söz konusu güzergáh "Grande Rue de Pera" veya "Cádde-i Kebir" isimleriyle anıldığı eski devirlerdeki "elitist" kimliğini çoktan yitirdiği içindir ki, fakir-zengin; yerli-taşralı; kentli-köylü, bütün bir İstanbul burada harmanlanır.
Ve, aynı İstanbul Türkiye makrokozmosunu oluşturduğuna göre, bu makrokozmos içinde bir mikrokozmos olan Beyoğlu’nun da ülkedeki "temel parametreleri"ni yansıttığını söylemek, o kadar vahim bir varsayım sayılmaz.
ÇİRKİN ORTALAMA
Neyse, işte ikinci kahvemi yudumlayarak caddeden akıp giden kalabalığa bakıyorum ve tabii ki pek çok istisnası var ama, yine de "ortalama"nın çirkin olduğunu düşündüm.
Bırakın ahım şahımlığı, çehreler cüsseler; boylar boslar; giyimler kuşamlar; bilhassa da hál ve oluş tarzları, benim öznel kıstaslarıma göre vasat bir güzellik dahi yansıtmıyordu.
Fiziki görünüm dışında da hep, "kitsch" dediğimiz türden bir uyumsuzluk sezinledim.
Her halükárda, şeyler benim estetik kıstaslarımla çelişiyordu.
Ve ne garip tesadüftür ki, tam bunları düşündüğüm sırada, Ahmet Muhip Dıranas’ın o an karıştırdığım "Toplu Yazılar" cildinde, 14 Eylül 1950 tarihli "Zafer" gazetesinde kaleme alınmış olan ve "İstanbul’dan Notlar II" başlığını taşıyan makaleye rastladım. Aynen aktarıyorum:
"İstanbul’da artık eskisi kadar bol güzel insana rastlanmıyor. Güzel soy üreten İstanbullu son yıllarda birden bire kalabalıklaşan şehrin içinde azınlıkta kalmıştır.
Ama sebep sade bu olmasa gerek. İstanbul insanlarında bir çirkinleşme hali var.
Güzelliğin refahla alakasını bilirsiniz. İstanbul’da refah bugün el değiştiriyor.
Bir zamanların müreffeh, zengin ve soylu aileleri bugün fakirleşmişler ve çirkinleşmeye yüz tutmuşlardır.
Buna karşılık, bir nesil istifası geçirmemiş olan yeni zenginler güzelleşebilmek için daha uzun zaman, aynı refah içinde soy değiştirmek zorundadırlar."
Dahası da var ama tamamını alıntılamıyorum.
İmdii, "Bahçede akasyalar açardı baharla / Ne şirin komşumuzdun sen Fahriye Abla" dizelerinin şairi yukarıdaki "çirkinlik" saptamasını yaptığında, henüz doğmamıştım.
Ve yarım asırdan fazla bir süre sonra bile, şu kahve terasının şu dar açılı masasından şu "ortalamada çirkin" Beyoğlu kalabalığına göz atarken, ben de aynı tespiti yapıyorum.
Artı, biliyorum ki Dıranas Usta meselenin can damarını tá o zaman yakalamıştır.
"Güzelliğin refahla álákası!"
Öyle, çünkü belki güzellik yerine "estetik"; refah yerine ise "şehir", daha doğrusu "burjuva" kelimelerini koyabiliriz ama, şüphe yok ki bu unsurlar birbirlerini tamamlıyor.
Dolayısıyla da, ikisi birden, yine Ahmet Muhip Dıranas’ın ifadesiyle insanı, "en büyük mucizesi olan çirkini keşfetmek ve onu güzelleştirmek" dürtüsüne sevk ediyor.
Yani, güzellik sanıldığı kadar Allah vergisi değil ve de illá gökten zembille inmiyor. Güzellik, bir oluşum sürecinin meyvesi olarak ortaya çıkıyor ve öyle toplanıyor.
Nitekim, fiziki açıdan, daha dengeli beslendiğiniz, daha çok spor yaptığınız, toprağın ve mevsimlerin durağan ritminden daha çok uzaklaştığınız ölçüde, kısa boylar uzamaya, ablak çehreler biçimlenmeye, engebesiz bedenler şekillenmeye, devasa basenler daralmaya başlıyor.
Fakat bilhassa, böyle bir dönüşüme paralel olarak "estetik kültür" oluşuyor.
Kadınsanız siyah saçlarınıza sarı meç çektirmiyor ve pırasa pırasa lülelemiyorsunuz. Ádabında makyaj yapıyor ve tayyörün altına da alaca bulaca şömiziye giymiyorsanız.
Erkekseniz de, işe giderken sinek kaydı tıraş olmaya, mokasenlerinizle uyumlu renkte çorap seçmeye ve özellikle, artık tenha köy çorbacısında değil tıkış tıkış hamburgerci dükkanında yemek yediğiniz için, o çoraplarınızın kokmamasına bin dikkat gösteriyorsunuz.
Ahmet Muhip Dıranas yukarıda bir de şöyle diyordu: "Bir nesil istifası geçirmemiş olan yeni zenginler güzelleşebilmek için daha uzun zaman, aynı refah içinde soy değiştirmek zorundadırlar."
Ve bin şükür, ister siz de "soy" deyin, ister başka bir şey, onun değişimi gerçekleşiyor.
Dıranas’ın o satırları yazdığı tarihten beri geçen elli yedi yıl bir toplum için nedir ki, nesil be nesil, kuşak be kuşak, soy be soy, bizim mikrokozmosumuz yine de gü-zel-le-şi-yor.
İşte nitekim, karşımdaki masaya çok hoş ve çok estetik bir kadın oturuverdi.
Ve aslında hiç niyetim yoktu ama, sırf onu alıcı gözüyle süzebilmek ve kaç kuşaktır burjuva olduğunu kestirmek için, "insanların en büyük mucizesi çirkini keşfetmiş ve onu güzelleştirmiş olmalarıdır" sözünü tekrar tekrar okuyarak, üçüncü bir kahve daha içeceğim.