Hadi Uluengin

Ergenekon bağı yok ve olamaz!

26 Mart 2008
LÜTFEN, bugünkü tarihi bir tarafa kaydedin. Aşağıdaki iddiama da mim koyun. Ve gün gelir eğer yanıldığım ortaya çıkarsa, yüzüme bilhassa vurursunuz.

Bu takdirde de, hiç yüksünmeden özür dileyeceğimi şimdiden ilán ediyorum.

* * *

HAYIR, cuma sabahı göz altına alınan ve bazıları salınan, bazıları da tutuklanan "zanlılar"dan (!) hiçbirinin "Ergenekon Çetesi"yle organik ilişkisi yoktur! "Şüphe" fostur.

Üstelik, buna, her kılığa ve her kisveye bürünen ve daha da bürünecek olan Doğu Perinçek adındaki malûm şahsı bile dahil ediyorum.

Artı, son başlatılan "soruşturma"nın AKP’ye yönelik davayla da ilgisi yoktur!

Bir rövanşçılık, bir intikamcılık, bir "dişe diş, göze göz" mantığı söz konusu değildir.

Çünkü, taraflar birlerine zıt gözüküyor olsalar dahi, yukarıdaki her iki iddia da aynı tür "komplo teorisi" zihniyetinden kaynaklanmaktadır. Yine hayatın gerçeğine toslayacaklardır.

Biliyorum, "nasıl bu kadar kendimden emin konuşabiliyorsun" diye sormaktasınız.

* * *

BU kadar emin konuşuyorum, çünkü Allah’a bin şükür, olayları ve şahısları mantık süzgecinden geçirecek kadar bilgi birikimine, ufuk açısına ve sosyal tecrübeye sahibim.

Dolayısıyla da biliyorum ki, "Ergenekon Çetesi" denilen marjinal herze "ulusalcı" ideolojinin en lumpen, en kaba, en hoyrat ve en maceraperest kesimini temsil etmektedir.

Ve yine dolayısıyla, Perinçek adlı aynı malûm kişi dahil, yukarıdaki sözümona "örgüt", gözaltına alınan şahıslardan tek bir tanesi için bile "cazibe merkezi" oluşturamaz.

Bir nebze kafası çalışan insan üç - beş kafadarın derme çatma "fedai teşkilat"ına (!) asla sermaye yatırmaz ki, işte "komplo teorisi"ni daha baştan çürüten hayati nokta da budur.

* * *

AMA kabul, 9 Mart 1971 cuntasında yer aldığı için rakip cuntadan sille yemiş Selçuk örneğindeki gibi, yukarıdaki kişilerin evrensel demokrasiden hazetmediği tabii ki bir vakıadır.

Ancak, bu, onların kendi gradolarını "Ergenekon"a dek düşüreceği anlamına gelmez.

Onlar da düşünen taşınan insanlardır ve zaten unutmayalım ki, aynı İlhan Selçuk o 9 Mart’ta Veli Küçük tarzı "küçükler"e değil, en üst kademedeki en "büyükler"e oynamıştı.

Sittin senelik darbecilerin "amatör" bir şebekeye bel bağlayacağını sanmak onların zekásından şüphe etmek olur ki, aslında böyle bir küçümseme rejimi tehlikeye sokar.

* * *

KALDI ki, malûm sicilinden dolayı zeká hacmi bab’ında en tartışmalı şahıs olduğu su götürmeyen o Doğu Perinçek bile söz konusu "Ergenekon" bağlantılı değildir. Olamaz.

Zaten, bunun bizzat kendisi tarafından verilmiş sinyalini anlamamak için ya "Bolşevik lûgati" hiç bilmemek, ya da satır aralarındaki mesajları hiç okuyamamak gerekir.

Tamam, "Aydınlık" adlı varákparede çetecileri tabii ki "mánen" (!) sahiplenmiştir.

Ama aynı zamanda, ilk tevkifat ertesi "uyarımıza rağmen öncü parti disiplininden yoksunluğun götüreceği yer işte burasıdır" gibisinden bir "serzeniş"te (!) bulunmuştur.

Yani, dirsek temasında olduğu "Ergenekon" mensupları o binde sıfır virgül küsüratlık kendi "öncü" (!) partisine yan çizdikleri içindir ki, onlara "mehel olsun" demeye getirmiştir.

Eh, "iktidarsız muhterislik" öyle vahim bir travmadır ki, daima kendisinin ilk plana çıkacağı ve daima kendisinin hükmedeceği organizmalar dışındaki hiçbir şeyi kabullenemez.

Dolayısıyla da, zeká hacmi en tartışmalı sanığın dahi "Ergenekon Çetesi"yle bağlantılı olduğunu düşünmek ve iddia etmek, aslında bizzat "mantıki zeká"ya aykırıdır.

Ve ben burada bir defa daha tekrarlıyorum, soruşturma neticesinde eğer yukarıdaki iddia ve varsayımlarım yanlış çıkarsa, sizlerden dobra dobra özür dileyeceğim.

Peki, her boydan ve her soydan "komplo teorisyenleri" de dileyecek mi?
Yazının Devamını Oku

Gelinim, kızım ve erkán

25 Mart 2008
UYARILINCA fark ettim, cumartesi günkü yazım çok fazla üstü kapalı kaçmış. <br><br>Daha daha dobrası, ne demek istediğimi açıklamakta áciz kalmışım. Aslına bakarsanız, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" yöntemini seçmiştim.

Ama baklayı öyle bir yuvarlamışım ki, kızımın dahi anlamasına imkán tanımamışım.

Çağrışımda ipin ucunu kaçırıp merámımı tam anlatamamış olduğum için özür dilerim.

