Hadi Uluengin

Teessüfler kitabı

6 Nisan 2008
Ama kabahat bende! Be adam, hadi son bir gayret şu serumu çıkart; hastanenin yoğun bakım bölümünden tüy; gizlice taksiye atla ve bir koşu müstakbel mezarına git. Ciltler istediğin gibi sıralanmış mı iyice denetle, sonra tekrar yoğun bakıma dönersin. Teessüf ederim, aradan bir hafta geçti ama sizlerden hiç ses seda çıkmadı. Demek kıymetim bu kadarmış! Öyle olsun, ben de bir tarafa yazıyorum.

Oysa geçen pazar buradan bir çağrı yapmıştım. Kendime mezarlık diye ufak bir arsa aradığımı söyleyerek, elinizde veya bildiğinizde varsa, göz kulak olmanızı rica etmiştim.

Tabii ufak dedimse, ancak malûm tabutun sığacağı boyutu kastetmiyorum.

O vakit de belirttiğim gibi, on metre boyutlarında falan ve ferah feza cinsinden olmalı.

Fakat siz, tapuya kayıtlı ve imara uygun tek bir teklif dahi vermediniz. Eh sağlık olsun, nasılsa bulacağım.

Şeytan kuyruğuna kurşun, eğer o vakte kadar sekte-i kalpten áni bir "gidişat" gerçekleşmezse, ne yapıp edip şöyle sükûnetli bir yerde küçümen parselcik edineceğim.

Sonra, hadi ustalar buyurun ve şurayı önce betonarme bir duvarla çevreleyin.

Ardından da, hadi marangozlar testereye, çiviye ve çekice kuvvet, bütün oraları tavandan tabana raflarla donatın. Hepsini çok simetrik isterim.

Ve nihayet elektrikçiler, hem tam ortaya gelecek láhdimi, hem de söz konusu rafları iyicene aydınlatacak esaslı bir kablo tesisatı yerleştirin. Halojen lamba sistemi tercihimdir.

Neyse, işte ahrete de kütüphanemle birlikte gitmeyi garantiledim ki artık ölüm kolay!

DÜNYEVİ MALLARLA MEZARA

Evet efendim, haftalardır anlattığım gibi, fáni kulunuzun vefatından sonra "kitap mirası"ma kimin konacağı sorusunu öyle çok düşündüm ki, sonunda yukarıdaki kararı aldım.

Çünkü, daha önce de söylemiştim, hadi hanım kızımın sinema ve sanat tarihi; ortanca oğlumun da müzikoloji ve bir ihtimal bazı felsefe ciltlerine "sulanacağını" (!) varsayalım.

Gerisinin yüzüne kimsenin bakmayacağını elimle koymuş gibi biliyorum.

Türk ve ecnebi klasik edebiyat; psikoloji ve psikanaliz; iláhiyat ve dilbilim; sosyoloji ve antropoloji; bütün bir antik ve çağdaş felsefe; bilhassa ve bilhassa da, o felsefenin siyasetbilim uzantısı ve tarihçesi, bunları çarçur edecekleri şimdiden malumumdur.

Allah bilir, kiloyla kesekağıdı fiyatına eskiciye vermek gafletine bile düşebilirler.

Olmadı, benim bulunmaz hazinlerim karşısında sinsi sinsi el ovuşturacak ama "canım bunlar on para etmez" diye çocuklarımı tongaya bastıracak bir sahaf çağırırlar.

En kabadayısı da, bir okul veya üniversite kütüphanesine bağışlarlar.

Hayır, hayır, hayır ve de kararım karar, ben kütüphanemle birlikte mezara gideceğim ki, vasiyetimi noter önünde de tasdik ettirmeye hazırlanıyorum.

Yine teessüf ederim, niye şaşırıyorsunuz? Neden şoke olmuş havalara giriyorsunuz?

Bizim taraflarda ta Sümerlerden, Elám’dan, tabii bilhassa da bu işin en erbabı Kádim Mısır’dan; sonra Avrupa’da Keltlerden, Cermenlerden, İberlerden; hatta Yeni Dünya’da Azteklerden ve İnkalardan itibaren mezarı dünveyi mallarla beraber boylamak ádet değil miydi?

Burada oturup size teker teker şu firavun filanca hazinesiyle; bu kraliçe falanca ziynetiyle; o klan reisi fişmekan silahlarıyla gömülmüştü diye çetele çıkartacak değilim.

Hele hele, Çin’e dek uzanıp bunlara bir de cáriye ve gözdeleri katacak hiç değilim.

Siz benim gibi biliyorsunuz ki, "öbür tarafa" gidenlerin "bu taraftaki" eşyalarını da beraberlerinde götürmesi çok eski bir töredir ve ancak semávi dinlerle geçerliliğini yitirmiştir.

Hatta, papaların, kardinallerin, piskoposların en şıkıdım cüppeleri giydirildikten ve asáları ellerine tutuşturulduktan sonra láhde girdiği düşünülürse, son nokta dahi tartışılabilir.

KABAHAT BENDE

Ee, madem öyledir, firavun, kral, piskopos değilim diye katır boncuğum mu eksik?

Neden ben de bunu tekrarlayamayacakmışım? Mezár benim, kim karışabilir?

Niçin, içine bırakılacağım derin ve geniş çukuru yegáne ve yegáne "dünyevi" mülküm olan kütüphanemle çevrelettirip ahrette de gönül rahatlığıyla oturamayacak mışım?

