17 Nisan 2008
ALLAH rahmet eylesin, tamamen zıt kutuplarda olmamıza rağmen, "Cumhuriyet" gazetesinde çalıştığım yıllar Mustafa Ekmekçi’yi insani bab’da çok severdim. Ömür adamdı. İki şey bilirdi. Daha doğrusu, bildiğine inanırdı. Zaten de daima onlardan söz ederdi.
Bir; rahle-i tedrisinden geçtiği "Köy Enstitüleri"nin nasıl müthiş bir "irfan yuvası" olduğunu tekrarlardı. Tabii, kapatılmalarıyla da "karşı devrim"in başladığını eklerdi.
İki; domuz eti vaaz ederdi. Nereden duymuşsa duymuş, hiç aralıksız, mekrûp hayvanın Türkiye’de de tüketilmesi durumunda beslenme sorununun kökten çözüleceğine dair yazardı.
Ancak şunu da hemen ekleyeyim ki, bildiğim kadarıyla kendisi ağzına koymazdı. İki defa yurtdışında buluştuğumuzda kasten şeytanlık yaptım ve, "Mustafa Abi, gel sana domuz pirzolası ziyafeti çekeyim" diye bilhassa ısrar ettim ama, hiç oralı olmadı. "Aman bildikten şaşma" diyerek, bırakın domuzu falan, o köylü muhafazakarlığıyla yerel taamları bile reddetti. En kıytırık gurbetçi lokantalarında en uyduruk köfteye tálim etti. Neyse, Rabb’ın mağfireti tekrar üzerinde olsun ve de Allah taksiratını affetsin.
* * *
ŞÜPHESİZ, rahmetli Ekmekçi en sıradan örneği yansıtıyordu. Şablon ve kalıptı.
Yani, hani şimdilerde de "ulusalcı" cihetin baş tácı ettiği ve bugün 68. yıldönümünü kutladığı şu Köy Enstitüleri vardı ya, işte onların gayet "streotip" ürününe tekabül ediyordu.
Başka bir deyişle, daha konunun TBMM’de tartışıldığı 17 Nisan 1940 günü yasaya şiddetle karşı çıkan ve muazzam bir öngörüyle, "köylülerimizi böyle bir kültür sahasında az görgülü yarı münevverlerin nüfuzuna, háttá maddi manevi tahakkümüne bırakmayı bendeniz istikbál için çok tehlikeli görüyorum" diyen İstanbul Mebusu Kázım Karabekir’in sözlerindeki o "az görgülü yarı münevver" tanımının tá kendisini oluşturuyordu.
* * *
ÖYLE, çünkü sen kalkacaksın ve "karşı devrim"i,"maddi manevi tahakküm altına alındıkları" için o köylülerin nefret ettiği kurumun kapatılmasıyla açıklayacaksın.
Hatırlatayım ki buradaki tahakküm sırf, bütün "hazımsız"lar ve bütün vasat"lar gibi bağrından çıktıkları sınıfa yukarıdan ve hákir bakan "enstitü ruhuyla" (!) sınırlı değildir.
Zira en başta, okul ve öğretmen binalarının inşa ve masrafı o köylülere yükleniyordu. Yani, cebren ve fiilen, Batı Ortaçağı’nın feodal angaryasını geri getiriliyordu. Zaten bundan dolayıdır ki, söz konusu tepeden inmeciliği yalnız halk reddetmedi. Kendi yakın tarihini bilmekten áciz "ulusalcı - laikçi" yeni "vasat" iddialarının tam tersine, "Milli Şef" dönemine rağmen o halkın "temsilcileri" bile enstitüleri sahiplenmedi. TBMM’de ilk defa, 148 üye oylamaya katılmayarak "sessiz muhalefet" beyan etti. 17 Nisan 1940 yasası yangından mal kaçırır gibi geçti ve kurum asla benimsenmedi.
* * *
İMDİİ, hál böyleyken, yıllardır sürdürülen Köy Enstitüleri "efsanesi", yukarıdaki "ulusalcı - laikçi" cihet tarafından neden hálá kof bir balon olarak hálá şişiriliyor?
Aslında, bunun cevabını yukarıda verdim: Va-sat-lık ve ha-zım-sız-lık! Daha bilgiç tábirle, şu "az görgülü yarı münevverler"de somutlaşan "mediyokrasi".
Evet evet, beslenme sorununu domuz etiyle çözümleyen rahmetli Mustafa Ekmekçi’den, halktan kopuk ve halka hasım Köy Enstitülerine "devrim" (!) misyonu vehmeden "Şark’ta muteber" aydın bozuntularına dek, Türkiye gerçek bir "mediyokrasi cenneti"dir.
Ve, "hazımsız vasatlar" hálá "maddi manevi tahakküm" sürdürmek istemektedir. Dolayısıyla, bügünkü "ulusalcı" vasatlığın dünkü Enstitüsü vasatlığıyla dayanışması ve "sıradan beyin zaptiyeliği"ne soyunması, kendileri açısından bir mukadderat sorunudur.