* * *

KISACA hatırlatayım, o yazıda "erkán" kelimesinin ikili boyutunu işlemiştim.

İlkin, bu sözcükle adetler ve kurallar bütününün tanımlandığını söylemiştim.

Sonra da, deyimin aynı zamanda, en başta devlet bünyesindekiler olmak üzere, kurumsal üst düzey yöneticiler için kullanıldığını eklemiştim.

Nihayetinde de, yol yordam ve edep usûl bilmek anlamındaki o ilk "erkán"la, hiyerarşik manádaki "erkán"ın birbirlerini tamamlaması gerektiğini kaydetmiştim.

Yani, anlatamadığım için tabii ki kabahat bende, aslında şunu demek istemiştim:

Bürokratı, yargıcı, askeri, polisi, vs., her kim ki resmi "erkán"a mensuptur, o kişi söz konusu adetlere, kurallara ve yükümlülüklere herkesten çok uymak zorundadır.

Burada sağcılık - solculuk veya sofuluk - laiklik yoktur ve de olamaz!

Zaten, kızıma söyleyip gelinime anlatmak istediğim şey de tam buraya odaklanıyordu.

* * *

ÇÜNKÜ, ben ilk andan itibaren Yargıtay Başsavcısı’nın AKP hakkında açmış olduğu kapatma davasına şiddetle karşı çıktım. Çıkacağım da! İlkesel bir tutumu sahipleniyorum.

Bana göre, bu fütursuz girişim ne evrensel demokrasi ve hukuk kurallarının "erkán" kavramıyla bağdaşıyor, ne de "baş" olmuş bir savcının hiyerarşik "erkán" sıfatıyla uyuşuyor.

Oysa, zıt doğrultuda gözükse bile aynı tür "erkánsızlık" cuma günü yine tekrarlandı.

Tam ertesi günkü yazıma oturmuştum ki, "ulusalcı" kimlikleriyle ünlenmiş üç kişinin Ergenekon Çetesi soruşturmasıyla ilgili olarak sabah dörtte gözaltına alındıkları haberi geldi.

Buyrun işte, "erkán" deyiminin her iki anlamına da zıt diğer bir fütursuzluk daha!

Ve, eğer çifte standardım yoksa, nasıl ki Başsavcı’nın girişimine muhalefet ettim, ediyorum ve edeceğim, buradaki "erkán bilmezlik"e muhalefet etmekle yükümlüyüm.

* * *

OYSA, fikri planda yukarıdaki üç kişiden de günáhım kadar hazzetmediğim malûm!

Hiçbirini sütten çıkmış ak kaşık addetmediğimi; hele hele, her kılığa ve her kisveye bürünmüş olan bunlardan bir tanesinden her şeyi bekleyebileceğimi bu sütunda çok yazdım.

Olsun, ne değişir ki? Benim kişisel yorumlarım burada asla ve asla devreye giremez!

Çünkü, hiçbir şey şafak sökmeden gerçekleştirilen bir "baskın"ı haklı gösteremez.

"Çetecilik" şüphesi dahil, böyle bir "aculluk"a mazeret ve bahane bulunamaz.

* * *

KALDI ki, söz konusu şahıslardan biri seksenini aşmıştır ve de herhalde, zili makûl bir saatte çalındığı takdirde tebdil-i kıyafet giyinerek "illegaliteye geçmiş" olacak değildir!

Artı, tıpkı "erkán" bilmeyen Başsavcı’nın AKP’yi "mağdur" konuma itmesindeki gibi, yukarıdaki "zamansız zamanlama"yla burada da bir mağduriyet duygusu doğmuş oldu.

Şüphelerde doğruluk payı olduğunu varsaysak dahi, yukarıdaki "mağdur imajı"ndan sonra insanların "gerçekten öyle mi" sorusunu sorması artık duygusal meşruiyet kazandı.

Dolayısıyla da, biri hukuki, diğeri zapti iki "erkán"ın "erkán bilmezliği"; yani usûl ve kurallara en fazla uyması gereken kesimken onları es geçmesi, kutuplaşmaya tuz biber ekti.

Oysa, işte bu defa kızıma çağrışım yapmadan gelinime açık açık söylüyorum:

Türkiye’nin kutuplaşmaya değil, ister iktidar denetimli, ister statüko zaptiyeli olsun, "erkán"a riayet ederek çelişkileri mümkün mertebe yumuşatacak bir "erkán"a ihtiyacı var!
Yazının Devamını Oku

Farazi bir kitap bölüşümü

23 Mart 2008
Üç hafta önce size sinyalini verdiğim gibi, içimi bendeniz öte tarafa göçtükten sonra çocuklarımın kütüphanemi ne halt eyleyecekleri endişesi kemiriyor. Hadi kızımız hanımefendi sinemacı ve dolayısıyla, yedinci sanata ilişkin kitaplarımı o toplayacak. Ortanca oğlum pederiyle pek bir benzeştiği için, en fazla mirasa onun "konacağını" tahmin ediyorum. Peki ya en küçük oğluma ne kalacak?

Harıl harıl kádim Mısır, bilhassa da firavun mezarlarıyla ilgileniyorum.

Artı, eski Çin, Kelt, Galya; háttá Aztek ve Maya láhitlerine de merak sardım.

Söz konusu uygarlıkların da ölülerini nasıl gömdüğüne, daha doğrusu sakladığına dair okumadığım, görmediğim, bakmadığım şey kalmadı desem, yeridir.

Hayır, tabii ki bu yaştan sonra cenaze levazımatçılığına niyetlenmiş değilim.

Rabb’im yazdıysa bozsun, "nekrofili" denilen ölü seviciliğinden de mustarip değilim.