Oh be dünya varmış, son Fatiha’yla yukarıdaki curcuna nihayete erip el ayak çekildikten sonra işte usulca yerimden kalktım ve doğru kütüphaneme yollandım.

Yollandım ve çok muhtemelen, Ernst Jünger’den yeni ısmarladığım ama daha açmaya vakit bulamadığım "Savaş Defterleri"nde "1939-1945" bölümünü raftan çekerim.

Yahut, Prens Sabahaddin’in "Bütün Eserleri"nde, ancak yarısına gelebildiğim "Gönüllü Sürgünden Zorunlu Sürgüne"ye devam ederim.

Olmadı ve henüz yeni yerime alışamadığım için havaiyat mı istiyorum. O takdirde, "Amerikan Efsaneler"in "pin-up kızlar ve nikelli kamyonetler" albümüne bakarım.

Bu arada da, alfabetik değil mutlaka kronolojik sıraya dizilmiş olması gereken siyaset felsefesi bölümünde, Raymond Aron’un 1960’lı yıllar başında imzaladığı "Sanayi Toplumu Üzerine On Sekiz Ders" kitabının, Oswald Spengler’in 1920’li yıllarda yazdığı "Batı’nın Gerilemesi" cildinden önce geldiğine çok sinirlenirim ki, aniden nevrim dönebilir.

Oysa, láhid bittikten sonra kütüphanemi evden oraya taşıttırırken her rafın kare kare ve yakın plan fotoğrafını çekmiş ve kitapların aynı sırada dizilmesini bin defa tembihlemiştim.

Ama kabahat bende! Be adam, hadi son bir gayret şu serumu çıkart; hastanenin yoğun bakım bölümünden tüy; gizlice taksiye atla ve bir koşu müstakbel mezarına git.

Ciltler istediğin gibi sıralanmış mı iyice denetle, sonra tekrar yoğun bakıma dönersin.

Yoğun moğun, zaten nasılsa birazdan morgu, oradan da "ebedi istirahatgáh"ı boylayacaksın ki, için şimdiden rahat olsun ve kütüphane düzenin "ebediyen" bozulmasın!

Ve sonra, ve eyvah, ve tüh, bu korkunç feláketi işte şimdi fark ediyorum.

Okuma gözlüklerimi de yukarıda unutmuşum ki, yine teessüf ederim, hatırlatmadınız.
Yazının Devamını Oku

Kalıcı NATO

5 Nisan 2008
ON dokuz yıl önce "Duvar" yıkılıp komünizm çöktüğünde; dolayısıyla da, harakiri yapan Varşova Paktı intihar ettiğinde, ona zıt kutup NATO’nun hálá süreceğine kim inanırdı? Eski Sovyetlerin enflasyon kapiğiyle bile olsa, kaç kişi "Kötülükler İmparatorluğu"na karşı kurulmuş bir Batı savunma örgütünün bugün de kalıcı olacağına dair bahse girerdi?

Doğrusu, benim gibi "cüretkár kumarbazlar" (!) hariç pek az kimse!

***

ÖYLE ve zaten Halep oradaysa arşiv buradadır ki, isteyen hemen araştırabilir.

O vakitler, Amerikan strateji dergisi "Foreign Affairs"deki çarşaf makaleler dahil, en "baba" yorumcular, misyonu bittiği için NATO’nun kısa - orta vadede yokolmaya mahkûm olduğunu söylerken, cereyana göğüs geren bu satırlar yazarı ısrarla tam tersini savundu.

Nedenlerini de daima dört ana çerçeveye oturttum:

***

BİR; Brüksel merkezli kurum Atlantik’in iki kıyısını birleştiren yegáne organizmadır.

Pakt’ın ortadan kalkmasıyla Amerika - Avrupa ilişkileri ölümcül bir darbe yemiş olur.

Bu tür bir gelişme de, ABD’de hep tetikte bekleyen "izolasyonist" hayaleti hortlatır.

İki; tamam, "Duvar"la birlikte eski statüko da yıkılmıştır ama, onun yerini alacak yeni bir statüko oluşmamıştır. Müneccimbaşı değiliz, ne zaman oluşacağı da meçhûlumüzdür.

Oysa, şimdi yaşanacak uzun "geçiş dönemi" mutlaka istikrarsızlıklar getirecektir.

Ve, eski statükonun ciddi bir istikrar unsurunu oluşturmuş olan NATO da "piyasadan çekildiği" takdirde, söz konusu istikrarsızlıkların kaosa dönüşmesi ihtimali kaçınılmazdır.

***

ÜÇ; Avrupa’nın siyasi çatısı olan AB ne diplomatik; bilhassa da, ne askeri bir güçtür!

Yaşlı Kıta’nın "cebri caydırıcılık" kábiliyeti yoktur. Cüssesi hantal ve hácmi koftur.

ABD’nin lojistik desteği olmadan "kılını kıpırdatmak" mecáline sahip değildir.

Dolayısıyla da dört; kızıl veya değil, kendi tarihi deneylerinden ürü Rusya’nın hep Rusya kalacağını bilen eski Doğu Bloku ülkeleri işi sağlam kazığa bağlamak isteyeceklerdir.

Güvenliklerini ancak Washington eksenli bir NATO’ya emánet edebilirler.

Ve işte bütün bunlardan dolayıdır ki de, ruhuna pek erken Fatiha ve mevlit okutulan Kuzey Atlantik Paktı İttifakı’nın varlığı daha uzun bir süre devam edecektir.

***

NİTEKİM, etti, ediyor ve de edecek!