Ama sığır veya domuz eti fark etmez, hazımsızlık genel bir sindirim sistemi arázıdır. Her 17 Nisan’da duble doz karbonat tavsiye ederim, malûm, bağırsakları rahatlatır.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2008
BİR "İtalyan Mucizesi" vardı. Yaklaşık atmış yıl önce başlamıştı.<br><br>Üzeri hálá duman tüten ve enkázı hálá kadavra kokan 2. Savaş kábusu ertesi doğdu. Beklenmedik bir anda ve acımasızlıkların ve intikamcılıkların ortasından yükseldi.
"İtalyan mucizesi" Alaattin’in lambasından değil, Yarımada’nın çizmesinden çıktı.
* * *
ÇIKTI ve hiç oyalanmadan, "Vespa" scooter’in çata pata silindirleriyle yola koyuldu.
Motorsikletin selesine, ilk kez küçük burjuvaya dönüşen yeni bir proleteryayı oturttu.
Sonra aynı yola, "FİAT 500" otomobiller, "Olivetti" daktilolar veya "Cinzano" vermutlarla devam etti. Çağdaş İtalyan modernleşmesinin "alámet-i farika"larını yarattı.
Zaten bu unsurlara, sureti Roberto Rosselini kamerasına yansıyan "Yenigerçekçilik Sineması"nı; yakamozu Akdeniz Riviera’sında pırıldayan "dolce vita" hayat tarzını; neşesi Domenico Modugno’nun sesinde musikilenen "Volare" şarkısını falan da eklemek gerekir.
Evet evet, atmış yıl öncesinden itibaren Çizme Yarımadası’nda çok büyük bir siyasi atılım, iktisadi hamle ve kültürel sıçrayış gerçekleşti ki, buna "İtalyan Mucizesi" adı verildi.
Fakat mucizeler sonsuza kadar devam etmiyor!
* * *
ETMİYOR ve nitekim, dün seçimden çıkan o İtalya hanidir çok ciddi bir kriz yaşıyor.
Büyüme hızı sıfıra inen Çizme Yarımada’sının hayat ortalaması, dün fersah fersah ilerisinde olduğu İspanya’nın gerisinde kaldı. Yabancı sermaye de tek kapik yatırım yapmıyor.
Daha vahimi, zengin Kuzey’le yoksul Güney arasındaki uçurum hızla derinleşiyor.
Öyle ki, bu zengin bencilliğinin ve uydurma bir "Padanya"nın sözcüsü olan "Kuzey Ligası" lideri Umberto Bossi işi, "Roma leşi, artık yakamızı bırak" demeye vardırdı.
Ötesi, yukarıdaki zıtlaşma kolektif anlamda ve gerçek bir ırkçılık boyutuna tırmanıyor.
Tamamen aynı etnik aidiyete rağmen, sınır çizgisi başkent olmak üzere, Yarımada’nın yukarısında yaşayanlar aşağıdaki ahaliyi açık açık, "Arap" veya "Faslı" diye hákir görüyor.
Hayır hayır, İtalya artık prıltılı ve yakamozlu bir kalkınma mucizesi yaşamıyor.
Aksine, ulusdevleti çok geç oluşturmuş olan bu ülkede bölünme hortlakları geziniyor.
* * *
ANCAK şu da asla inkár edilemez: Sicilya’dan Kampanya’ya dek, "Mezzogiorna" denilen bütün bir Güney ebedi alargalığını ve ezeli vurdumduymazlığını sürdürüyor.
Hem merkezi hükümet, hem de AB tarafından oluk oluk akıtılan yardımları çarçur etti.
Daha doğrusu, modern devlet mekanizmasıyla asla bağdaşmayan ve İtalya’nın bağrındaki habis uru oluşturan çeşitli mafyalar tarafından "cebe indirildi". İç edildi.
Káh onlarla dirsek teması içinde olan, káh da korkudan ses çıkartamayan siyaset sınıfı ise, biraz son Prodi hükümeti hariç, mutlak ihtiyaç duyulan radikal reformlara cesaret etmedi.
Eski hamam, eski tas, İtalya geçmişteki "mucize"nin rantıyla yaşamayı sürdürdü.
* * *
PEKİ, önceki günkü seçimleri de kazanarak üçüncü bir defa iktidara gelen ve benim günahım kadar sevmediğim Silvio Berlusconi şimdi böyle bir reformculuğa soyunur mu?
Doğrusu, rüyamda görsem inanmayacağım bu tür bir gelişmeye tam "mucize" derim.
"Süvari" námlı Berlusconi ki, geçmişin ulta-liberal siyasetleri zaten ortada ve üstelik, yukarıdaki "zengin şımarığı" Bossi türünden müttefiklere dayanıyor. O kim, reform kim?
Dolayısıyla, kendi hesabıma, talihsiz rakibi Walter Veltroni işbirliği elini uzatsa dahi, Roma başbakanının kendi elini taşın altına sokacağını düşünmüyorum. İhtimal vermiyorum.
Silvio Berlusconi’nin yeni bir "İtalyan modernleşmesi" yaratacağına inanmıyorum.
Fakat adı üstünde, "mucize" kelimesiyle zaten beklenti ötesi şeyleri tanımlıyoruz.
O halde umalım ki, böyle bir "mucize" gerçekleşir de şapa oturan ben olurum.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2008
ARTIK illállah dedim, hafta yedi, gün sekiz, elektronik posta kutum "bayrağını A-L, falan mitinge, filan yürüyüşe, fişmekan konsere G-E-L" türünden çağrılarla dolup taşıyor. Ve de tabii ki "ulusalcı - laikçi" kesim tarafından gönderiliyor. Yani, özledikleri dayatmacı hayattan ve bekledikleri otoriter rejimden ötürü hep emir kipiyle yazılan bu bitmez tükenmez "davetler" (!) daima "statüko kulları" imzasını taşıyor.