Bütün mesele, üç haftadır sözünü ettiğim o kitap mirasımdan kaynaklanıyor.

Evet evet, mezar ve mezarlıklarla böylesine ilgilenmemin nedenini, üzerine titrediğim cánım ve cánanım kütüphanemin üzerine benden sonra kimin oturacağı sorusu oluşturuyor.

Öyle, çünkü üç hafta önce size sinyalini verdiğim gibi, içimi hanidir, bendeniz öte tarafa göçtükten sonra çocuklarımın kütüphanemi ne halt eyleyecekleri endişesi kemiriyor.

Hadi dedik ki, kızımız hanımefendi sinemacıdır ve dolayısıyla, yedinci sanata ilişkin ve bugün çoğu bulunmaz nitelikteki kitaplarımı o toplayacaktır.

Fellini albümlerimi, Fritz Lang siyah-beyazlarımı, Hitchcock, Kazancıoğlu, Allen, Monroe, "Nuevo Cinema" ve "Yeni Dalga" biyografilerimi falan götürecektir.

Helál-i hak olsun ve umalım ki, inşallah kadrini bilir!

MİRAS KAVGASI HOŞUMA GİDER

Öte yandan, ortanca oğlum pederiyle pek bir benzeştiği için, en fazla mirasa onun "konacağını" tahmin ediyorum.

Batı Ortaçağı’ndan İslam minyatürlerine ve Rönesans heykellerinden faşizm mimarisine dek bütün sanat tarihi kitaplarıma; bilhassa da, Hopper’i, Schiele’si, Grosz’u, Dix’isiyle falan, modern ressamlarıma el koyacağını ben de elimle koymuş gibi biliyorum.

Artı, şu sıralar felsefeye pek bir merak sardığı için, özellikle Eski Yunan ve Nietzsche ertesinin Alman filozoflarına da "sulanacağını" düşünüyorum.

Bir ihtimal, benim "beat kuşağı" dönemi romanlarımı da seçecektir.

Hatta, aynı zamanda çizgi-roman hastası olduğundan, tek bir eksiği bulunmayan o "Tenten", "Patavatsız Gaston", "Maltalı Kortez" veya "Blake ve Mortimer" gibi harika koleksiyonlarımı paylaşmak konusunda diğer iki oğlumla anlaşmazlığa dahi düşebilir.

Laf aramızda, "şu tıpkıbasım Amerikan ’comics’ini babam bana vaat etmişti" veya "Sen uslu adamsın, bu gizli pornografya albümünü n’apacaksın" diye birbirleriyle kanlı bıçaklı olmamaları kaydıyla, arkamdan gerçekleşecek böyle "miras kavgası" hoşuma gider.

Ne álá, demek ki benim de bırakılacak malım, mülküm varmış!

Ancak, o çizgiromanlar dışında diğer iki oğlumun raf tarayacaklarını sanmıyorum.

Bir kere, taş çatlasa, büyük oğluma ilgilendirecek belki iki, belki üç cildim vardır. Hepsi hepsi o kadar!

Kendisi, bitirdiği üniversite ve yöneldiği meslek itibarıyla, yüksek iktisatçılık, modern işletmecilik, öncü bilişimcilik, aritmetik istatistikçilik gibi somut ve güncel şeylerle ilgileniyor.

Artı, bütün bu konular hiç durmadan yenilendiğinden, henüz "klasik" denilebilecek şeylerin yayınlandığına fazla ihtimal vermiyorum.

Zaten yayınlanmış dahi olsa ve sevgili büyük oğlum değil mumla, antrede asılı duran o koca el feneriyle bile arasa, bütün hayatı boyunca sonsuz soyut ve sonsuz havai yaşamış olan pederinin kütüphanesinde böyle şeyler bulamaz.

YA EN KÜÇÜK OĞLUM

En küçük oğlucuğuma gelince...

Doğrusu, onun "miras paylaşımı"ndaki tavrının ne olacağı konusunda hiçbir fikrim yok! Hiçbir öngörü getiremiyorum ve hiçbir faraziye yürütemiyorum.

Çünkü bir kere, eh işte gerçekten de bacak kadar küçük ve gelecek yıllarda hangi eğilimlere yöneleceği konusunda henüz bir tahminde bulunulamaz.

Bakarsanız, o soyut ve havai babasına çekerek kütüphanemin üzerine çullanır; bakarsınız, büyük ağabeyi gibi ayakları son derece yere basar ve bir "fen adamı" olur.

Fakat bilhassa iki, lügat hariç, ben küçük oğlucuğumun konuştuğu, yazdığı ve okuduğu "anadil"de, numunelik cinsinden dahi tek bir kitaba sahip değilim.

Felemenkçenin "f"sini anlamam ki, salı günü ölen dev Flaman yazar Hugo Claus’un bir o kadar dev "Belçikalıların Hüznü" romanını orijinalden hecelemeye çalışayım.

Bu lisandan tek tük kitaplarım ancak tercümesiyle raflarımda duruyorlar.

İmdii, yukarıdaki son kapıyı da açık bırakmak kaydıyla, kızımın ve ortanca oğlumun bir ihtimal "üşüşebileceği" ve aslında kütüphanemin ancak küçük bir bölüm oluşturacak olan kitapları hariç tuttuk diyelim.

Fakat, geri kalan büyük kısmın ise ben mezara girdikten sonra çocuklarım tarafından "ne halt edileceği" endişesini hálá bütün şiddetiyle benliğimde hissetmeyi sürdürüyorum.

Hay Allah, mezar dedim de aklıma geldi.