Oysa, söz konusu "Duvar"ın ve "Kötülükler İmparatorluğu"nun çöküşünden sonra aşağıdaki yeni, yepyeni "mucizeler"in (!) de yaşağınacağına kim inanırdı ki?

Dün biten ve atmış yıllık NATO tarihindeki en önemli oturumlardan birisi olan Bükreş Zirvesi’nin, kızıl voyvoda Çavuşesku’nun başkentinde gerçekleşeceğini kim düşünürdü ki?

Misafir Putin dahil, üyesi ve adayıyla tam otuz iki liderin, yıkılmış "Demir Perde" deki en "çelik zırhlı" (!) ülkelerden birisinde bir araya geleceğine kim ihtimal verirdi ki?

Üstelik de, aynı liderlerin aynı kızıl despot tarafından "Halk Sarayı" diye ve "Stalin barok" mimariyle inşa ettirttiği o megalomanik binada buluşacaklarını kim hayal ederdi ki?

***

SONRA, Tuna akıntılı bu son doruk toplantısında, fi tarihindeki "kıpkızıl" Enver Hoca’nın Arnavutluk’u ve "pembemtırak" Tito’nun Hırvatistan da üyeliği garantiye aldılar.

Artı, Makedonya mutlaka; Gürcistan ve Ukrayna’ya da kapıyı kısmen araladılar.

Yani, "Duvar" çöktüğüde ancak on altı oysa şimdi yirmi altı bayrağı olan; yakında da bu sayıyı yirmi sekize ve belki otuz bire çıkartacak olan NATO, kalıcılığını kesinkes ispatladı.

Ancaak, aynı NATO kendi kurumsal kalıcılığını Bükreş’te "a" artı "b" tescil etmiş olsa bile, genel "kalıcı sorunları" hiçbir şekide çözümleyemedi ki, bunu salıya bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Statüko hukuku

3 Nisan 2008
HUKUK tartışılamazmış! Yargı eleştirilemezmiş! Adalet yorumlanamazmış!<br><br>Ne demek bu? Kim ne hakla ve hangi cüretle böyle bir fetva buyuruyor? Danıştay Başsavcısı’dır diye, onun idamlara düzdüğü methiyeye alkış mı tutmalıyım?

Veya, masûm mahkûm etmiş Dreyfus Davası’ndaki "adalet"i mi kabulenmeliyim?

Yoksa, emekli elçi gibi Nazi "hukukçu" (!) Carl Schmitt’en mi örnek vermeliyim?

Ve tabii daha yoksa, öteki Başsavcı’nın AKP’yi kapatmak için gazete kupürlerinden yazdığı "iddianame"yi (!) mi "dokunulmaz" addetmeliyim?

Hayır, hukuk da, yargı da, yasa da tartışılır ve eleştirilir ki, daima da öyle olacaktır!

* * *

EN önce, yukarıdaki tabu tutum "Şeriatın kestiği parmak açımaz" deyimindeki kulluğun sekülerleştirilmiş biçimidir. "Laikçi" zevát dogmayı "lá-dini" kıldığını sanıyor.

Ama aynı zihniyeti kullanıyor. Zaten de ürettiği "kutsal"ın kıymet-i harbiyesi sıfırdır.

Çünkü, hukuk daha insani varoluştan itibaren tartışılmıştır. Asla durağan olmamıştır.

Zira, büyük "H"la Hukuk nedir ki? "Sosyal ilişkileri" düzenleyen kurallar bütünür.

Oysa toplumlar, dolayısıyla da maddi ve manevi olarak o sosyal ilişkiler hep dönüşür.

Nitekim, taş devri kabilelerinde avı zıpkınlayan mağara adamının en iyi et parçasına sahip olması ve gerisini de sırf kendi klanına dağıtması ilk "yasal hukuk" çerçevesine girer.

Ama ok ve yayın icádıyla avlanma yöntemi maddeten ve dayanışma ruhu manen geliştiğinde, eski hukuk da değişmiştir. Ava çıkamayan yaşlı ve sakatlara da et dağıtılmıştır.

Üretim hacminin ve toplum ahlákının dönüşümü yeni bir hukuk yaratmıştır.

* * *

AMA kuşkusuz, bileği kuvvetli olduğu; oku nişanı bulduğu; eti ayağına geldiği ölçüde paylaşımı reddedenler eski ayrıcalığı savunacaklardır ki, buna "statüko hukuk"u diyoruz.

Onlar hep mevcut yasaya dayanacaklardı ve káh "Şeriat’ın kestiği parmak acımaz"; káh da "yargının dokunulmazlığı tartışılmaz" diyerek, yenisinin önüne duvar öreceklerdir.

Dolayısıyla, yeni sosyal yapıya uygun olan ikincinin yerleşebilmesi ancak ve ancak, bir önceki "statüko hukuk"una karşı yürütülecek bir mücadeleyle mümkündür.

Eh, tartışmadan, eleştiriden ve çelişkiden muaf bir mücadele olamaz. Düşünülemez.

Eğer toplumsal dinamikler "adli muhafazakarlık"ı sarsmaz ve tabu sorgulayarak onu da kendi düzeyine çıkmaya zorlamazsa, hiçbir hukuk kendi kendini yenilemez. Yenileyemez.

Zaten, Hammurabi’den Mısır’a ve Roma’dan AB Anayasası’na, o toplumsal dinamikleri çoğu kez arkadan izlemiş olan her hukuk, bir "statüko - dönüşüm" mücadelesinin sentezidir.