Eh, o statükonun sallanmakta olduğunu Bursa’daki sağır sultan dahi biliyor ve işitiyor. Dolayısıyla, "efendi - tebá" ilişkisi içinde yaşamayı kanıksamış olan aynı "kul"lar hem dehşet telaşa kapılıyorlar; hem de eski alışkanlıkla, yine burnu büyük komut veriyorlar.Hadi bakalım, bayrağını A-L ve her Allah’ın günü başka patırtı kopartmaya G-E-L!
* * *
ANCAK, vahim bir patolojik saplantıya dönüşen ve çok ciddi bir psikanalitik tedavi gerektiren bu "bayrak fetişizmi" konusunda da kimseye iftira atmıyorum. Başka bir deyişle, bütün milleti; bütün ulusu; bütün ülkeyi kucaklayan simgenin bizim hazretler tarafından tekele alınmak istenmesinin arkasında çapanoğlu aramıyorum.
Dolayısıyla da, onlardan bazılarının, bayrak imáláthaneleri ve seyyar satıcılarıyla iktisadi bir al gülüm, ver gülüm ilişkisi içinde olduğu iddia edecek değilim, yalancılık olur.
Bana göre buradaki "bayrak" komutu, hani kaçak gecekonducular zabıta yıkmasın diye ve daha cam çerçeve takılmadan dama bayrak çekerler ya, işte aynen ona benziyor. Yani, "dokunulmazlık boncuğu" yerine geçiyor. Ve tabii, taktik de şudur: Kutsallığı arkasına sığınacak ve tabunun ötesine gizleneceksin ki, kimse senin kutsalla asla ilgisi bulunmayan değerlerini, sloganlarını, taleplerini sorgulamaya cesaret edemesin.
* * *
HER neyse, işte bu tür "davetiyeler" (!) durmadan yağıyor ama, eh aklımı peynir ekmekle yemedim ya, tabii ki iletileri açmak gafletine düşmüyorum. Allah göstermesin!
İçinde ya hepatit "B" virüsü; ya "Koch" basili; ya da veba mikrobu vardır.
Farenin sol butonuna bir tık, anında bilgisayarın çöp kutusunu boyluyorlar.
Fakat, yukarıdaki "gel, gel, gel" emirleri benim de dilimin ucuna Kemáni Tatyos Efendi’nin Uşşak Aksak makamındaki o enfes şarkısını getiriyor.
"Tahammül kalmadı artık / Sakın geç kalma, erken gel" diye mırıldanıyorum.
* * *
ANCAAK, "ulusalcı" cihet hiç boşuna umutlanmasın! Statüko geri gel-me-ye-cek!
Komutçu "zaptiye"ler bin web muhtırası verse de; bin hezeyan andıcı yazsa da; bin kapatma davası açsa da; artı, onların emir "kul"ları milyar elektronik davet, çağrı ve tebliğ gönderse de, sallanan, hırpalanan, çatırdayan o eski statüko ne "erken", ne de "geç" gelecek.
Nitekim, yarattığı sonuçları zaten bildiğimiz "Cumhuriyet mitingleri"nin devamı olmak iddiasıyla ortaya çıkan son "Tandoğan çağrı"sı dahi bunu tekrar ortaya koyuyor. En yüksek rakama göre bile, bin derneğin o "A-L"lı ve o
"G-E-L"li "çağrı"larına rağmen taş çatlasa 50 bin kişi toplanmış ki, sırf bu dahi aşağıdaki gerçeği ispatlama yetiyor.
* * *
İSTİKRARLI bir evrimsel süreçte yenilenmek isteyen Türkiye "al", "gel", "kop", "sökül", "yıkıl" şiarlarına tınmıyor ve dolayısıyla da, statüko güçlerinin gazına gelmiyor. Bayrağını tabii ki kutsal addediyor ama, onu tekel kılanlara da zırnık prim vermiyor.
Yani, emir - komuta zincirine uygun "internet zincirleri"nin tuzağına düşmüyor. Fareyi tıklayıveriyor ve emir kipli "davetleri" elektronik çöp kutusuna atıyor. Eh, o halde de aynı statüko güçlerine Tatyos Efendi’den Uşşak şarkıyı değil, Yesari Asım Arsoy’dan Nihavend makamındaki diğer şarkıyıı terennüm ve tegánni etmek kalıyor:
"Bekledim de gelmedin / Gözyaşımı silmedin / Söyleeeee, hiç mi beni sevmedin!"
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2008
Önce nutkum tutuldu. Susakaldım. Öylesine afalladım ve öylesine şaşırdım ki, bir müddet tepki veremedim. Yatağımın altında, hin-i hacette hırlıya hırsıza karşı kullanmak için sakladığım ve halis gürgenden tornalanmış kocca bir beyzbol sopası duruyor. Acaba hiç konuşmadan onu kapıp ve Yaradan’a sığınıp üzerine mi yürüsem? Baba-oğul karşılıklı oturmuş ve paşa paşa, onun CD’ye koyduğu çok eski rockları dinliyorduk. Galiba da Cevdet Kerim’in "Garp Cephesi Hatıratı"nı karıştırıyordum.
