HUKUK tartışılamazmış! Yargı eleştirilemezmiş! Adalet yorumlanamazmış!
Ne demek bu? Kim ne hakla ve hangi cüretle böyle bir fetva buyuruyor?
Danıştay Başsavcısı’dır diye, onun idamlara düzdüğü methiyeye alkış mı tutmalıyım?
Veya, masûm mahkûm etmiş Dreyfus Davası’ndaki "adalet"i mi kabulenmeliyim?
Yoksa, emekli elçi gibi Nazi "hukukçu" (!) Carl Schmitt’en mi örnek vermeliyim?
Ve tabii daha yoksa, öteki Başsavcı’nın AKP’yi kapatmak için gazete kupürlerinden yazdığı "iddianame"yi (!) mi "dokunulmaz" addetmeliyim?
Hayır, hukuk da, yargı da, yasa da tartışılır ve eleştirilir ki, daima da öyle olacaktır!
* * *
EN önce, yukarıdaki tabu tutum "Şeriatın kestiği parmak açımaz" deyimindeki kulluğun sekülerleştirilmiş biçimidir. "Laikçi" zevát dogmayı "lá-dini" kıldığını sanıyor.
Ama aynı zihniyeti kullanıyor. Zaten de ürettiği "kutsal"ın kıymet-i harbiyesi sıfırdır.
Çünkü, hukuk daha insani varoluştan itibaren tartışılmıştır. Asla durağan olmamıştır.
Zira, büyük "H"la Hukuk nedir ki? "Sosyal ilişkileri" düzenleyen kurallar bütünür.
Oysa toplumlar, dolayısıyla da maddi ve manevi olarak o sosyal ilişkiler hep dönüşür.
Nitekim, taş devri kabilelerinde avı zıpkınlayan mağara adamının en iyi et parçasına sahip olması ve gerisini de sırf kendi klanına dağıtması ilk "yasal hukuk" çerçevesine girer.
Ama ok ve yayın icádıyla avlanma yöntemi maddeten ve dayanışma ruhu manen geliştiğinde, eski hukuk da değişmiştir. Ava çıkamayan yaşlı ve sakatlara da et dağıtılmıştır.
Üretim hacminin ve toplum ahlákının dönüşümü yeni bir hukuk yaratmıştır.
* * *
AMA kuşkusuz, bileği kuvvetli olduğu; oku nişanı bulduğu; eti ayağına geldiği ölçüde paylaşımı reddedenler eski ayrıcalığı savunacaklardır ki, buna "statüko hukuk"u diyoruz.
Onlar hep mevcut yasaya dayanacaklardı ve káh "Şeriat’ın kestiği parmak acımaz"; káh da "yargının dokunulmazlığı tartışılmaz" diyerek, yenisinin önüne duvar öreceklerdir.
Dolayısıyla, yeni sosyal yapıya uygun olan ikincinin yerleşebilmesi ancak ve ancak, bir önceki "statüko hukuk"una karşı yürütülecek bir mücadeleyle mümkündür.
Eh, tartışmadan, eleştiriden ve çelişkiden muaf bir mücadele olamaz. Düşünülemez.
Eğer toplumsal dinamikler "adli muhafazakarlık"ı sarsmaz ve tabu sorgulayarak onu da kendi düzeyine çıkmaya zorlamazsa, hiçbir hukuk kendi kendini yenilemez. Yenileyemez.
Zaten, Hammurabi’den Mısır’a ve Roma’dan AB Anayasası’na, o toplumsal dinamikleri çoğu kez arkadan izlemiş olan her hukuk, bir "statüko - dönüşüm" mücadelesinin sentezidir.
* * *
AMA tabii tüm bunlar, mevcut yasaları "takmamak" (!) anlamına gelmiyor. Asla!
Aksi takdirde, taş devrinin bile ilk dönemine götürecek Somali türü bir kaosa gidilir.
Dolayısıyla, hiç şüphesiz ki her birey, yurttaş ve kurum, bir yenisi oluşana dek, hálen geçerli olan hukuk sistemine ve onun yargı ve yasalarına riayet etmekle yükümlüdür, nokta.
* * *
ANCAK, ilke böyledir diye kimse "hukuki tartışmaları"ı yasaklayamaz.
Yani, haksız yere kesilen parmağımın acısını bağırmam "tabu"yla engellenemez.
Danıştay Başavcısı’nın idam övgüsüne "vicdaaan" diye haykırmam da önlenemez.
Yargıtay Başsavcısı’dır diye de, gazete kupürü "iddianame"yle AKP’yi kapatmaya çalışmasını; bunu káale alan Anayasa Mahkemesi’nin ise aynı Anayasa’da dokunulmazlıkla donatılmış Cumhurbaşkanı dahil "dava"yı kabullenmesini benim eleştirmemem beklenemez.
Toplumsal dinamiklere uzak bir "statüko hukuku"yla uzlaşmam ise hiç beklenemez.
Ama yasal yurttaşım ve tabii ki ben de, o dinamiklerin er veya geç üreteceği yeni "dönüşüm hukuk"una dek beklemekle yükümlüyüm.