* * *

AMA tabii tüm bunlar, mevcut yasaları "takmamak" (!) anlamına gelmiyor. Asla!

Aksi takdirde, taş devrinin bile ilk dönemine götürecek Somali türü bir kaosa gidilir.

Dolayısıyla, hiç şüphesiz ki her birey, yurttaş ve kurum, bir yenisi oluşana dek, hálen geçerli olan hukuk sistemine ve onun yargı ve yasalarına riayet etmekle yükümlüdür, nokta.

* * *

ANCAK, ilke böyledir diye kimse "hukuki tartışmaları"ı yasaklayamaz.

Yani, haksız yere kesilen parmağımın acısını bağırmam "tabu"yla engellenemez.

Danıştay Başavcısı’nın idam övgüsüne "vicdaaan" diye haykırmam da önlenemez.

Yargıtay Başsavcısı’dır diye de, gazete kupürü "iddianame"yle AKP’yi kapatmaya çalışmasını; bunu káale alan Anayasa Mahkemesi’nin ise aynı Anayasa’da dokunulmazlıkla donatılmış Cumhurbaşkanı dahil "dava"yı kabullenmesini benim eleştirmemem beklenemez.

Toplumsal dinamiklere uzak bir "statüko hukuku"yla uzlaşmam ise hiç beklenemez.

Ama yasal yurttaşım ve tabii ki ben de, o dinamiklerin er veya geç üreteceği yeni "dönüşüm hukuk"una dek beklemekle yükümlüyüm.
Yazının Devamını Oku

AKP’ye yalan emsál

2 Nisan 2008
"STATÜKO zaptiyeleri" yine yalan söylüyorlar. Yine işkembe-i kübradan atıyorlar.<br><br>Eh, AKP’ye yönelik "hukuki darbe"de minareye kılıf gerekiyor ya, uydur bakalım. Dolayısıyla, son bir haftadır da aşağıdaki tahrifatı dillerine ve kalemlerine doladılar.

Önce, hiç utanmadan ve hiç sıkılmadan, "böyle şeyler Batı’da da olur" diye girizgáh yapıyor ve hemen ardından, Belçika’daki "Flaman Bloku" partisinden dem vuruyorlar.

Zira, "VB" kısaltmasını kullanan bu şoven ve ırkçı kurum, dört yıldır yine aynı rumuz altında, fakat "Flaman Çıkarları" (Vlaams Belang) ismiyle siyaset sahnesine çıkıyor.

İşte bizim hazretler de buradan hareketle, aynı partinin yasaklandığını yumurtluyorlar.

Tekrarlıyorum, böyle bir mugaláta baştan sona kadar yalandır ve de kuyruklu yalandır.

* * *

HAYIR, tahrifatın aksine, Belçika Danıştay’ı "Flaman Bloku"nu asla yasaklamadı.

Bu parti 14 Kasım 2004’deki Anvers kongresiyle kendini gönüllü olarak feshetti.

İsim değiştirdi ve daha o an, tamamen aynı program ve üyeler etrafında tekrar kuruldu.

Bunun ilk nedenini, yerel seçimler arifesinde "imaj yenilemek" çabası oluşturuyordu.

Diğeri ise, Gent şehir mahkemesi partinin yan örgütlerini "ırkçılık" suçlamasıyla ağır para cezasına çarptırdığı için, "papelleri kaptırmamak" açıkgözlüğünden kaynaklanıyordu.

Ve Kuzey’de yüzde yirmi oy alan "VB" hálen Parlemanto’da 19 temsilciye sahiptir.

Dolayısıyla, sakın ha, bizim "statüko zaptiyeleri" demokratik hukukla özdeşleşmiş o Benelüks ülkesini "despotik hukuk" sultası altındaki Türkiye’ye bir daha örnek vermesin.

Yalanı dahi yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar ki, sipsivri Pinokyo burunları uzuyor.

* * *

ÖTE yandan, bırakın Belçika’yı falan, rejimin kökleştiği bütün çoğulcu ülkelerde ne zırt pırt parti kapatılır; ne de kapatılması için, gazete kupüründen "iddianame" hazırlanır.

Demokrasiler çocuk oyuncağı değildir. Onların ayrılmaz parçası olan siyasi kurumlar ise "hakimler"in iki dudağı arasından çıkacak fetváların yaz - boz tahtası hiç değildir.

Ve yegáne yasaklama istisnalarını, şiddeti fiilen savunmak; başka ülke casusu olmak ve evrensel hukuk tarafından insanlık suçu addedilen Nazizmi álenen sahiplenmek oluşturur.

Zaten 2. Savaşı nihayetinden itibaren yakın Avrupa tarihi incelendiğinde, sonsuz nadir de olsa, kapatılmış tüm siyasi kurumların yukarıdaki kategoriler içinde yer aldığı ortaya çıkar

* * *

NİTEKİM, Bask tedhiş örgütü "ETA"nın legal kolu olduğunu bağıran ve hep çeşitli isimler altında zuhur eden "Batasuna", konjonktüre göre, İspanya’da ara sıra yasaklanmıştır.

Ama daha geçen ay gerçekleşen seçimlere de "Aukera Guztiak" adıyla katılmıştır.

Öte yandan, Batı Alman Komünist Partisi "KPD"nin 1956 yılında kapatılması, söz konusu kurumun Doğu Berlin tarafından idare ve finanse edildiğinin ispatıyla gerçekleşmiştir.

Fakat yine de 1968’den itibaren "DKP" adıyla tekrar faaliyet göstermeye başlamıştır.