Aniden, birdenbire, hiç yoktan, "dövme yaptırtacağım" dedi.
Yanlış anladım sandım. Tekrarlattım. Tekrarladı. Bir daha tekrarlattım. Ve, işte o an çıldırdım. Delirdim. Tansiyonum yükseldi, şekerim çıktı, yüreğim çarptı.
Fakat, önce nutkum tutuldu. Tek kelime telaffuz edemedim. Susakaldım. Öylesine afalladım ve öylesine şaşırdım ki, bir müddet tepki veremedim. Sonra da, derhal iki seçenek arasında bocaladım.
Bir; yatağımın altında, hin-i hacette hırlıya hırsıza karşı kullanmak için sakladığım ve halis gürgenden tornalanmış kocca bir beyzbol sopası duruyor.
Acaba hiç konuşmadan onu kapıp ve Yaradan’a sığınıp üzerine mi yürüsem?
Doğru, kazık kadar oldu. Kazık kadar ne kelime, ızbandut kadar oldu.
Ama evvel Allah, babası da hálá bilek ve pazu kuvvetini koruyor.
Kafa göz ve taş-taşak dinlemeden öyle bir giriştiğim resmidir ki, salondan antreye, antreden kapıya ve kapıdan da merdivene kaçana dek pestilini çıkartırım. Canına okurum. Yaşı on dokuza, mon dokuza gelmişmiş! Bana ne, dinlemem ve de leşini sererim.
Haftalarca, belki aylarca kalacak çürüklerini de "dövme" diye tepe tepe kullansın! Doğduklarından beri dört çocuğumdan hiçbirine tek fiske vurmamış olmama rağmen, işte bu defa siftahı bozmuş olurum.
BİR DE GAMALI HAÇ KONDUR!
İkinci alternatifi ise, asla ve asla her hangi bir tartışmaya girmeden, aşağı yukarı şunları söylemek oluşturuyordu: "Ez kázá böyle bir herze yediğin takdirde derhal pılını pırtını toplayacak ve bir daha bu kapıdan içeri adımını atmayacaksın. Aksi takdirde ayaklarını kırarım."
Tabii, "Bundan sonra da benden tek kuruş yok! İster üniversiteye devam et; ister annenle beraber yaşa; istersen de ’dövme’ni teşhir ederek dilencilik yap, zerre kadar umrumdaysa namerdim. Başının çaresine bak ve de pederine güvenmeyi defterden sil" diye eklemeyi unutmamak gerekiyor.
Çünkü, benim "dövmeli" bir oğlum olamaz, olursa da ben onun babası olamam. Evet olamam! Olmam! Aksi mümkün değildir!
Ne hacet, bári Antalya’nın sakallı meczûbu gibi bir de alnına iki başlı Zülfikár kılıcı çiziktirtsin. Altına da "lá fata illá Ali, lá saif illá Zülfikár" diye yazdırtı mıydı, oh keká!
Allah bilir, mahdum beyime rastlayacak kişi Uhud Savaşı cengáveriyle karşılaştığını sanarak, "aman benim kellem de uçmasın" korkusuyla sokağın ortasında secdeye varır.
Yahut da, oğlum olacak o koca bebek, mafya reislerine "koçum"lu "özlem" (!) ifadelerinden ve "Ergenekon" çetelerine "istihbári yakınlığı"ndan (!) tanıdığımız şu "ulusalcı" hanım "yazar" (!) gibi, omzuna koskoca bir gamalı haç dövdürtsün. İş ortaya çıkınca da, hiç utanmadan ve hiç kızarmadan milleti enayi yerine koyar. Pişkinliğe vurup bunun aslında bir "Öz Türk" (!) simgesi olduğunu iddiaya yeltenir.
Özrü kabahatinden ve yalanı cürmünden büyük, bozacının şahidi şıracı misáli de, "ispat" (!) sunmak için, Hitler perçemli ve Nazi sicilli Nihal Adsız rumuzuna düzenlenmiş internet bloğu zırvalarını "delil" (!) diye gösterir.
Yok yok, benim asla böyle bir evládım olamaz! Ve dediğim gibi, eğer olursa da, genetik bir yana, ben onun r-u-h-e-n babası olamam.
İşte, esas ve temel gerekçelerine daha sonra geleceğim nedenlerden ötürü, zürriyetimden inen ve soyumu sürdürmesini beklediğim çocuk damdan düşer gibi "baba, dövme yaptırtacağım" deyince, bir müddet bocaladıktan sonra, ben ikinci şıkkı seçtim. Eh, serde Tophanelilik raconu ve militanlık tecrübesi var, biliyorum ki elim ağırdır.
Dolayısıyla, beyzbol sopasının bana daha sonra büyük vicdan azábı çektirtecek vahim bir kazaya yol açabileceğimi düşünerek şimdilik bu seçeneği bir kenara bıraktım.
Yani "kötek"ten önce, hemen hemen kelime kelimesine, yukarıda zikrettiğim ve hiçbir şekilde tartışılmasına imkán bırakmadığım "tekdir"i tebliğ ettim.
Bir de, "bu tür şeylere ancak ’akıl çağı’yla birlikte karar verilebilir" diye ekledim. Beyimizde çıt yok! Sustuk! Tek láf etmiyoruz!