Ben yazıya bu kelimeyle başlamıştım ama araya láf girdi ve "kitap mirasım"la o mezar arasında niçin ilişki kurduğumu söylemeye vakit kalmadı ki, işte gelecek pazara sarktı.
Yazının Devamını Oku

Şair ve erkán

22 Mart 2008
18. yüzyılın büyün divan şairi Şeyh Galip bir beytinde şöyle der:<br><br>"Hamuş ne ah eder ne efgán / Medhuş ne yol bilir ne erkán". Bugünkü Türkçe’ye de aşağı yukarı şöyle uyarlayabiliriz:

Suskun ve sákin insan feryád ederek ortalığı birbirine katmaz.

Ama buna karşılık, ürkmüş ve şaşırmış insan hiçbir yöntem ve kural tanımaz.

Aşağıda geleceğim, "erkán", "hamuş" ve "medhuş" kelimelerine mim koyalım.

* * *

ÇOCUKLUĞUMUN
"radyo günleri"nde en sabırsızlıkla beklediğim şeylerden birisini de milli bayramlardaki törenler oluştururdu.

Spiker tankları, topları, zırhlıları ballandıra ballandıra anlatacak da, ben aparatın hoparlörüne kulağımı yapıştırarak bunların her birini tahayyül edeceğim.

Ancak iş henüz resmi geçit noktasına varmadan, aynı spiker çok doğal olarak, "askeri ve mülki erkán şeref tribünündeki yerini aldı" gibisinden bir girizgáh yapardı.

Gazetelerin siyah beyaz fotoğraflarında görmüşlüğüm var ya, bana ulaşılmaz gibi gözüken bu şahısları da silindir şapkalı, frak papyonlu, yahut yelek ceketli hayal ederdim.

Neyse, işte yukarıda "erkán" kelimesini kullanarak birinci sözcüğe gelmiş oldum.

* * *

ARAPÇA kökenli bu deyim önce adetler, kurallar, yükümlülükler bütününü tanımlar.

Sonra da, en başta devlet olmak üzere, kurumlardaki üst yöneticileri sıfatlandırır.

Esas olarak resmi bürokrasiyi kapsar ve "seçkin", "elit", "ricál" denildiği de olur.

Biraz, Frenklerin "krem dö la krem" dediği cinsten kaymak tabakanın resmi kesimine; biraz da Eflátun’un "aristokratik cumhuriyet" teorisindeki elitlere tekabül eder.

Háttá kısmen, aynı Frenklerin Anglosakson "establishment" deyimiyle de benzeşir.

Artı ve çok önemli detay, o kurallarla o yöneticiler arasında tamamlayıcı bağ vardır.

Zira, kaideye uyulduğu ölçüde "erkán" olunur. Yolsuz yordamsız merdiven çıkılmaz.

"Erkán" olunduğu oranda ise yine aynı kaidelerin üzerine titrenir. Özellikle kollanır.

Yönetmek hem kural koymak, hem de o kurala herkesten fazla uymak demektir.

* * *

ANCAK, söz konusu adet ve kaideler tabii ki benim "radyo günleri"nde pek büyüttüğüm o giyim ve kuşamla ve o tavır edáyla sınırlı değildir. Asla ve asla değildir!

Bunlar birer protokoler dış görünümdür. Bazen gerekli bir "göz boyama"dır.

Oysa, ideal "erkán" ancak mesleki, hukuki ve ahláki faziletleriyle "erkán" olur.

Yani her şeyden önce, mevkiinin ve makamının mutlak kıldığı bilgi birikimine; deney geçmişine; ufuk genişliğine; tavır nesnelliğine ve etik sadakatine sahip olmak zorundadır.

Böylelikle de, "erkán" ağırbaşlı, oturaklı ve sukûnetli bir kişilik yansıtır.

Başka bir deyişle, Şeyh Galip’in "hamuş" dediği sakin şahsiyet ortaya çıkmış olur.

* * *

OYSA, yukarıdaki erdemlerden yoksunluk "erkán"ın gradosunu aşağı çeker. Düşürür.

Aslında da, bu, bütün bir mekanizmanın yalama ve dejenere olduğunun göstergesidir.

Veya, toplumsal dinamiklere ayak uyduramamış anakronik bir yönetime işarettir.

Dolayısıyla da, çıta çok altlara indiği için hasbelkáder edindiği "erkán" statüsünün ayrıcalığından ve dokunulmazlığından yararlanıp, ürktüğü, korktuğu ve şaşırdığı yeni hayat; yeni dünya ve yeni ülke karşısında kıt bilgisi, toy tecrübesi, dar ufku, taraf tutumu ve etik sadakatsizliğiyle etrafı vaveylaya veren kişi gerçek "erkán" değildir ve olamaz.

İster başına silindir şapka oturtsun; ister sırtına kırmızı cübbe giyinsin, isterse de omzuna beş yıldız takınsın, böyle bir kişi yine Şeyh Galip’in deyişiyle "medhuş" şahıstır.

Ve o işte "medhuş" ki, "ne yol bilir, ne erkán"!
Yazının Devamını Oku

Zaman var zamanı var

20 Mart 2008
AZARI işite işite, tokadı yiye yiye ve şamarı tada tada, küçük ayak oyunlarına alıştık. Dolayısıyla da, Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’yi kapatmak girişiminde aynen geçen yılki "web muhtırası" zamanlamasına başvurmasını o kadar yadırgamadık. Sürpriz olmadı.

Bununla, "momentum" denilen "hassas vakit ayarlaması"nı kastediyorum.

Fakat yine de, haberi duyunca aman bir sevinç, Boğaz lokantasında etekleri zil çalarak "şerefe" diye kadeh tokuşturan "laikçi" zevátın bayağı bir sürpriz yaşadığı anlaşılıyor.