Ancaaak, kasten cımbızla seçtiğim bu çok istisnai iki örneğe rağmen ne Kuzey İrlanda’daki "İRA" terörünün uzantısı olan "Sinn Fein" Birleşik Krallık’ta; ne, táa 1946’dan beri neo -faşizmin kitle partisi oluşturan "MSI" İtalya’da; ne de, her ikisi birden neo-nazizmle gerdeğe giren "NPD" Almanya’da ve "FPÖ" Avusturya’da siyaset sahnesinden uzaklaştırılmışlardır.

Eee, AKP yasağına emsál arayanlara göre hani "Batı’da da böyle şeyler oluyordu?"

* * *

EVET evet, bizim "statüko zaptiyeleri"nin özrü ve yalanı kabahatinden de büyük.

İslami hassasiyetten demokratik bir kurum olan AKP’yi yukarıdaki partilerle kıyaslamaya kalkışmak cüretkárlığı yetmiyormuş gibi, bir de minareye kılıf ararken, o kılıfın örnek verdikleri klise kulesine dahi hiç uymadığını bilemeyecek kadar cehalet sergiliyorlar.

Onların yalanından kim ölmüş? Ama gerçeği haykırmak da demokratların boyun borcu.
Yazının Devamını Oku

Fidel’e destan cehalet bostan

1 Nisan 2008
NE zaman ki megaloman Küba diktatörü Fidel Kasto’ya sahte destan, yalancı efsane ve cahil methiye düzülür, işte o zaman da benim cinlerim başıma toplanır. Nevrim dönüverir. En önce, burada biline ki Antil ülkesini kırk yılı aşkın bir süredir adım adım izliyorum.

Küba merakım henüz "cinnet yıllarım"a yelken açarken başladı. Binbir zorlukla Havana’dan İstanbul’a getirttiğim "Granma" ve "Tricontinental" dergilerini okur oldum.

Eh yaşım toy ve ahmaklığım diz boyu, Jean Paul Sartre’lerden Regis Debray’lere, "entelokrat" denilen ve züppelik üreten o "sol" aydınların "Kastromani"sine kapılmıştım.

Dolayısıyla, Karaip adasının çağdaş tarihini bir papağan gibi ve ezbere anlatabilirim.

* * *

ARTI, aynı "cinnet yıllarım"ı noktaladıktan sonra da ilgim nihayete ermedi.

Küba’yı bu defa da, Gümüşsuyu’ndan aşağı 6. Filo askeri kovalarken attığım "Ernesto’ya bin selám" sloganının romantizmine niçin kapıldığımı; dolayısıyla, nasıl bir naiflikten ötürü totalitarizm batağına saplandığımı kendi kendime açıklayabilmek için sorguladım.

Castro’nın kızıl diktatoryasını bir "vicdani hesaplaşma" unsuru olarak inceledim.

Ve, işkembe-i kübradan atmadığı vurgulamak için şunu da ekleyeyim ki, gittim de!

* * *

GİTTİM ki, ayıp tercümesini size bırakıyorum, gümrükten çıkıldığı an "kamon senyor, tüventi dolar, gud cob" diye üşüşen küçük kızcağızlardan kendimi kurtardığımda, "sosyalist cennet" ne kelime, "sosyalist kerhane"ye geldiğim kafama tamamen dank etti.

Sonra, turistik yerler hariç tek ampul yanmayan semtlerden geçerek otele vardığımda, ertesi sabah, korumalara rüşvet vererek çöp artığı karıştıran sonsuz yoksul insanları seyrettim.

Yalanım varsa çocuklarımı görmek nasip olmasın, Çin ve Mısır hariç, gezdiğim tüm ülkeler arasında uçurumun ve eşitsizliğinin Küba kadar göz çıkarttığı başka yere rastlamadım.

Dehşet ayrıcalıkla donanmış ve militarist oligarşiyle bütünleşmiş çok azınlık bir "kızıl burjuvazi"; onun denetlediği fahişelikle "turist tırtıklayan" ve "orta halli" olmaya çalışan gayet cüzi bir şehirli kesim; ve nihayet, sefalet içinde yaşan sonsuz geniş kitleler!

İşte Fidel Castro’nun Küba’sı budur ve gerisi koca, koskoca bir yalan ve efsanedir!

* * *

EFSANE dedim de aklıma geldi. Georges Dumezil’in "Efsane ve Destan" başyapıtı bir; Roland Barthes’in "Modern Mitologyalar" denemesi de iki, bunları iyicene özümsemiş insan Castro’nun sahte efsanesini öylesine rahatlıkla yerle bir eder ki! Soyup soğana çevirir.

Zira, her efsane gibi "Sakallı"nın bütün yalanları da "sembolizm" üzerine kuruludur.

Örneğin, Fidel Efendi en baştan beri, kendinden önceki diktatör Fulgencio Batista iktidarında sosyal eşitsizliğin hüküm sürdüğünü "simgesel propaganda"ya dönüştürmüştür.

Peki de, tam "Devrim" arifesindeki 1958 yılında Küba’nın en zengin ve en okur-yazar ikinci Latin ülke olduğunu; televizyonda ilk sırayı aldığını; aynı yıl 40 milyonluk Türkiye’de 100 bin otomobil varsa, bunun 7 milyonluk Antil devletinde 220 bin olduğunu kaç kişi bilir?

Kim yukarıdaki "mitolojik" propagandanın cilásını kazımak zahmetine katlanmıştır?