Sonra hışımla yerinden fırladı ve o eski rock parçasını fırlatıp bu defa avaz avaz "hard rock" haykıran başka bir CD koydu. Aparatın düğmesini de sonuna kadar çevirdi.
Ardından, yine hışımla salondan çıktı ve çaaat, dış kapıyı da çarparak evi terk etti.
Ben de yerimden kalktım, mereti durdurdum ve yerine bir Bach kantatı sürdüm.
"Dövme sevdası"na kapılan moda budalası bir oğulla, aynı çatı altında yaşadığı müddetçe buna asla izin vermeyecek "gerici" (!) ve "muhafazakár" (!) bir baba arasındaki kavganın "ilk raund"u böyle bitti.
Farkındayım, şimdi bazıları beni sonsuz ayıplayarak; hatta álenen "pederşáhi bir despot" olmakla suçlayarak üçüncü bir seçeneğin de olduğunu iddia edecektir.
Yani, estetik kıstaslar; dışavurumcu psikanalizler; buhranlı ergenlikler; tarihselci süslenmeler; postmodern hezeyanlar konusunda enine boyuna bir tartışmaya girmenin ve bunların sentezi sonucunda da, oğlumla "ortak karar" almam gerektiğini söyleyeceklerdir.
Álákanıza teşekkür ederim, okuma yazmam ve az buçuk mürekkep yalamışlığım var! Artı, eh dört evlát sahibi olduğuma göre çocuk yetiştirmek konusunda teorik ve pratik pedagoji birikimim de var ki, dolayısıyla bunların hepsini bendeniz de biliyorum.
Zaten de bildiğim içindir ki "ilk raund" tepkim böyle oldu.
Neden böyle olması gerektiğini ise gelecek pazarki "ikinci raund"a bırakıyorum
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2008
TÜRKİYE’deki statüko s-t-r-a-t-e-j-i-k açıdan ricat konumundadır.<br><br>Geri çekilmektedir. Yeni mevzi kazanmayı değil, eski mevzileri korumaya çalışmaktır. Ve, kendisi de bal gibi bunun farkında olduğu içindir ki, paniklemiş durumdadır.
Ancak, tabii ki "eli boş" durmamaktadır. Durmayacaktır da!
O son mevzileri de yitirmemek için can havliye ataklar gerçekleştirmektedir.
Fakat bu ataklar yalnız ve yalnız t-a-k-t-i-k’tir! Zamanda ve mekánda sınırlıdır.
Stratejik bir "karşı taarruz"a dönüşememektedir ve dönüşemeyecektir!
* * *
DÖNÜŞEMEYECEKTİR, çünkü panikleme yaratan hemen her ricat durumunda yaşandığı gibi, statükonun artık tek bir "karárgahı" yoktur. Dağılmıştır. Çok başlıdır.
Savunmaya yönelik taktik atakları koordine edecek ve toparlanma durumunda onlara stratejik bir karşı - taarruz boyutu kazandıracak "komuta merkezi mevcut değildir.
Zaten eşgüdüm ve hiyerarşi olmadığı içindir ki, levázım erleri bile top ateşlemektedir.
"Ergenekon Çetesi" türünden yapılanmalar da işte bu başıbozukluğun tezahürüdür.
* * *
FAKAT çok daha ötesi, aynı statükonun bir "beyin takımı" da yoktur. Tıntındır.
Bugünkü statüko, kendi manevra kabiliyetiyle hasım kuvvetler arasındaki marjı doğru kıyaslayacak; yedek birlikleri, silah türlerini, mühimmat stoklarını milimetrik hesaplayacak; coğrafya, meteoroloji ve topografya verilerini harfiyen haritaya işleyecek; muharebe sahasının hayati dış unsurlarını göz önüne alacak; bilhassa da, şimdiye dek neden ricata çekilmek zorunda kaldığı hakkında enine boyuna düşünecek bir "kurmay zeká"ya sahip değildir.
Hep taktik düşünmektedir. Hep taktik düşündüğü için de strateji oluşturamamaktadır.
Yine hep bodoslamadan dalarak her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdığı içindir ki de, hedeflediğinin tam tersi sonuçlara ulaşmakta ve dolayısıyla, daha çok mevzi yitirmektedir.
* * *
ÖRNEĞİN, "Kanal D" televizyonu tarafından yaptırtılan son sondaja göre, "statüko hukuku"ndan medet uman Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’yi kapatmak girişimi cüretkárlığından sonra, "Türkiye mutlaka AB’ye üye olmalıdır" diyenlerin oranı ciddi biçimde artıyor.
Bu demektir ki, kendi kapanına düşen statüko, evrensel değerleri simgelediği için hiç mi hiç hazzetmediği Avrupa kurumuna daha çok taraftar "bağışlamış" (!) oldu.
Yani, bırakın taktik atağın stratejik netice vermesini, tam tersine, ufuksuzluğundan dolayı, kısmen elinde tuttuğu diğer bir mevzide dahi gerilemek zorunda kaldı.
Yukarıdaki örneğe, "web muhtırası"nın temmuz seçimlerinde; cumhurbaşkanlığı ve türban zıtlaşmasının ise daha sonra iktidar partisini güçlendirdiği vakıasını eklemek gerekiyor.
