BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon dahil, salı günü Madrid’de geniş katılımla başlayan ve esas olarak Hıristiyanları ve Müslümanları buluşturan "Medeniyetler Diyaloğu Forumu"na İspanya ve Türkiye’nin öncülük ediyor olmaları, o kadar büyük tesadüf oluşturmuyor.
Türkiye meselesine daha sonra geleceğim, ilkin İspanya’nın özelliği üzerinde duralım.
* * *
MALÛM, Berberî komutan Tarık İbn Ziyad’ın daha sonra kendi adını taşıyacak boğazı geçerek Afrika’dan İberya Yarımadası’na adım attığı 711 yılından itibaren, söz konusu coğrafya Arap - Müslüman fetihlerin Avrupa’daki temel yerleşim sahasına dönüşmüştü.
Neden sonra da, Kastilya Kralı 2. Ferdinando’nun sistematik biçimde öncülük ettiği ve iki buçuk asra yayılan "Rekonkista", yani "karşı fetih" başlatıldı.
Her halükárda da, son kale Gırnata emirliğinin düştüğü 1492 senesine dek, sekiz yüzyıla yakın, İslam toplumlarının en zirveye ulaştığı Endülüs uygarlığı burada hüküm sürdü.
* * *
EFSANE üretecekdeğilim ama şu kesin ki, Arabî - Berberî medeniyetin İsevi ve Musevilere tanıdığı hoşgörü ve müsamaha, tam anlamıyla "Kara Katolik" olan İspanyollar tarafından Müslümanlara ve Musevilere asla sağlanmadı. Tahammülsüzlük onlarda arşa vardı.
Öyle ki, kırk katır mı, kırk satır mı misáli, İberya yerlileri her yeni "karşı fetih"te, yukarıdaki din mensuplarını tehcir etmek veya vaftize zorlamak politikasıyla da yetinmediler.
"Morisko" denilen ve giderek Arapça kullanmalarına rağmen hep Mesih dinine bağlı kalmış olan en eski ahaliyi dahi tekrar "İspanyollaştırmak" (!) hevesine kapıldılar.
Daha artı, Hitler’den çok, çok önce tarihin ilk genetik ırkçılığını uyguladılar.
"Konversos" ve "maranes" adı verilen İslam ve Yahudi kökenlilerin şeceresini teker tekler çıkartıp, onları yine ya sürgüne gönderdiler, ya da Enkizisyon celládına teslim ettiler.
Öz olarak, İspanyollar Endülüs’ü kolektif hafızadan silmek istediler ve tá Franko nihayetine dek de, bin yıl müddetle kendilerini "Hıristiyanlığın ön mevzisi" (!) addettiler.
* * *
VE, işte o Franko morto, demokratik İspanya aynı kolektif hafızasını hemen tazeledi.
Aşk - nefret ilişkisi yaşadığı bir geçmişin nefret boyutunu çok büyük ölçüde törpüledi.
İktidar sağveya sol, Madrid hep "pro İslam" ve "pro Arap" başkent sayılır oldu.
Fas göçmenlerinden Körfez sermayesine, Müslümanların cazibe merkezine dönüştü.
Zaten, eğer şimdilerde Gırnata’nın El Basin semtinde dolanırsanız kendinizi tümüyle Mağribî bir kentte hissedersiniz. Yahut, Sevilla’nın, yani eski adıyla İşbiliye’nin üniversite kütüphanelerinde Arap - İslam tarihine ilişkin en eski ve en bilimsel tezleri okursunuz.
Zira, demokratikleşen ve laikleşen İspanya bir anlamda günah çıkarttı ve açık ve sivil topluma dönüşürken, aynı zamanda Endülüs’ün yakamozlu mirasını can-ı gönülden sahiplendi
İşte bunun içindir ki, "Medeniyetler Diyaloğu"na şimdi o İspanya öncülük ediyor.
Yukarıdaki gelişmeye de ulus devletler sürecinde "tarihle barışmak diyoruz!
* * *
İMDİİ, burada tekrar başa dönersem, aynı "Medeniyetler Diyaloğu Forumu"na Başbakan Erdoğan’ın da eş başkanlık yapması tabii ki mükemmel bir açılım oluşturuyor.
Ama ne var ki, Türkiye henüz İspanyol becerisini gösteremedi! Tarihiyle barışamadı.
Nitekim, öz be öz b-i-z ve b-i-z-i-m olan Patrikhane’yi "düşman" saymıyor muyuz?
Bizans anıtı yıkmıyor ve azınlık vakfı gaspetmiyor muyuz?
Misyonerlerde "casus" (!) keşfetmiyor ve rahiplerde gırtlak kesmiyor muyuz?
Ve cumartesi günü de, sonsuz acılar utançlar içinde, yine öz be öz b-i-z ve b-i-z-d-e-n olan Hrant Dink’i, katledilişinin birinci yıldönümünde anmaya hazırlanmıyor muyuz?
Kendi uygarlık tarihimizle barışamazsak "öteki"ninkiyle nasıl diyalog kuracağız ki?