Ne diyeyim, demek kendi zihin parametrelerini bile hálá uygun adıma ayarlayamamışlar.

Yukarıdaki hazretlere içimden "áfiyet şeker olsun" mu; yoksa "zeHir zıkkım olsun ve de kursağınızda kalsın" mı demek geçtiğini ise sizin takdirinize bırakıyorum.

Ama her halükarda, Savcı’nın cüretkár jestini işittiğim an benim ilk tepkim şu oldu:

"Aferin, cihet-i ’adliye’ cihet-i askeriyeden aldığı kurmay dersi iyi öğrenmiş".

* * *

ÖYLE tabii, yukarıdaki "web muhtırası" da cuma gecesi ekrana düşmedi miydi?

Eh, el ayak çekilmiş ve gazete rotatifleri dönmüştür. Etrafa hafta sonu rehaveti inmiştir.

İçeride borsa tahtası ve dışarıda demokrasi álemi "mahmurluk hali" yaşamaktadır.

Dolayısıyla, ara tara, o gazetelerin dünya muhabirleri cumartesi şafağından itibaren "yetkili ağızları" bulacak da; "ordu sanal muhtıra verdi, ne dersiniz" diye soracak da; ya dağda kayak yapan, ya sayfiyede çiçek sulayan aynı "yetkili ağızlar" ajans bülteni okuyacak ve uzmanına danışacak da, ölme eşeğim ölme, atı alan çoktaan Üsküdar’ı geçmiş olacak.

Sonra, pazartesi borsası onların siyasi tepkisine göre kendi iktisadi tepkisini verecek.

İşte, aşağı yukarı bir yıl sonra ve tamamen aynı zamanlamayla, Savcı’nın cüretkár ve fütursuz girişimi yine cuma günü ve yine mesai saati bittikten sonra "duyuruldu"!

Hesap yine aynı hesap, kitap yine aynı kitap ama, bu defa da sökmedi!

* * *

NEDEN sökmediğine geleceğim fakat ilkin náçizane bir hatırlatma yapmak istiyorum.

Doğrusu, ben Başsavcı’nın yerinde olsaydım dişimi sıkar ve bir hafta daha beklerdim.

Çünkü, bu Cumadan itibaren bütün bir Batı Dünyası’nda Paskalya tatili başlıyor.

Salı’ya kadar zaten her şey resmen kapalı ama, aslında o tatil tüm haftaya yayılacak.

Yarından tezi yok, ipini kopartan oraya buraya gidiyor ki, bırakın AKP’yi yasaklamak için iddianame sunmayı, Bush’u tevkif etmek için celp çıkartsanız, kimse umursamaz.

Üçüncü sınıf nöbetçi memurlardan başka da, "tepki verecek" kimseye ulaşamazsınız.

Gördünüz mü, eğer "taktik zamanlama" dersinde Hıristiyan takvim de öğretilseydi, demokrasi áleminin geçen hafta sonundaki gibi derhal ve ciddi tepki vermesi önlenmiş olurdu.

* * *

EVET evet, o tepki verildi. Zaten de "momentum" hesabı bunun için tutmadı.

Burada ayrıntıya girecek değilim ama, olağanüstü cüretkárlığa işte olağanüstü cevap!

AB Genişleme Sorumlusu Olli Rehn’in daha cumartesi günü áni basın toplantısı düzenleyip, sözünü sakınmamasından başlayın. Buradan, parlamenterleri dahil tüm Topluluk başkentlerinin derhal ve resmen yaptığı "hop dedik" açıklamalarına uzanın.

Artı, eski Alman şansölye Schröder’in zehir zıkkım infialini veya yine eski ABD Dışişleri Bakanı Albright’ın "şoke oldum" ifadelerini ekleyin. Devamını geçiyorum.

O halde çok açık ve net, Ankara’daki "zamanlama"nın küçük ayak oyunları sökmedi.

Demokrasi álemi Türkiye demokrasisine sonsuz önem verdiği içindir ki, kendisi tatildeymiş veya değilmiş, ülkemizin "hukuki otoritarizm"e sürüklenmesi rizikosuna karşı yılın, ayın, haftanın ve saatin her dakika ve her saniyesinde tetikte duracağını tekrar ispatladı.

İş şimdi bizzat AKP’nin, kendisini ilke olarak sahiplenen ve de kurdun ağzına atmayan o demokrasi álemine dört elle sarılmasına kalıyor ki, işte burada söylenecek çoook şey var!
Yazının Devamını Oku

Ne 28 Şubat ne Ergenekon

19 Mart 2008
HAYIR, Yargıtay Başsavcısı’nın AKP’yi kapatmak girişimindeki cüretkárlık ne 28 Şubat sürecine benzetilebilir, ne de Ergenekon Çetesi’yle irtibatlandırılabilir. Bu tez "ulusalcı" komplo teorilerini ters yönde üretmekten başka bir anlam taşımıyor.

Ve yine onlarınki gibi, aşağıda açıklayacağım nedenlerden ötürü, gerçekle uyuşmuyor.

* * *

"STATÜKO" terimine değindiğim dünkü yazımda askerlik sanatını örnek vermiştim.

Kavramın tabiatı icábı, her statüko gücünün "stratejik" açıdan daima mevcut cepheyi korumak isteyeceğini, ama aynı zamanda da "taktik" saldırılara başvuracağını söylemiştim.

Sonra, tüm bunları hesaplamanın o askeri sanatta bir "kurmay" derinlik; sivil hayatta ise, aynısına tekábül edecek "seçkin" bir zeká, birikim ve tecrübe gerektireceğini eklemiştim.