O halde, hedefin yüz seksen derece zıddındaki karavanaya atan ve strateji fukaralalığı göz çıkartan böyle bir statükoda "kurmay zeká" aramak, akılcılığa hakaret anlamına geliyor.
Hele hele, mahalle sákinleri arasında "Ku Klux Klan" üyesi izlediği yetmiyormuş gibi, şimdi de etrafta "Sabetayist" (!) keşfeden ve "yegáne dostumuz emekli generallerdir" diyen bir "andıçlar statükosu"nda hiç aramamak gerekiyor.
* * *
FAKAT, panikteki statüko ipin ucunu tam kaçırdı diye muharebe kazanılmış değildir.
Hiçbir hasım küçümsenemez. Aksi takdirde, ufukta áni hezimetler belirir.
Kaldı ki, "kurmay zeká"nın varlığı ve yokluğu bir unsurdur ama, her şey değildir.
Savaş tarihi, bu zeká yoksunlarının da sırf kaba kuvvetle çok zafer kazandığını yazar.
Dolayısıyla, taktik taarruzlara rağmen stratejik gerileme içinde olsa bile, "statüko güçleri"nin "yenilikçi güçler" karşısında yenilgiye uğradığı söylenemez. Şu an söylenemez.
Durum hálá ortadadır, ama şükür ki o s-t-r-a-t-e-j-i-k ibre artık ikincilere dönüktür.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2008
"MİLLİYET" gazetesinde dün yayınlanan ve AB Komisyonu Başkanı Barroso ve Genişleme Sorumlusu Rehn’in bugün başlatacağı temaslara değinen başyazıda şu ifade vardı: "Olli Rehn’in yüksek yargıya dönük eleştirileri AKP aleyhtarı çevrelerde büyük tepki topladı. Ancak, varoluş felsefesini demokrasi ideali üzerine inşa eden kuruluşun, seçmenin yarısının oyunu almış bir partinin kapatılma girişimi karşısında kayıtsız kalmasını beklemek doğru olmazdı. Rehn, kendi görev çerçevesi içinde doğru olanı yaptı.
Kaldı ki, (?) tam üyeliği hedefleyen bir ülkenin bu süreç içinde Komisyon’dan gelebilecek eleştirilerle birlikte yaşamayı öğrenmesi gerekiyor".
* * *
İŞTE sorun zaten burada, çünkü Türkiye bunu öğrenemedi. Öğrenmek de istemiyor.
Burnundan kıl aldırtmıyor ve gözünün üstünde kaşın var dense, kıyametler kopartıyor.
Kibirli yárim, "eleştirilerle birlikte yaşamayı öğrenmek" gerçekçiliğini reddediyor.
Oysa, Turan Güneş’in benzetmesiyle, fiyakalı briç klubü üyeliğine pek hevesleniyor.
Fakat, orada da mahalle kahvesinden bildiği pişpiriği oynayacağını söylüyor.
Ve ne zaman ki, "hayır, burada şu kurala göre masa kurulur. Onu öğrendikten ve cebindeki iskambil destesini bıraktıktan sonra aza ol" denildiğinde küplere biniyor.
* * *
NİTEKİM, başta yukarıdaki Brüksel Komisyonu olmak üzere istisnasız tüm Avrupa kurumlarının, Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’yi kapatmak girişimi cüretkárlığına karşı çıkması, her zaman olduğu gibi yine, "ne hakla iç işlerimize karışıyorlar" feveránına yol açtı.
"Biz bize benzeriz" ve "Türkün Türkten başka dostu yoktur" cinsinden en ilkel ve en korkak zihniyetler tekrardan depreşti. "Ulusalcı - laikçi" cihet şovenizm gıdıkladı.
Yani, Başsavcı’nın "iddianame"sinde somutlaşan ve "statüko hukuku"nu zirveye vardıran bir "yargı"nın AB tarafından eleştirilemeyeceğine dair fetvalar buyruldu.
Ve de tabii ki, yine her zamanki gibi, bütün bunlar "ulusal onur" (!) ve "milli haysiyet" (!) gibisinden gayet pohpohlu ve gayet pathoslu kılıflarla piyasa sürüldü.
* * *
EH ne diyeyim, herkesin "ulusal onur"u ve herkesin "milli haysiyet"i kendine!
Meselá, Mısır yerel seçimleri öncesinde Hüsnü Mübarek muhalefeti tekrar yasakladı.
Ama Topluluk buna láf olsun kábilinden bile değinmedi. Tınmıyor ve umursamıyor.
Belki belki, ikinci sınıf bir danışman göstermelik bir bildiri yayınlamıştır.
Dolayısıyla da, Kahire’deki gelişmeden sonra herhangi bir AB yetkilisi, AKP vukuatı öğrenildiği an Olli Rehn’nin apar topar yaptığı gibi, canlı basın toplantısı düzenlemedi.
Komisyon Başkanı Barroso da "onaylanamaz" diye net ve açık demeçler vermedi
O halde, buyrun bakalım ve tepe tepe kullanın, kimse iç işlerine karışmadığı ve dişe dokunur eleştiri getirmediği için, demek ki Mısır’ın "ulusal onuru" bekáretini korumuş oldu.
* * *
TEŞEKKÜR ederim, ben bu "ulusal onur"u ve "milli haysiyet"i kullanmıyorum.
