HABER fazla etki yapmadı ama, aslında gelişmeleri çok dikkatle izlemek gerekiyor.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın perşembe günü açıkladığı ve ya yılın birinci çeyreğinde ya da ilk yarısında gerçekleşecek Türk - Alman - Fransız zirvesini kastediyorum.
Eh, sır olmadığına göre de, Erdoğan’ı Berlin lideri Merkel ve Paris önderi Sarkozy’le buluşturacak olan bu doruk toplantısı tabii ki Ankara’nın AB üyeliği konusuna odaklanacak.
Dolayısıyla, her iki motor başkentin mızıkçılıkta da "motor" rol oynadığı düşünülürse, aynı zirvenin "stratejik" bir anlam taşıyacağını söylemek yanlış bir varsayım oluşturmaz.
* * *
ÖNCE, burada sorulması gereken ve benim yanıtını bilmediğim ilk nokta, böylesine hayati bir zirve talebinin Türkiye’den mi, yoksa Topluluk’tan mı geldiği sorusunu içeriyor.Bu "diplomatik? protokoler" sorgulamayı nemden nezle kaptığım için yapmıyorum.
Çünkü, eğer söz konusu talep, "Tekere çomak soktuğunuz yetti. Şöyle baş başa bir halvete girelim de eteğinizdeki taşları dökün. Biz de ona göre tutum belirleriz" diyen bir Ankara diplomasisinden geldiyse ve de "he" denildiyse, bunu olumlu haneye yazmak gerekir.
Demek ki, inisiyatifi alan ve dolayısıyla da karşı kampı zorlayan taraf Türkiye’dir.
* * *
OYSA aksi durumda, yani eğer teklif Alman - Fransız kaynaklıysa, gelişmeye daha ihtiyatlı bakmak zorunluluğu doğar. Temkinli ve tedbirli yaklaşmak ihtiyacı pekişir.
Zira, tamam, tabii ki müneccibaşı değiliz ve de söz konusu zirveye dek Berlin’deki Spree ve Paris’teki Seine nehri köprülerinin altından hangi suların akacağını bilemeyiz.
Dolayısıyla da, Merkel-Sarkozy ikilisinin neler söyleyeceğini şimdiden kestiremeyiz.
Ancak, onların "genel tutumu" zaten ortada olduğundan, Alman - Fransız çiftin Ankara temsilcisine öz itibariyle, "Aman gözünü seveyim, şu AB işinden vazgeç de seni ihyá edelim" türünden bir yaklaşım içine gireceğini varsaymak, yanlış bir öngörü oluşturmaz.
Başka bir deyişle, eğer "üçlü zirve" talebi yukarıdaki "ikili"den geldiyse, kulağımıza şimdiden kar suyu kaçmasını doğal karşılamak gerekir.
* * *
FAKAT bunu derhal, aynı Franko - Cermen çiftin şimdiden o "ihyá" (!) konusunda anlaştığı ve ortak bir siyaset belirlediği şeklinde yorumlamak da hatalı tahlile götürür.
Çünkü, şüphesiz toplantı öncesinde onlar böyle bir siyaset saptamak için baş başa temas gerçekleşeceklerdir ama, şimdiki aşamada herhangi bir "tek seslilik" mevcut değildir.
Üyeliğe itiraz hariç, Berlin ve Paris’in alternatifte ortak bir Türkiye politikası yoktur.
Nicolas Sarkozy tarafından Ankara’ya "kaptanlığı" önerilen o gayet hayali ve gayet áfaki "Akdeniz Birliği" projesine Angela Merkel zaten çok soğuk ve mesafeli bakmaktadır.
Artı, iki partöner gerek AB’nin kendi geleceğine ilişkin sorunlarda, gerekse Birleşik Amerika’nın Ankara desteği konularında farklı yaklaşım sergilemektedirler.
Dolayısıyla da, aynı liderlerin hedefi, doruk toplantısında "nabız yoklaması"nın da çok ötesine geçmek ve Türkiye’nin tansiyonunu milimetrik biçimde ölçmek olabilir.
Yani, Erdoğan’ın sergileyeceği iráde ve kararlılığa göre, henüz mevcut olmayan o politikayı tekrar belirlemek hesabını güdebilirler.
* * *
VE nihayet, Ankara - Berlin - Paris zirvesi projesinin oluşumu belki de, tüm tarafların kulislerdeki dirsek temaslarına paralel olarak ve hep birden, "Hadi, üçümüz de masaya oturalım ve işi artık enine boyuna konuşalım" demiş olmalarından kaynaklanmıştır.
Böyle gelişmeler diplomatik arenada "vaka-i ádiye" sayılır.
Ancak her halükárda da şu kesin ki, gelecek günlerde daha çok konuşacağımız Türk - Alman - Fransız doruk toplantısı, ülkemizin AB sürecinde ciddi bir viraj oluşturacaktır.