Kim "kızıl semboller efsanesi"nin rengini zımparalayıp, yarım asırlık "komünist eşitsizlik"le, ondan önceki "sermayedar eşitsizlik" arasında ciddi bir kıyaslama yapmıştır?

Kim "kapitalist kerhane" dönemindeki hayat düzeyinin ve gelir dağılımının şimdiki "sosyalist kerhane" işletmesinden fersah fersah ileride ve "eşitçi" olduğunu incelemiştir?

Yani, kim o Batista yıllarında kişi başına GSMH’nin Portekiz’i aştığını öğrenmiştir?

* * *

HİÇ şüphesiz ki, Büyük Kemal Atatürk’le totaliter başıbozuk Che Guevara’nın resmini yanyana koymak gafletiyle avunan o hazin ve o cahil "ulusalcı" taife değil!

Dolayısıyla, Allah bizi "Fidel efsanesi" yutturan "cehalet destanları"ndan korusun.
Yazının Devamını Oku

Arsa aranıyor

30 Mart 2008
Paşa paşa kendinize bir mezar bulur ve de "beni oraya gömün" diye noterden tasdikli vasiyetname bırakırsınız ki, sen sağ ben selámet ve gerisine Allah kerim! Çünkü ecel bu, belli mi olur? Belki benim gibi ruhunuzu Mefisto’ya satarak ebedi gençlik iksirinden içtiğiniz için daha bin yıl yaşarsınız; belki de El Kaide taifesi uçağınızı havada infilák ettirir ki, değil başınızda Fatiha okunacak bir mezarı, tozunuzun konacağı bir karton kutu bile bulamazsınız. Efendim, angarya olsun diye söylemiyorum ama şöyle bir aklınızda bulunsun.

Enine boyuna altı, yedi medi; en kabadayısı on metreye on metre sathında bir arsa arıyorum.

Leb-i derya manzarası veya kalantor sayfiye mıntıkası falan hiç umurumda değil!

Ancak mümkün mertebe gözden uzak ve sükûnetli bir yerlerde olmasını tercih ederim.

Fakat tabii, burada sütunumu bedava ilán tahtası gibi kullanıp "ilgilenenlerin aşağıdaki telefon numarasına başvurması gerekir" diyecek değilim.

BİR-İKİ PARSELE SIĞMAM

Daha neler, bu takdirde size ve gazeteye saygısızlığın daniskasını yapmış olurum.

Yine de, işte yüzümü kızartıp rica ediyorum ki, elinizde, tanıdığınızda, bildiğinizde yukarıdakine benzer kelepir bir toprak parçası varsa, size zahmet ve sevabına, şu fakirciğe bir elektronik posta gönderiverin.

Söz, eğer anasının nikáhı bir fiyat istemiyorsanız ben derhal temasa geçeceğim.

Hayır hayır, böyle mikroskobik bir arsa parçasına, çinko damının altına başımı sokacağım bir gecekondu dikmeyi düşünmüyorum.

Rus milleti gibi, yarı bostan-yarı kulübe niyetine kullanacağım bir hafta sonu "daça"sına sahip olma sevdasında da koşmuyorum.

Zaten de bu defa láfı hiç yuvarlamadan, durumu hemen dobra dobra açıklıyorum.

Efendim üzerinize afiyet, kendime mezarlık arıyorum!

Evet mezarlık arıyorum, çünkü, eh artık yaş yavaştan yavaşa kemale erdi.

Dolayısıyla da, her ne kadar pek iç açıcı bir iş olmasa bile, tedbirli insanın böyle şeyleri sağken düşünmesinde fayda var.

Zira, aniden öteki tarafı boylayınca çoluğunuzun çocuğunuzun "Allah rahmet eylesin ama, pederin işte yine münasebetsizliği tuttu! Şimdi nereye defnedeceğiz" diye ayrı bir tasaya düşmesini engellemenin yöntemi; başka bir deyişle, daha teneşir masasındayken yeni azarlar işitmeyi önlemenin çaresi, bu meseleyi hayattayken çözümlemekten geçiyor.

Paşa paşa kendinize bir mezar bulur ve de "beni oraya gömün" diye noterden tasdikli vasiyetname bırakırsınız ki, sen sağ ben selámet ve gerisine Allah kerim!

Çünkü ecel bu, belli mi olur?

Belki benim gibi ruhunuzu Mefisto’ya satarak ebedi gençlik iksirinden içtiğiniz için daha bin yıl yaşarsınız; belki de El Kaide taifesi uçağınızı havada infilák ettirir ki, değil başınızda Fatiha okunacak bir mezarı, tozunuzun konacağı bir karton kutu bile bulamazsınız.

Fakat ben yine de ihtiyatı elden bırakmıyorum ve dediğim gibi, kendime şimdiden bir "ebedi istirahatgáh" arıyorum.

Zira bir; havada bulut, sen bunu unut, anne tarafımdan bilmem kaç kuşaktır oraya yata yata, Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabristanında hiç mi hiç yer kalmadı.

Sonra iki, ziyaret ettiğimde bilhassa inceledim, babacığımın Karacahmet’teki yerinde hálá bir-iki parsel var ama ben oraya s-ı-ğ-m-a-m ve s-ı-ğ-a-m-a-m ki!

İHTİYARLIĞIN GÖZÜKÖR OLSUN

Evet sı-ğa-mam ve de bunun boyumla hiçbir álakası yok!

Fakat tamam, zaten bu konuda bir kompleks duymuyorum ve muhtemelen sulak yerde büyüdüğüm için de o boyumun sırık kadar olduğunu kabul ediyorum.