Nitekim, asker-sivil eksenli 28 Şubat sürecinde böylesine "elit" bir strateji mevcuttu.

Yalan "andıç"tan tank sesine ve ABD cevazından yargıç azarına, postmodern darbede "kurmay", dolayısıyla "seçkin" bir hesap ve kitabın yapılmış olduğu göz çıkartıyordu.

Yani, planlı, programlı ve kumpaslı hazırlanan o 28 Şubat, emir beklemeyen işgüzar bir çavuşun mangayı arkasına katıp karşı sipere düzenlediği "taktik" bir vur kaç değildi!

* * *

OYSA, "statüko" açısından bakıldığında, savcının jesti yukarıdaki türden bir derin strateji yansıtmıyor. Tıntın iddianame ortada, parlak bir "seçkin zeká"yı ise hiç yansıtmıyor.

Çünkü, mağduriyet hissi kamçılayan "web muhtırası"nın beklentiye tam zıddı sonuç getirdiği ve türban tatavasının da özünde yine iktidarı güçlendirdiği gün gibi aşikár değil mi?

O halde insaf, aynı mağduriyet hissinin daha da güçlendiğini ve dolayısıyla saldırının geri tepeceğini en uzak köydeki "çarıklı erkán-ı harp" dahi anlamışken, bunu bilemeyecek, bunu hesaplayamayacak; bunu öngöremeyecek bir "statüko komutanlığı" düşünülebilir mi?

Diplomasını çöplükten toplamadığı ve aklını peynir ekmekle yemediği takdirde, hangi "kurmay" ve hangi "elit" şu anki zamanlamada böylesine kuru sıkı bir taktik atağa kalkışır?

Hayır hayır, hiçbir statüko kendini bu derece kof "stratejistler"e (!) emánet etmez.

* * *

O
halde bir, öküz altında buzağı arayıp ve komplo teorilerine bir yenisini daha ekleyip, savcının jestini "yukarıdan eşgüdümlü" bir kumpas olarak açıklamanın álemi yok!

Ortada ne "örgüt", ne "komplo" var! Ankara bürokratlarının ahbap?çavuş ilişkisi ve onların Sakarya meyhanelerindeki "laiklik gitti, gidiyor" vahvahı da bu gerçeği değiştirmez.

Hasbelkader konumuna sığınıp kendine "misyon" vehmeden aklıevveller ibadullah.

Fakat doğru, Başsavcı statüko açısından tabii ki "taktik" bir taarruza kalkıştı.

Ancak, bu, harita okumayı bilmez ve ikmál kuvveti hesaplamaz işgüzar çavuşun, emir gelmeden ve tek başına karşı sipere yönelttiği başıbozuk saldırıdan farksızdır ki, nokta!

* * *

SONRA iki; Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP’yi kapatmak girişimini Ergenekon Çetesi’yle irtibatlandırmaya kalkışmak aslında üzerinde durulmayacak kadar gülünçtür.

Tamam, söz konusu Çete tabii ki "statüko zaptiyeliği"ne soyunmak istemiştir.

Ama onun savruk organizması, lumpen kimliği ve maceraperest "strateji"si öylesine itici, irkiltici ve ürkütücüdür ki, en sığ kurmayları ve en vasat seçkinleri dahi cezbedemez.

Zaten yine insaf, her hangi bir statükonu sermayeyi bu denli kara bir kediye yatırması için ya gerçekten tımarhanelik raddeye varması; ya da ölüm döşeğine uzanması gerekir.

Oysa, hiç küçümsemeyelim, Türkiye’deki statüko henüz bunların ikisinden de uzaktır.

Dolayısıyla, hayır, Başsavcı’nın cüretkárlığında ne 28 Şubat, ne de Ergenekon yatıyor.

Ancaak, eğer komplo teorisinde illá ısrar edenler varsa, o halde bari AKP’nin statüko içine "ajan" sokarak kasten mağduriyet yarattığını söylensinler de, eh, acil şifalar dileyelim.
Yazının Devamını Oku

Statüko mu?

18 Mart 2008
DAHA neler, AKP’yi kapatma girişimi "statüko seçkinleri"nin işgüzárlığıymış.<br><br>Estağfurullah! Akıl var, yakıl var ve de açıkçası, devenin nalı! Tamam, ortada bir işgüzárlığın; işgüzárlık ne kelime, dehşet bir cüretkárlığın ve inanılmaz bir fütursuzluğun hüküm sürdüğü tabii ki kesin! İnkár etmeye kalkışan çarpılır.

Fakat bunu "statüko seçkinleri"ne bağlamak her iki deyimin canına okumak olur. Bugün birincisinden, yani "statüko" kelimesinden başlayacağım.

* * *

MALÛM, Latince’de "status quo" imlásıyla yazılan "statüko" bir "oluş durumu"nu; bir "şimdiki an" kavramını adlandırmak için kullanılır. Nesnel bir olgudur ve nötrdür. Örneğin, 1974’ten beri Kıbrıs’ta geçerli olan siyasi - askeri yapı bir "statüko"dur.

Aynı yılın 20 Temmuz’undan önceki durum ise "geçmiş" bir "statüko ante"ye; hattá savaş sonrası oluştuğu için, "kavgadan önceki" bir "statüko ante bellum" tanımına girer.

O halde bir; her statüko bir "mevcut"tur. Hál-i hazırda varolan şey ve zamandır.

Dolayısıyla iki, ona yandaş güçler "temel strateji"yi savunma ekseninde inşa ederler.

Ve yine dolayısıyla üç; bu güçler "durağancı", en azından muhafazakár davranırlar.