Tam tersine, aynı AB beni eleştirmek "zahmeti"ne (!) katlandığı içindir ki, ülkemin Mısır veya benzeri devletler gibi es geçilmemesinden sonsuz sevinç duyuyorum.
Benim yargıma "insaf" demek ihtiyacını hissettiği içindir ki, bundan mutlu oluyorum.
Çünkü, bunun çok geniş ufuk açtığını görecek kadar u-l-u-s-a-l perspektife sahibim.
Artı, bunun çok büyük değer ifade ettiğini bilecek kadar da m-i-l-l-i bilince sahibim.
Evet evet, ülkemin artık "eleştirilerle birlikte yaşamayı öğrenmesini" istiyorumm, zira bu süreç sayesine artık eleştirilemeyecek olan bir Türkiye’ye varılacağına da biliyorum
İşte, benim "onur"um ve "haysiyet"im bunlardır ki, "ulusalcı" çetelere; "andıçcı" hezeyanlara ve "hukukçu" cüretkárlıklara emanet etmeyecek kadar üzerine titriyorum.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2008
BU satırlar yazarının da aralarında yer aldığı yaklaşık yüz kişi geçen ay, "Kriter" dergisinin insiyatifiyle, "Hükümeti Göreve Çağırıyoruz" başlığıyla bir bildiri yayınladı. Söz konusu çağrının özü ise şu tek cümleye indirgenebilir:
AB’nin ipine sarılın!
* * *
ÖYLE, zira madem ki üniversitelerde türban meselesi de artık çözümlendi, o takdirde AKP iktidarının AB projesine ilk ve temel önceliği vermesi bir zorunluluk oluşturuyor.
Yani, 22 Temmuz seçimleri arifesindeki programını fiilen uygulaması gerekiyor.
Zaten de söz konusu metin aynen şöyle bitiyordu:
"Kamuoyunun geniş desteği ile iktidara gelmiş, Meclis’te çoğunluğa sahip bir hükümetin, verdiği sözleri tutmamasının hiçbir izahı olamaz.
Üyelik hedefini gerçekten benimsiyorsanız, bunu kanıtlamanın tam zamanıdır.
Sözünüzü tutun, 2008’i ve takibeden yılları birer AB yılı yapın"!
* * *
ANCAK doğru, yukarıdaki çağrının hazırlandığı tarihte, Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’yi yasaklamak için "iddianame" hazırlamak cüretkárlığına giriştiği henüz bilinmiyordu.
Bu durumda da, "mazaret" (!) olarak şöyle bir mantık yürütülebilir.
"22 Temmuz’dan beri ilkin cumhurbaşkanlığı seçimi; ardından türban meselesi; sonra Kuzey Irak müdahalesi; nihayetinde de parti kapatmak girişimi falan, hayati iç politika sorunları gündemden hiç düştü mü ki, AB’ye vakit ayıracak fırsat kalsın?"
* * *
HAYIR, böyle bir "mazaret"in hükmü yoktur. Bu tür bir mantık silsilesi geçersizdir.
Çünkü, AKP’nin zaten aslında iki yıldır Brüksel’i "boşladığı" vakıasını şu an geçsek bile, "Hükümeti Göreve Çağırıyoruz" bildirisi bir de şu hayati gerçeği vurguluyordu.
"AB, toplumsal yaşamın tüm alanlarını düzenleyen yeniden yapılanma sürecidir.
Başlı başına bir iç politika meselesidir".
* * *
EVET öyledir! Avrupa projesi bir dış politika değil, bir i-ç p-o-l-i-t-i-k-a sorunudur.
Ve, AB süreci "hayatın tüm alanlarını yenileyecek bir yapılanma" olduğuna göre, daima ve daima o hedef nişanlandığı takdirde, o süreci engelleyen her şey menzile girer.
Mermilerin aerodinamik etkisi diğer tüm köhne "mankenleri" (!) teker teker devirir.
Yani, Brüksel hedefine otomatik silahla gözü pek ateş etmek, yine otomatik olarak Ankara’yı "fethetmek"; başka bir deyişle, evrensel demokrasi ve hukuk ilkelerini özümsemiş sivil, laik ve çoğulcu bir Türkiye’yi yaratmak imkánı sunar. Bir taşla da iki kuş vurulmuş olur.
Tam gözlerinden vurulacak olan o iki kuştan birincisi, içeride "statükoyu sarmak"; dışarıda ise "önyargıyı yıkmak" turnalarının tá kendisidir.
Dolayısıyla da, böyle bir "statüko hukuku"ndan medet uman Yargıtay Başsavcısı’nın yasakçılığı dahil, yukarıda sıralanan tüm "mazaretler" baştan sona dek geçersizdir.
* * *
NİTEKİM, son iki yıldır sürdürdüğü bütün "Avrupa alargalığı"na rağmen iktidar şu an dahi, yukarıdaki somut ve nesnel gerçeği bizzat yaşıyor. İliklerinde hissediyor.
AKP’yi kapatmak girişimine yoğun tepki despot coğrafyalardan değil AB’den geliyor!
Sırf bu dahi, aynı AKP’nin kendi kaderini aynı AB’yle bütünleştirmesi zorunlu kılıyor.