Ancak insaf, her halde Uzun Ömer değilim!

Kaldı ki, malûm, insanlar yaşlandıkça belkemiği de yaşlanıyor.

Omurlar birbirinin üzerine basarak haniyse lehimleniyor ve kısalma süreci başlıyor.

Baston denilen şey boşuna icat edilmedi ya, özellikle ömrün sonlarına doğru, sanki Mahmutpaşa işportasından alınıp da ilk yıkayışta çekivermiş tapon fanila gibi, buruşuk ve küçücük bir şeye dönüşüyorsunuz.

Öyle öyle, işte kısacık bir şeye dönüşüyorsunuz ki, eskiden bir sıçrayışta basket potasına smaç top çaktığınızı; eskiden uçak koltuklarına sığmadığınız için acil çıkış önünde yer ayırttığınızı; eskiden size refakat eden kadınların yanınızda cüce kalmamak için topuklu iskarpin giydiğini bilen tanıdıklar size bu "son demlerinizde" rastladığında, arkanızdan, "Ah ah, düşmez kalkmaz bir Allah! O dağ gibi adam; o ızbandut gibi herif; o heyülá bıçkın nasıl da ufalmış. İhtiyarlığın gözü kör olsun" diye hayıflanıyorlar.

Ama tabii aslında, kaçınılmaz olarak dayatacak kendi kısalmalarına, kendi ihtiyarlıklarına, dolayısıyla da kendi ölümlerine hayıflanıyorlar.

Neyse, şu tatlı pazar günü böylesine metafizik ve böylesine çözümsüz varoluş sorunlarıyla ağız tadı kaçırmanın hiç álemi yok ama işte ben yine láfı uzattım.

Babamın bitişiğindeki mezara neden asla "sığmayacağımı" ve niçin sizlerden arsa soruşturduğumu anlatmaya vakit bulamadım.

Üstelik, üç hafta önce başladığım kitap ve kütüphane mirasım konusuna tek bir kelimeyle dahi dönemedim.

Bu takdirde kaçınılmaz olarak, o mezar arayışımla o kitap mirasım arasındaki ilişkiyi gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Bir Ergenekon avukatı

29 Mart 2008
BEN "Ergenekon Çetesi"ni "savunuyormuşum"! Avukatlığını yapıyormuşum. En azından, "yukarıdan" (!) aldığım talimatla şebekeyi kasten küçümsüyormuşum.

Dolayısıyla da, "ortalığın temizlenmesine" (!) çomak sokmuş oluyormuşum.

Elektronik postama yağan bu ithamların gerekçesini çarşamba günkü yazım oluşturdu.

* * *

ÇÜNKÜ orada demiştim ki, çoğulcu rejimi hep "cici demokrasi" diye reddeden ve hep darbeye oynayan İlhan Selçuk; artı, "kifayetsiz muhteris" travmasını her kisveye ve her kılığa bürünerek gidermeye çalışan malûm Doğu Perinçek dahil, geçen cuma sabahından itibaren gözaltına alınan "ulusalcı" zevatın adı geçen çeteyle organik bağı yoktur ve olamaz.

Zira, o "ulusalcı" ideolojinin en lumpen, en maceracı, en hoyrat kesimini barındıran "teşkilát" (!), dehşet ilkelliğinden dolayı sen, ben, bizim oğlan dışında kimseyi cezbedemez.

Vay sen misin bunu söyleyen, işte bendeniz de "Ergenekoncu" konumuna düştüm.

Fesuphanallah ve de dilin bir nebzecik kemiği olmalı!

* * *

EN önce bir; bu satırlar yazarı ne "yukarı"dan, ne de "aşağı"dan talimat alır.

Vermeye kalkışacak olanın da alnını karışlar. Kimseye kiralanacak kalemi yoktur.

Ama bilhassa iki; eğer herhangi bir şahsa "Ergenekon sempatizanı" suçlaması yöneltilecekse, yine bu satırlar yazarı Türkiye’deki "son on"un içine girer!

Nitekim, Halep oradaysa arşiv buradadır, daha "ulusalcılık" kelimesi zuhur etmeye başladığı andan itibaren, "Modern Zamanlar" sütunu söz konusu cinnet, paranoya ve nefret ideolojisine karşı mücadelede bir nevi öncü işlev görmüştür ve hálen de görmektedir.

* * *

ZATEN de üç; bundan dolayıdır ki, başta "Ergenekon"la ilişkisi şimdi ortaya çıkan yayınlar, o bilûmum "ulusalcılar" bana karşı háyásız bir iftira kampanyası yürütmüştür.

Yürütmeye de devam etmektedir. Onların sayfaları ve siteleri şu an bunlarla doludur.

Ve nihayet dört; bırakın şebeke mensuplarının tutuklanmasından sonraki dönemi, daha çeteciler Ali kıran baş kesen melánetlerini ortalıkta açık açık saçarken, aynı "Modern Zamanlar"da böyle bir fütursuzluğa nasıl göz yumulduğuna dair sayısız yazı yayınlanmıştır.

Ama sen, mantıktan şaşmıyor ve zıt kutuptakiler gibi "Ergenekon"a ilişkin komplo teorilerine de tınmıyor diye, böyle bir insanı o "Ergenekon’u savunmakla" suçlayacaksın.

Aslında insaf kelimesi yerine argotik bir ünlem kullanmak gerekiyor ama, geçiyorum.