Fakat dört, stratejik savunma "taktik" saldırı gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Nitekim, Karl von Clausewitz’i okumuş olmak illá şart değil ama askerlik sanatına biraz vakıf olanlar bilirler ki, geniş bir cephedeki "stratejik statüko"yu hasım tarafa karşı koruyabilmek için, çoğu defa "taktik taarruz"lar yapmak zorunluluğu doğar.

Eh, aynı Clausewitz "savaş siyasetin uzantısıdır" gerçeğini dile getirdiğine göre, bunun politik arenada da aynen geçerlilik taşıdığı söylemek kadar doğru bir şey olamaz.

* * *

İLK bakışta, yukarıdaki şemayı ülkemize uyarlamak son derece kolay gözüküyor.

Mademki her statüko doğası itibarıyla durağan ve muhafazakardır, o halde Türkiye’deki statüko da kendi "savunma stratejisi" içinde yeni bir "taktik saldırı"ya geçmiştir.

Somutlaştırırsak, bir yıl önceki "internet muhtırası" sökmeyip AKP büyük atılımla tekrar hükümet olunca, malûm "statüko güçleri" Yargıtay Başsavcısı’nın akıllara sedá ve demokrasiye veda "iddianamesi"yle (!), ikinci bir taarruz daha başlatmışlardır.

Yani, hiçbir demokratik devlette asla düşünülemeyecek biçimde, bizim savcının aynı zamanda başkomutan olan Cumhurbaşkanı dahil, beş yıldır iktidarda bulunan ve arkasına çok geniş bir halk desteği alan partiye karşı "kapatma davası" (!) açması şuna benzemektedir.

* * *

ZATEN hep siper beklediği için durağanlığı daha da kemikleşen statüko kurmayları, hasım tarafın yoğun yığınak ve ikmal yapması karşısında ániden harekáta geçmişlerdir.

Söz konusu hasım kuvvetleri ansızın dağıtmak ve hırpalamak taarruzunu başlatmıştır.

Zira, barikatları aşındığı ve birlikleri güç yitirdiği için o kurmay karargah farkındadır ki, kendi "stratejik cephesi"ni korumak ancak "baskın basanındır" taktiğiyle mümkündür.

Dolayısıyla da, son güllelerini, son mermilerini, son ihtiyatlarını kullanmak dahil, umulmadık bir "taktik hamle"yle cepheyi kollamak, yani statükoyu korumak azmindedir.

* * *

DOĞRU, işte buraya kadar Başsavcı’ının AKP’yi kapatmak girişimini "statüko seçkinleri"nin taktik taarruzu olarak değerlendirmek mantığa son derece uygun gözüküyor.

Gerçekten de, genel teoriyle ülkemizdeki gelişmeler tıpatıp uyuşuyormuş gibi geliyor.

Ancak, hiçbir statüko bu kadar a-k-ı-l-s-ı-z ve hiçbir seçkin bu kadar v-a-s-a-t olamaz.

Hiçbir cephe bu koflukla tutulamaz! Hiçbir kurmay da bu tıntınlıkla komut veremez!

Ama yook, eğer gerçekten böylesine hazin ve böylesine gariban bir durum söz konusuysa, o halde kavramları tümüyle değiştirmemiz gerekiyor ki, bunu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Raflar ve laflar

16 Mart 2008
O sonsuz zavallı küçük burjuvalar gibi, salona akaju ağaçtan kütüphane yaptırtıp ardından da bunun metresine göre hesaplanmış ciltler ısmarlamadım. Böyle bir şeyi düşünmek dahi tüylerimi ürpertiyor. Okuma yazma bilmeyeyim daha iyi! Zira kitapları onların maddi, görsel ve süksesel değerleri için edinmem. Hatırlayın, iki pazardır yeryüzündeki yegáne servetimin; tek dikili ağacımın; numunelik "zenginliğimin" (!) sadece ve sadece kütüphanelerim olduğunu anlatıp duruyorum.

Dolayısıyla da size sır verip daha musalla taşına uzanmadan içime korku düştüğünü ve ölümümden sonra çocuklarımın bunları ne "halt edeceği" (!) kaygısına kapıldığımı söylemiştim.

Fakat bundan yola çıkarak yanlış varsayımlar üretmeyin, zira orada da "maddiyat" yok!

Yok, çünkü aşağıdaki değineceğim birkaç istisna hariç, kütüphanem öyle müzáyedelerde satılacak nádide ciltleri, müstesna kitapları, orijinal yazmaları kapsamıyor.

Tamam, en önce, biri Deniz Müzesi’nde, diğeri amcamda duran ve atabüyükbabam Cibálili Lûtfu bin Tahsin Bey tarafından Türkçe’deki ilk seyr-û sefer astronomisi kitabı olarak 1881’de yazılan "Punt"un Fatih Yangını’ndan kurtarılmış son nüshasını ben saklıyorum.

Artı, onun kaptan-ı derya defterleri de mülkiyetimde bulunuyor.

Bunlara ne maddi, ne manevi değer biçilebilir. Fiyat yoktur. Varsa da kimse ödeyemez.

Zaten de, eğer çocuklarım kıymetini bilmezlerse, mezarda dahi iki elim yakalarındadır.

Sonra, yine kabul, bu defa babamdan miras konduğum ve Cumhuriyet İdeolojisi’nin "temel direklerini" oluşturan "Nutuk", "Türk Tarih Kongresi", "Tarih" ve "Dil Kurultayı" ciltlerinin de hepsinde ilk baskılara sahibim.

Ayrıca, "Şiir Özel Sayısı" dahil tüm "Tercüme" ve "Türk Yurdu" dergilerine; Faik Sabri Duran’ın "Álem"lerine, Kerim Sádi ve "Orak Çekiç" bibliyoteklerine de sahibim.