Ve, durum ayan beyán ortadayken sen kalk, káh "iç politika takvimi mazeretleri"yle (!); káh da "heves kıran çelme takıldığı" gerekçeleriyle, söz konusu AB’nin ipini "boşla".
Böyle bir boşlama ortak mukadderatımızı tehlikeye attığından, tekrar sesleniyorum:
Ey hükümet AB ipine sarıl, yoksa yalnız AKP’nin değil, Türkiye’nin de "ipi çekilir"!
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2008
BİRİNCİSİ otuz küsur partönerin katılımıyla, ikincisi ise başbaşa gerçekleşti ama, Bükreş ve Soçi zirveleri birbirlerinden ayrı düşünülemez. Bunlar tamamlayıcıdır. İlk zirveyle, hem fiili, hem de aday üye ülke liderlerini perşembe ve cuma günleri Romanya başkentinde buluşturan NATO doruk toplantısını kastettim.
Diğeriyle de, yukarıdaki oturumunun hemen ardından Bush ve Putin’i hafta sonu Karadeniz sahilinde bir araya getiren "elveda randevu"sunu kastettim.
"Elveda randevusu" dedim, zira malûm, her ikisi de başkanlık makamını terk ediyor.
O halde, gelişmeleri Soçi’den itibaren, yani sondan başa doğru değerlendirelim.
* * *
TAMAM, Rus lider sahil kentindeki basın toplantısında "anlaşmazlığı aşmak için daha çok zaman var" dediği için, fazla iyimser ve hayali yorumlardan kaçınmak gerekiyor.
Ancak yine de, Karadeniz’deki ikili zirvenin bir "ilerleme" olduğunu söyleyebiliriz.
Háttá, Bush’un burada çok "kısmi" bir başarı elde ettiğini dahi varsayabiliriz.
Sözünü ettiğim şey, İran’a karşı oluşturulması öngörülen "füze kalkanı" projesidir!
* * *
AMA doğru, Putin tabii ki projeye "he" demedi. Ancak, kesin bir "niet" de çekmedi.
Zira bir; ABD, "kalkan"ın Rusya’ya dönmeyeceğini ispatlamak için ağız sulandıran teklif getirdi. Polonya ve Çekya’ya yerleştirilecek radarları onun da denetlemesi önerdi.
O halde şimdi, Moskova’nın eski "asla" çıtasını aşağı çekeceğini düşünmek gerekiyor.
Başka bir deyişle, bundan böyle Rusya’nın kendi rızasını, "teknoloji paylaşımı" temelindeki yeni bir pazarlığın şartlarına bağlaması, en gerçekçi ihtimal olarak şekilleniyor.
Fakat her halükarda iki; ABD Bükreş’te, şimdiye dek "soğuk duranlar" da dahil, söz konusu "kalkan"ın oluşturulması için tüm NATO müttefiklerinden net ve açık destek aldı. Yani, Kremlin’in burada da İttifak’ta "çatlak açmak" şansı artık sona ermiş oldu.
* * *
OYSA üç; aynı Kremlin diğer hayati konuda, yani Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği sorununda o "çatlağı açtı". Kendisinin olmadığı Bükreş’te diplomatik başarı elde etti.
Zira, Avrupalı devletler Rusya’yı "kollamak" ve Bush sonrasını görmek istedikleri içindir ki, onların muhalefetinden ötürü, Kiev ve Tiflis üyelikleri "bekleme odasına" alındı.
Başka bir deyişle, "ultra süper güç" kimliğine rağmen ABD, atmış yıllık Atlantik Paktı tarihinde ilk kez, önermiş olduğu "yeni üyelik" teklifini diğerlerine kabul ettiremedi.
* * *
FAKAT şüphesiz, her iki ülke de eninde sonunda İttifak bünyesine girecekler.
Ama kısa vadede, Rumen başkentindeki doruk toplantısının erteleme kararı Beyaz Saray lideri açısından bir başarısızlık olduğu ölçüde, Vladimir Putin’e de puan kazandırdı.
Dolayısıyla da, Bükreş’teki bu "iyi niyet jesti" (!) hem aynı Putin’i "ferahlattı"; hem de onun Soçi’de ve sonrasında "füze kalkanı" konusunda esnekleşmesine zemin yarattı.
İşin açıkçası, Karadeniz’in Batı - Doğu ekseninde gerçekleşen iki ayrı zirve aslında, balıkçıların tek bir "al gülüm, ver gülüm" oltasına zoka takması anlamına geldi.
* * *
ŞU kesin, "Duvar" yıkıldığı 1989 Kasım’ından beri, istikrarsızlıklar dünyamız tam on dokuz yıldır bir "geçiş dönemi statükosu" yaşıyor. Muallákta sallanıyor.
Oysa, ne Bükreş’teki NATO, ne de Soçi’deki ABD - Rus zirvesi yeni statüko inşa etti.
Her ikisi de, istikrarsızlıkları bir nebze bertaraf etmek için nispi girişimler oluşturdu.
Ve, bunlara boş ümit bağlanamaz! Ve, bunlardan yeni statüko beklenemez!
Dolayısıyla, kıyısındaki iki zirveye rağmen Karadeniz’de çok gemisi battığı içindir ki, o istikrarsızlıklar dünyamız kara kara düşünmekte ve "çırpınırdı" diye yakınmakta haklıdır!
Yazının Devamını Oku