* * *

İMDİİ, mevcut "komplo teorilerine" kapılmamak için şu gerçeği görmek gerekiyor:

Türkiye’deki statüko st-ra-te-jik açıdan ri-cat konumundadır. Bu, bir vakıadır!

Ve biline ki, kendisi de durumun bal gibi farkındadır. Dolayısıyla, cidden paniktedir.

Kabul, AKP’yi kapatmak türü tak-tik çıkışlarla mevzi korumaya çalışmaktadır.

Daha da çalışacaktır ama, her panik sürecinde olduğu gibi, hem o taktiklerde kurmay yanlışlara düşmektedir; hem de o çıkışlarda bir eşgüdüm ve bir karargah oluşturamamaktadır.

İşte "Ergenekon Çetesi" de, ricat paniğinin şimdi bir avara kasnak gibi döndürdüğü aynı statükonun içinde, taktik fukarası bir "çarıklı erkán-ı harp"ten başka bir şey değildir

* * *.

EVET öyledir ve de bırakın "karargah" (!) olup taarruz yönetmeyi, ilkelliğinden ve çapaçulluğundan dolayı, statükonun "biraz daha akıllı" (!) zaptiyeleri için bile ayak bağıdır.

Başka bir deyişle, şebekeyi buzdağının görünür sathı sanıp altından çok şey çıkacağını düşünmek, o "biraz daha akıllı" statükodaki esas tehlikeyi göz ardı etmek anlamına gelir.

Ve bu gerçeği saptayarak uyarıda bulunmak da "Ergenekon’u savunmak" değildir.

Tam tersine, çoğulcu demokratik rejimi en u-y-a-n-ı-k biçimde savunmaktır!
Yazının Devamını Oku

Cheney: rüzgardan Tuna’ya

27 Mart 2008
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney salı günü Türkiye’den geçti ama, doğrusu rüzgar gibi geçti. Bir indi, bir bindi ve bir kondu, bir kalktı. Açıkçası, söz konusu ziyaret "dostlar alış verişte görsün"den çok öteye gitmedi.

Nitekim, iki saatlik Başkent teması ertesinde yayınlanan bildiri "Afganistan dahil, taraflar görüş birliği içindedirler" dediyse de, bunu fazla ciddiye almamak gerekiyor.

Ne olumlu, ne de olumsuz açıdan almamak gerekiyor.

Çünkü, ziyaret öncesindeki spekülatif beklentilerin aksine, Washington’un "ikinci adam"ı böyle bir "yasak savma" uğrağında "dişe dokunur" şeylere değinmedi.

* * *

ANCAK yukarıdaki gelişme, yani Ankara ve Washington’un "konuşmaya değer pürüzlü konu bulamamaları" (!), iki başkent arasındaki parkurun güllük gülistanlık olduğunu ispatlamıyor.

Başta Kuzey Irak olmak üzere malûm sorunlar tabii ki mevcut!

Fakat bir de, ikili ilişkilerinin ötesine taşan ve uluslararası arenada tartışılan çok boyutlu ve çok partönerli sorunlar var!

Ve şu an bunların başında da Afganistan geliyor.

* * *

AFGANİSTAN geliyor, zira ABD sırf Türkiye’den değil tüm NATO üyelerinden, onların söz konusu ülkeye "muharip kuvvet" göndermesini talep ediyor.

Yani, Taliban’a karşı cephede fiilen savaşacak asker istiyor.

Cidden sıkıştırıyor ve láfta değil, fiiliyatta müttefik gerekiyor" demeye getiriyor.

Oysa, yine malûm, Genelkurmay Başkanı Büyükyanıt zaten açık açık söyledi, bizim "cihet-i askeriye" bu talebe sıcak bakmıyor. "Benden paso" demeye getiriyor.

Pekii, "cihet-i hükümet" nasıl bakıyor?

İşte o bilinmiyor!

En azından, gazeteci yükümlülüğüyle etrafı iyicene kolaçan etmeme rağmen ben kendi hesabıma, Ankara’daki "sivil otorite"nin konuya nasıl yaklaştığını bilmiyorum.

* * *

HAYIR, hükümetin yansıttığı bu "Afganistan belirsizliği"ne değindiğim için onu, dolayısıyla da Türk diplomasisini eleştirdiğim sanılmasın.

Aksine, Ankara’nın bu "renk vermemek" taktiğini onaylıyorum.

Çünkü, hem konunun daha epey ayrıntılı tartışılması gerekiyor, hem de "sürüden ayrılanı kurt kapar" misáli, öteki üye devletlerin tutumunu beklemek gerekiyor.

Zaten, Washington’un "sıkıştırdığı" o diğer üyeler de aynı yöntemi uyguluyorlar.

Mümkün mertebe, "son an"a kadar havaya bakıp ıslık çalmaya çalışıyorlar.

Oysa, böyle bir "son an" gelecek ve onu da, 2 - 4 Nisan tarihlerinden Bükreş’te toplanacak olan NATO Zirvesi oluşturacak. İmkánı yok, oradan ve ondan kaçılamayacak.

Artı, söz konusu Zirve’de yalnız Afganistan değil, İttifak genişlemesinden "füze kalkanı" projesine, Atlantik Paktı’na ilişkin pek çok hayati konu tartışılacak.

Yani, hiç bir devlet temsilcisi Rumen başkentinden, Cheney’nin Ankara ’da yaptığı gibi "rüzgar gibi geçemeyecek" ve NATO liderleri Tuna deltasıda "kalıcı" olacak.
Yazının Devamını Oku