Artı, heyhat "İstanbul Ansiklopedisi" yok ama, haniyse onun kadar nádir ve yine Reşat Ekrem Koçu imzasını taşıyan "Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü"nü de málikim.

Ardından, bizzat "Paris Komünü" sırasında, yani asilerin iktidarda bulunduğu o kısacık dönemde neşredilen ve zaten 1871 tarihini taşıyan "Komün Afişleri" adlı Fransızca kitabım; aynı konuyu işleyen ve bu kez Cenevre’de gizli basılan "Günlük"üm; 1928 Köln sergisindeki Sovyet pavyonunu anlatan ve Moskova’da Almanca tab edilmiş kataloğum da var.

Sonra, "underground" kültürün öncüsü olan ve ilk sayısından son sayısına kadar teker teker biriktirmiş olduğum bütün bir "Actuel" dergisi koleksiyonu da kütüphanemde duruyor.

Hatta belki de listeye, yine ilk tab Názım Hikmet şiirlerini; büyükbabamdan miras Osmani lûgatleri; yasaklanmış olduğu için sahafçı dostum vasıtasıyla edindiğim "alternatif tarih" kitaplarını; otuzlu-kırklı yıllar Moskova baskısı "sosyalist gerçekçi" romanlarını; bunların "şarlatan ustalar"ına tekábül eden "başyapıtlar"ını da (!) eklemem gerekir.

Eee?

YANDIM ALLAH

E’si şu ki, en birinci olarak, yukarıdakilerin hepsini toplasanız, yaklaşık beş-altı bin ciltlik kütüphanemin içinde diş kovuğuna kaçacak kadar yer bile tutmazlar. Tutamazlar.

Sözüm ona "kıymetli" (!) kitaplarım ancak "çerez" niyetine raflarda duruyor.

Bu arada, aklınızla bin yaşayın, bunları anlatırken sayenizde tekrar hatırlamış oldum.

Söz konusu eski kitapların adamakıllı elden geçmesi ve zaman çoğunun da canını çıkarttığı için mutlaka ciltçiye gitmeleri gerekiyor ki, yandım Allah!

Evet yandım Allah, çünkü bilmiyorum, ara tara, o da eğer bulunursa, şimdiki ciltçilerin mukavva-tutkal muamelesi için forma başına kaç papel istediğine dair bir fikriniz var mı?

Benim var ve de zaten onun için "yandım Allah" dedim ya!

Hey gidi zamanlar hey, gel de Nuruosmaniye Yokuşu’nun kaldırımcı esnafını arama!

Her neyse?

Her neyse ve de ikinci olarak, eğer öyle dizi dizi "pahada ağır" (!) kitaplarım pek nadirse, bu, kitap ihtirasımın sadece ve sadece o-ku-mak azmiyle sınırlı kalmasındandır.

Turşu fıçım değil kütüphanem var!

Morgda ölü kadavra ve müzede ölü lahdi değil, rafta canlı kitap biriktiriyorum.

Kütüphanelerim, tuğlaları b-e-n-im okuma tercihlerime göre konulmuş birer kaledir.

Rabb’ime bin şükür, yeni zengin aristokrat bozuntularını taklide kalkışıp hánemden gelip geçene sükse yapmak için "rafine" (!) koleksiyon düzmek budalalığına asla düşmedim.

Zaten tasavvur edin ki, misafir gittiğiniz şahsın antika rahleye çarşaf gibi yaydığı el yazması "Seyahatnáme"yi gösterip ona, "Hadi, şu ikinci Tuna yolculuğunu bulsana" dediniz.

Zaten Osmanlıca’nın elifbasını sökememesi bir yana, Allah bilir, mukaddes eseri sol tarafından karıştırmaya başlayacaktır. Al antika rahleyi ve de kafasının iki arasında katla!

Benim o tek tük "kıymetli" (!) kitaplarım dahi ancak kendi konularına ilişkin raflarda diğerlerinin arasına karışmış olarak durur ki, çok alıcı bir gözün dışında kimse fark edemez.

BİLMEK İHTİRASI

Sonra, tabii ki, o sonsuz hazin ve o sonsuz zavallı küçük burjuvalar gibi, salona akaju ağaçtan kütüphane yaptırtıp ardından da bunun metresine göre hesaplanmış ciltler ısmarlamadım.

Böyle bir şeyi düşünmek dahi tüylerimi ürpertiyor. Okuma yazma bilmeyeyim daha iyi!

Ben daima ve daima, önce kitaplarımı aldım; yerlerine sığmadıkları, taştıkları, asileştikleri oranda da, kütüphanelerimi sonradan artırmak, genişletmek ve yükseltmek zorunda kaldım.

Zira kitapları onların "maddi", "görsel" ve "süksesel" (!) değerleri için edinmem.

Onların mülkiyetine yalnız ve yalnız benim "bilmek ihtirası"ma uygun düştükleri oranda, onların "zihni", "ruhi" ve "manevi" değerleri için sahip olurum.

Ve o değerleri de yine yalnız ve yalnız b-e-n bilebilirim ve b-e-n tartabilirim ki, nokta!

Zaten de bütün mesele, az biraz dahi olsa, çocuklarımın ben mortoyu çektikten sonra o değerleri bilip bilemeyecekleri ve tartıp tartamayacakları endişesinden kaynaklanıyor ya!

"Miras sorunum" (!) işte sırf bundan dolayı ve daha şimdiden başımı ağrıtıyor ya!

Araya laf girdi, "servet"imi nasıl dağıtmaya karar verdiğimi gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku