Hadi Uluengin

Uzayda idam

15 Mart 2008
BU gazetenin eski yazarı Emin Çölaşan 24 Temmuz 2007 günü şunu kaleme almıştı: "Demek ki biz uzayda, başka bir gezegende yaşıyormuşuz. Türkiye’nin ve toplumun hiçbir şeyini bilmiyormuşuz. İnsanlar durumdan, gidişten memnunmuş"

Çölaşan
bu zoraki "özeleştiri"yi, kendisinin durmadan AKP’nin 22 Temmuz’da kesin bozguna uğrayacağını iddia etmesine rağmen sonucun tam zıt çıkmasından dolayı yapmıştı.

Yani, "uzayda yaşıyormuşuz" metaforu, "toplumu bilmemek" itiráfını kapsıyordu.

* * *

ALLAH aynı yastıkta kocatsın, öyle anlaşılıyor ki Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan da aynen zevci gibi, yine "uzayda" ve yine "başka bir gezegende" yaşıyor.

Çünkü ona göre, 27 Mayıs "ihtilal" bile değil, "meşru ve toplumsal bir devrim"miş.

Üstelik, seçilmiş Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının cunta subayları tarafından hunharca idam edilmesini de "halk büyük coşkuyla karşılamışmış"!

Artı, kendisi de kadın olan Başsavcı bunları "Dünya Kadınlar Günü"nde söylüyor.

Breh breh breh, zahir Emin Çölaşan’ın zevcesi yalnız başka bir gezegende yaşamıyor.

Samanyolu’nu aşan başka bir galakside yaşıyor ki, kelime etimolojisinden başlıyorum.

* * *

BİR; Başsavcı deyimleri bilmiyor. "İhtilal", "devrim" ve "inkilap" aynı şeylerdir!

Nüanslara rağmen yukarıdaki terimlerin tümü birden, geniş kitlelerin aktif katılımıyla gerçekleşen ve her halükárda da köklü dönüşümlere yol açan istisnai olaylar için kullanılır.

Örneğin, katılım yoğunluğu ve sonuç radikalliği itibariyle, 1789 Fransız; 1848 Avrupa; 1917 Bolşevik; 1923 Türk "devrim", "ihtilál" veya "inkıláp"ları bu kategoriye girerler.

Ama özrü kabahatinden büyük, Çölaşan "ihtilál değildi" diye mazeret ararken, daha en baştan baltayı taşa vuruyor. Çünkü, 27 Mayıs 1960 zaten yukarıdaki kategoriye girmez ki!

27 Mayıs meşrû iktidarın silah zoruyla yıkıldığı gayr-imeşrû bir d-ar-b-e’dir. O kadar.

Hani, Napolyon’un 18. Brumaire’sinden beri çoğu dilde Fransızca aslından "kudeta" denilen tipik darbeler var ya, işte azınlık cuntanın 27 Mayıs zapturaptı da bunun tá kendisidir.

Ve, savcıdan epey küçük olmama rağmen "uzayda yaşamadığım için" ben bile dün gibi hatırlıyorum, fanatikleri hariç, buna ne yığınlar katıldı; ne de "sosyal dönüşüm" oldu.

Ama doğru, emekli subay ikramiyelerini ödemek için altın yüzük ve ziynetler iç edildi.

* * *

İKİ; hadi, herkesten çok bir hukukçuda olması gereken "vicdániyet", "insaniyet", "hakkániyet" gibi hayati erdemleri Çölaşan gibi bir savcıda aramak sevdasından vazgeçtim.

Tamam da, idamların "halk tarafından coşkuyla karşılandığı" iftirasına ne demeli?

Menderes ve arkadaşlarını darağacında teşhir eden fotoğrafların kitlelerde darbecilere karşı nefret kamçılaması bir yana, benim CHP gelenekli ailem bile bundan tiksindi. Öğürdük.

Belki Tansel Çölaşan gibi tek tük militarist düğün bayram etti ama, o h-a-l-k ağladı!

Öyle ki, ilkokul son sınıf arkadaşlarım daha Yassıada duruşmaları sırasında gizli gizli, sanıkları kurtarmak için tünel kazıldığına; idamlardan sonra da, rahmetli Başbakan’ın İmralı’dan göğe melek olarak yükseldiğine dair rivayetler anlatarak, metafizik sevgi beyan ederlerdi.

Bakın siz şu "tarafsız" (!) Başsavcı’ya, "halk idamları coşkuyla karşılamışmış"!

O "halk" (!) herhalde yine başka bir gezegende, başka bir galakside yaşıyordu.

* * *

ZATEN ben aynı Başsavcı’ya, zevcinin "demek biz uzayda yaşıyor ve toplumun hiçbir şeyini bilmiyormuşuz" özeleştirisini öneriyorum. Er geç, máaile yine lázım olacak.

Ama o gün gelene dek, en üst Danıştay’taki kadın hukukçu Kadınlar Günü’nde dahi idama methiye düzmek cüretini gösterebiliğine göre, bize de "uzaysal hukuk" lázım olacak.

Eh, işte savcı, işte yargı, "başka gezegen"e tüymessek ipimizin çekildiğinin resmidir.
Yazının Devamını Oku

Blokhaus ideolojisi

13 Mart 2008
"ULUSALCI" kesim TSK - muhalefet polemiğini "şu tatsızlık bitsin" diyerek, renk vermez havada izlemeye çalışıyor. Bakmayın, zahiridir! Aslında, iki gözü iki çeşme ağlıyor. Eh, güvendiği dağlara yine kar yağdı. Yine yanlış ata oynadı ve yine maniáya tosladı.

Çünkü, daha 22 Temmuz seçimlerinden çok önce elindeki bütün sermayeyi, CHP - MHP eksenli ve ordu destekli bir statükonun korunacağı betonarme "blokhaus"a yatırmıştı.

Oysa, aynı partilerde aynı ordu arasında gerçekleşen son polemik ispatladı ki, "blokhaus" ne kelime, söz konusu statüko ancak derme çatma bir kulübeye sığınabilir.

* * *

ÖYLE, zira ilkin, aynı "ulusalcı" cihet en önce MHP konusunda baltayı taşa vurdu.

Çünkü, "milliyetçi - ülkücü" hareketi incelemiş olanlar bilirler ki, ne o milliyetçilik "ulusalcılık"a, ne de o ülkücülük "kuvvacılık"a benzer. Bunlar apayrı şeylerdir.

MHP’nin kökeninde ve mayasında kısmen "Türk - İslam sentezi" esintileri vardır.

Her halükárda da, laikçilikle asla ilgisi olmayan bir "muhafazakár rüzgar" vardır.

Artı, çoğu zaman kullandığı şoven belágate rağmen, o muhafazakár harcın zorunlu kıldığı bir "kitle çizgisi", yani "sivil öz", bu partinin bir "TSK uzantısı" olmasını engeller.

Kaldı ki, aynı "milliyetçi - ülkücü" hareketin kendi kolektif hazıfasında da, örneğin bir Rıza Müftüoğlu’nun Mamak işkencelerini teşhir ettiği "Copların Askerleri" mevcuttur.

MHP’nin Kürt ve Kıbrıs konularında TSK tezlerine yakın durması da özü değiştirmez.

Dolayısıyla, sosyoloji bilmedikleri için söz konusu kurumu CHP’den sonra statükonun "ikinci gücü" ve ordunun "yedek kuvveti" sanan "ulusalcılar" daha en baştan çuvalladılar.

* * *

"STATÜKO zaptiyeliği"ne MHP’den çok daha yakın olan CHP ise yamalı bohçadır.

Bünyesinde tabii ki "ulusalcı - kuvvacı" kafadarlar da barındırmaktadır.

Fakirin ekmeği umut, bunlar aynen eski Güven Partisi’nde olduğu gibi, "aman darbe gerçekleşse de ona kadro ve ’akıldáne’ olarak gitsek" diye hazırolda beklemektedirler.

Fakat, CHP’yi sırf onlara indirgemek ve mutlaka TSK’yle özdeşleştirmek de yanlıştır.

Çünkü aynı CHP, tek kaygısı laiklik olan ama bunun dışında, sivilliğe, evrenselliğe, háttá küreselliğe yakın duran meshebi kitleleri ve köklü şehirlileri de kapsamaktadır.

Onların bu partiye olan eğilimi sırf hayat tarzı endişesinden kaynaklanmaktadır.

Yani, koyunun olmadığı yerde keçiye mecburen Abdurrahman Çelebi demektirler.

Dolayısıyla, "nöbetçiler"i hariç, CHP her şeye rağmen bir "ordu partisi" değildir.

Son iki müdaheyi onaylaması ise tamamen "siyasi oportünizm"den kaynaklanmıştır.

Nitekim, ok bu defa kendisine yöneldiğinde, aniden "anti-militarist" (!) kesilmiştir.

* * *

ÖTE
yandan, doğru, o ordu AKP’ye uzaktır. Fakat, MHP ve CHP’ye de yakın değildir.

TSK bir tek TSK’ye yakındır! Bir tek kendine sıcaktır! Nokta!

Çünkü, daha ilk andan itibaren "sivil"e; bilhassa da, kim olursa olsun "siyasetçi"ye ihtiyatla bakmak ekseninde yetişen TSK mensupları aynı zamanda, Genel Kurmay Başkanı’nın polemiğiyle tekrar ortaya çıktığı gibi, bariz bir "mesleki lonca" ruhiyatı yansıtmaktadır.

Yani, halefini kendisi atamak ve bütçesini otomatik onaylatmak hakkına sahip yegáne kurum olan o TSK, ayrıcalıklı "asker ocağı"nın dokunulmazlığı ideolojisini taşımaktadır.

Zaten de, siyasi hayata defalarca müdahil olması bir yana, yine Genel Kurmay Başkanı ’nın polemiğinde görüldüğü gibi, ordu, demokrasi ilke ve adáplarıyla asla bağdaşmayacak şekilde, "politikacıları haşlamak" (!) hak ve seláhiyetini kendisinde bulabilmektedir.

Bütün bunlar ise yine tek bir gerçeği tekrar ispatlamaktadır.

Bırakın betonarmeyi, "ulusalcı" kafadarların "TSK + CHP + MHP" taşıma suyuyla inşaya kalkıştığı o "statüko blokhaus"u deniz kumundandır ve de işte, ilk püfle yıkılmıştır.
Yazının Devamını Oku

Polemiğin ötesinde

12 Mart 2008
EN sonda söyleyeceğimi en başta da söyleyeyim: "Cihet-i askeriye" haksızdır!<br><br>Yani, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından muhalefet partilerine getirilen polemist eleştiriler, demokrasilerin işleyişine ve adábına sığmamaktadır. Sırf biçimsel açıdan değil, öz ve içerik bab’ında da sivil rejime zıt düşmektedir.

Ve artı, TSK’yı zedelediği ölçüde, bir de mesleki "lonca" bencilliğini yansıtmaktadır.

* * *

İLKİN biline ki, zaten geçen hafta da uzun uzun yazdım, ben kendi hesabıma CHP ve MHP’nin "Güneş Harekátı"na ilişkin eleştirilerine hiçbir şekilde katılmadım. Katılmıyorum.

Zira, operasyonun "ABD talimatıyla bitirildiği" demagojisi tamamen gerçek dışıdır.

Şovenizm gıdıklayan ucuz ve bayat bir mugalátadır. Jeo-stratejiden de bihaberdir.

Dolayısıyla, yine o zaman vurguladığım gibi, müdahalenin önceden plandığı vakitte ve biçimde bitirildiğine dair Genelkurmay açıklaması baştan sona kadar doğrudur! Ancaaak?

* * *

ANCAĞI şu ki, yukarıdaki türden ucuz ve bayat demagoji yapmak dahil, demokratik rejimler söz ve ifade hürriyeti içerir. Sınırlanamaz. Hele hele, ordu tarafından hiç sınırlanamaz

Kaldı ki, CHP ve MHP o sorumsuz oklarını aslında tabii ki hükümete yöneltilmişlerdi.

Fakat, "alıngan" (!) TSK’nın araya girmesiyle polemik bambaşka bir mecráya kaydı.

Oysa, yalnız bu "müdahil ataklık" bile, söz konusu "demokratik rejim"in Türkiye’de "kitaba uygun" işlemediğini ispatlamaya yetiyor.

* * *

EVET yetiyor ve de delil sırf, diğer çoğulcu ülkelerde "dilsiz dev" diye adlandırılan ordunun bizde sivillerle polemiğe girmek seláhiyetini kendisinde görmesiyle sınırlı kalmıyor.

Hadi bunu şimdilik bir kalem geçelim ama, özde ne derece doğru olursa olsun, TSK’nın "evet, B-E-N çekildim" açıklamasını yapması dahi, işte o "pürüz noktası"nı sergiliyor.

Çünkü bu demektir ki, "Güneş Harekátı"nın en başından en sonuna dek, operasyon boyunca tüm stratejik yetki ve insiyatif Genelkurmay’ın tekelinde olmuş ve de öyle kalmıştır.

"Cihet-i askeriye" hükümete pasif bir "seyirci" konumundan başka rol biçmemiştir.

Zaten, gelişmeleri geriye doğru irdelersek de yukarıdaki durum göz çıkartıyor.

* * *

ÖYLE ve nitekim, çekilmenin Başbakan ve bazı bakanların "sürecek" açıklasından; artı, aynı nedenle Cumhurbaşkanı’nın Afrika gezisini iptalinden hemen sonra gerçekleşmesi, TSK’nın hükümeti káale almadığını; en azından, onu bilgilendirmediğini apaçık ortaya koydu.

Çocuk değiliz, cuk oturduğu için Erdoğan’ın "devam edecek" duyurusuna "gizlilik" kılıfının geçirilmesini yutmuş göründük ama, bunun böyle olmadığını ve Ankara liderine ancak askeri karar uygulanmaya başlandıktan sonra bilgi verildiğini bal gibi biliyoruz.

Zaten, eğer ordu sivilleri bitişten haberdar etmiş olsaydı, Gül gezisini erteler miydi?

Aksi takdirde "ABD dayatması" tezi doğrulanmış olur ve de yalan daniskáya çıkar.

Oysa, Clausewitz’in deyişiyle "savaş siyasetin uzantısı" olduğu içindir ki, her askeri harekátın başlatma, çekilme, tırmandırma gibi her "stratejik" kararını yalnız sivil otorite alır

Ordu onu taktik planda uygulamak; gelişmeler yeni stratejik ihtimal yarattığı anda da, bunu derhal bildirerek aynı sivil otoriteden tálimat beklemekle yükümlüğünü taşır ve nokta!

* * *

EVET evet, "alınganlık" bir yana, son polemikteki "cihet-i askeriye" haksızlığının en birinci noktasını, TSK’nın sergilediği "tekelci" ve "benmerkezci" tutum oluşturuyor.

O halde, muhalefetin iktidarı aslında, buna göz yumduğu için eleştirmesi gerekiyordu.

Böyle bir eleştiriyle de, yerden göğe kadar doğru ve sivil bir ilke savunulmuş olacaktı.

Polemiği yarın "demokrasi adábı" ve "lonca zihniyeti" çerçevesinde ele alacağım.
Yazının Devamını Oku

Unutmayan İspanya

11 Mart 2008
PAZAR günkü İspanya seçimlerini "sol" iktidar kazandı. Ama "sağ" da kaybetmedi.<br><br>Şöyle ki, Başbakan Jose Luis Rodriguez Zapatero’nun lideri olduğu Sosyalist Parti 2004 oylamasına kıyasla nispi bir artış elde etti. Dört yıl daha hükümette kalmayı garantiledi. Ancak, Mariona Rajoy önderliğindeki Halkçı Parti de başarılı performans sergiledi.

O da oy arttırdı ve ikisi arasındaki fark aşağı - yukarı yüzde üç civarında kaldı.

Fakat bunlara karşılık, gerek komünist - ekolojist ittifak; gerekse de Katalan ve Bask milliyetçisi partiler ciddi bir yenilgiye, háttá hezimete uğradılar.

Bazıları parlamento grubu kurmak hakkını bile yitirdiklerinden, sahneden çekildiler.

Başka bir deyişle, önceki günkü seçimlerle birlikte İspanya ku-tup-laş-tı!

* * *

AMA dikkat, buradaki "kutuplaşmak" fiiliyle sırf iki partili tercihi kastetmiyorum.

Bu, záhiridir ve buzdağının su sathında görünen kütlesini oluşturmaktadır.

Temel olgu; daha doğrusu tehlike, diktatör Franko sonrasında sağlanmış olan "ulusal konsensüs"ün artık cidden kırılganlaşmış olmasından kaylanıyor.

Yani, "kutuplaşmanın" esas sebebini, otuz yıl önce "gömülmesine" (!) ortak karar verilen 1936 - 1939 İç Savaş hortlaklarının yeniden zuhur etmesinde aramak gerekiyor.

Çünkü, Jean-Jacques Rousseau’nun "Toplumsal Sözleşme"sine atfen eğer modern İspanya için de bir "Unutkanlık Sözleşmesi"nden söz edersek, işte o sözleşme bozuldu.

İrádi biçimde silinmek istenmiş olan bir kolektif hafıza, tekrar irádi biçimde tazelendi.

Ve, nasıl ki söz konusu İç Savaş’ta "sol" ve "sağ" taraflardan hiçbiri "masum" değildi, yukarıdaki yersiz ve gereksiz "hafıza tazelemesi"nden de yine iki taraf sorumludur!

* * *

EVET iki taraf sorumludur ve heyhat, buradaki ilk sorumlu da Sosyalist Parti’dir.

Zira, Zapatero işgüzárlık edip, İç Savaş’ın 70. yıldönümü münasebetiyle "Franko mağdurları" yasasını çıkartmakla, Pandora’nun kutusunu kendi elleriyle açmış oldu.

Körlenmeye yüz tutmuş olan karşılıklı acı ve nefretleri yeniden bileyledi.

Nitekim, tabii ki asla sütten çıkmış ak kaşık olmayan ve "yaşasın ölüm" anlamındaki o korkunç "viva la muerta" şiarından inen İspanyol "sağ"ı da bu defa kendi defterlerini açtı.

Sen misin Frankistlerin köy köy kurşuna dizdiği mezarları kazmaya kalkan, onlar da Cumhuriyetçilerin öbek öbek katlettiği papazların, rahibelerin, subayların şeceresini sundular.

Kapanmış, en azından kapanmaya yüz tutmuş yaralar ániden, tekrar ceráhat topladı.

Ve, zaten "Kara Katolik" kökene uzanan aynı İberya "sağ"ı, işi, Başpiskoposluğun pazar günü öncesinde seçmenlere "sosyalistlere oy vermeyin" çağrısı yapmasına vardırdı.

Dolayısıyla, "hissi" (!) Madrid lideri bir mağduru öne çıkartmakla hem diğer mağduru "incitti"; hem de "siyasi" pot kırarak, İspanya’nın yeniden kutuplaşmasına çanak tuttu.

* * *

FAKAT şüphesiz, kilise müdahalesine rağmen "sol"un yine de başarı elde etmesi, modern ve demokratik İspanya’nın ciddi biçimde laikleştiğini ortaya koyuyor.

Ancak, bu, birbirlerine yakın skorların ve öteki parti tasfiyelerinin de ispatladığı gibi, yukarıdaki "kutuplaşma" gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Zıtlaşan manzarayı gizleyemiyor.

O halde demek ki, vahim travmalar yaşamış toplumlarda, kasten unutulmak istenmiş bir "kolektif hafıza"yı aradan uzun, upuzun müddet geçmeden tazelemenin hiç álemi yok!

Zira, otuz yıl; yarım yüzyıl; háttá çoğu defa bir asır insanlık tarihinde nedir ki?

Yaşanmış olan bu sürede hayaletlerin tamamen gömüldüğünü sanıyorsunuz, ama ufak bir kıvılcım, minik bir dürtükleme, İspanya gibi bir ülkede dahi onları tekrar hortlatıveriyor.

Evet evet, insanların bazen bazı şeyleri bir; iki; üç insan ömrü unutması gerekiyor.

Çünkü, yine bazen, o insanlar ancak bir; iki; üç insan ömründe aklını başına topluyor.
Yazının Devamını Oku

Miras kavgam

9 Mart 2008
Geçen pazar bahsettiğim gibi, hayatımdaki tek mülkiyet ihtirasını oluşturan ve tahmini sayısı beş-altı bin civarındaki kitaplarım çocuklarımı ne derece ilgilendirir ki? Geçtim üç lisandan ve üç binlerden felsefe, ilahiyat, psikanaliz, dilbilim, sosyoloji, mimari, siyaset bilim kitaplarımı, edebiyat zevklerim dahi onları ne ölçüde cezbeder ki? Evlatcağızlarıma Karun serveti bir miras bırakacak değilim. Belki o vakte kadar bir mucize gerçekleşir ama, boş umutlara kapılmanın álemi yok!

Hele hele, artık yavaştan yavaşa "bir ayağı çukurda" denilen yaşa yaklaşırken, böylesine havai hayal peşinde koşmanın hiç mi hiç anlamı yok!

Bu zamandan sonra olsa olsa, asla almadığım Milli Piyango’ya bel bağlayabilirim.

Her neyse de, Allah hepimize geçinden versin ama eninde sonuna bu iş olacak.

Dolayısıyla, henüz vasiyet falan yazmadıysam bile, ben öldükten sonra çocuklarımın hangi mirasa "konacağına" (!) dair az biraz düşündüm.

Eh, varım yoğum ortada olduğuna göre de ancak iki şey bırakabilirim.

Bir; Rabb’ım yazdıysa bozsun, eğer hastalık, ihtiyarlık, felaket derken onu da satmak zorunda kalmadığım takdirde, şu an başımı soktuğum apartman dairesini bölüşecekler.

Ve de bilhassa iki; kütüphanemi paylaşacaklar!

Fakaat, gerçekten paylaşırlar mı dersiniz? Bilemiyorum! Hiç mi hiç bilemiyorum!

Çünkü, geçen pazar bahsettiğim gibi, hayatımdaki tek mülkiyet ihtirasını oluşturan ve tahmini sayısı beş-altı bin civarındaki o kitaplar çocuklarımı ne derece ilgilendirir ki?

Bütün bir "Sicil-i Osmani" ciltleri; ilk nüshasından son nüshasına dek "Yeni Dergi" koleksiyonu; kütüphanenin "cezalı raflarında" (!) duruyor olsa dahi yine de önemleri var, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Troçki’nin, Stalin’in, Mao’nun ve diğer bilûmum "cinnet yılları" şarlatanlarının tam teçhizat Fransızca baskıları; artı, babamdan bana miras "Kerim Sadi" ya da "Orak Çekiç" külliyatları, bunlar çocuklarıma ne der ki?

Geçtim üç lisandan ve üç binlerden felsefe, ilahiyat, psikanaliz, dilbilim, sosyoloji, mimari, siyaset bilim kitaplarımı, edebiyat zevklerim dahi onları ne ölçüde cezbeder ki?

Yahut, "L" harfinden sonrası eksik "Kámus-i Türki"lerimi; gizliden ayar "İstiklál Harbi Hátırat"larımı; sonra, cilt cilt "Son Sadrazamlar"ımı, "Yalan Söyleyen Tarih Utansın"larımı, "Muhammediye"lerimi, "Risále-i Nûr"larımı, acaba açan çıkar mı ki?

SENARYOYU KURDUM

Doğrusu, "sanmıyorum" dememek için, yine "bilemiyorum" diye yuvarlayacağım.

Fakat yine de senaryoyu az biraz kurabiliyorum.

İşte öldüm ve bendenizi önce soğuk taşa, ardından dikdörtgen çukura koydular.

Helvamı dağıttılar. Kırkında mevlidimi okuttular ve afiyet olsun, şekerimi de tattılar.

Sonra, her biri dünyanın dört bucağında dört kardeş birbirlerine mail ve telefon, "Artık şu işleri bir halledelim" diyerek, nihayet ortak bir gün belirleyebildiler.

Şurdan burdan geldiler ve yine kardeş kardeş, artık bensiz kalan evceğizime toplandılar.

Hálá canlı duran "hatıram"dan (!) dolayı da gözler hafiften yaşlıdır. Mahzundurlar.

Hatta belki de, "babacık pek severdi" diyerek, CD’lerimin arasından ya Stravinski’nin "Bahar Áyini"ni; ya Ûdi Hrant’ın "Hicáz Taksimi"ni ya da Miles Davis’in "Kind of Blues"ini seçip müzik olarak koydular.

Mutfakta kendilerine kahve pişirmeye de çalıştılar ama, espresso makinesindeki arızánın zamazingosunu benden başka hiç kimse bilmediği için beceremediler.

Dolayısıyla, bar niyetine kullandığım satranç masasının altına uzandılar. Uzandılar ve de ne görsünler! Boy boy, şişe şişe, marka marka, halis İskoç ve İrlanda viskilerime dayanamadılar.

Benim kuzucuklarda hoşafın yağı kesildi ve fi tarihinde Prag’lardan taşıdığım ve kırıla kırıla bir hal olan o cánım kadehlerden eğer hálá dört tane kalmışsa, işte onları doldurdular.

En az kırk gündür hiç açılmadığı için buzdolabının koku yapmış olduğunu sanarak da, oradan buz almak istemediler.

Enáyiler, Abdi Bey’in aptes suyu viskiye tálim etmek zorunda kaldılar.

Peder beylerinin paraya kıyıp bu herzenin otomatik temizleyicili cinsinden almış olduğunu unuttukları için, oh olsun!

BU KADAR KİTABI NE HALT EDECEĞİZ

Sonra, "babacığımızın ruhuna" diye tokuşturup ilk yudumu tattıklarında, "Doğrusu, rahmetli damağının tadını pek bilirdi" demekten de kendilerini alamadılar.

Fakat içlerinden en densizi, "Bilirdi bilirdi ama, biraz fazla bilirdi. Yoksa bu kadar erken yolcu etmezdik" lafını yumurtladı.

İkincisi, "Yok canım, son zamanlarda dudağına bile sürmez olmuştu" diye atıldı. Üçüncüsü ve dördüncüsü ise, "Allah taksiratını affetsin. İstediği gibi hızlı yaşadı, hızlı öldü" diyerek ortayolcu bir tutum takınmayı benimsedi.

Eminim ki, Allah’a bin şükür, evlátlarımın hepsi tok gözlü yetiştirilmiş olduğundan ve de zaten bütün "miras" (!) altı üstü iki odalı bir apartman dairesine tekábül ettiğinden, "mülk" (!) konusunda en ufak bir anlaşmazlık çıkmayacaktır.

"İşi noterin önünde de hemen halledelim" diyerek tekrar öpüşeceklerdir.

Kabul, "Şu kravat bende anı kalsın"; "O köstekli saat bana hatıra olsun"; "Yazıhaneyi sen alıyorsan, ben de gravürü alayım" gibisinden küçük çekişmeler belki vûku bulabilir, fakat bunları tabii ki saymıyorum.

Her neyse, işte ya daireyi satıp parasını bölüşecekler yahut da kiraya verecekler ama, her halükárda ve eninde sonunda şu kaçınılmaz soru dayatacak: "Pekiii, kütüphaneyi n’apacağız?"

Hatta belki de, söz konusu soru angarya çağrıştıran bir içerikle dışa vurulacak: Örneğin, "Pekiii, bu kadar kitabı şimdi ne halt edeceğiz?" diyeceklerdir.

Sizi gidi kıymet bilmezler! Sizi gidi müflisler! Sizi gidi şımarıklar!

Henüz taşa yatmadan ve çukura uzanmadan ne halt edeceğinizi size gelecek pazar öğreteceğim ki, elinizin körü!
Yazının Devamını Oku

Rusyalar pilotu

8 Mart 2008
DEĞİŞ tokuşu henüz gerçekleşmediği için "şimdiki" diyorum ve işte malûm, Rusya’nın o şimdiki Başkanı Vladimir Putin kendine halef olarak Dimitri Medvedev’i tayin etmişti. Ama ayıp olmasın diye de geçen pazar göstermelik bir seçim düzenlendi.

Ve tabii, káh sille tokat; káh rüşvet iltimas, muhalefet zaten çoktan susturulmuş; artı, bütün bir devlet mekanizması Kremlin liderinin iki dudağı arasından çıkan komutlara uymuş olduğu için, söz konusu Medvedev yüzde yetmiş virgül küsürátla "tavan yaptı" (!).

Fakat yine de, Kamber’siz düğün olur mu, dostlar alışverişte görsün ve şánı duyulsun diye, az biraz tantanalı ve az biraz şaşaalı bir kampanya düzenlemek ihtiyacı hissedildi.

***

NEYSE, işte sandıklara gidilmesine beş gün kala, halef - selef limuzinlere kuruldular.

Arkalarına da yerli - yabancı bir gazeteci ordusu taktıkları gibi, ver elini, Moskova banliyösündeki Zukovski havacılık ve uzaycılık deneme merkezine uzandılar.

Çünkü orada, orta boy yolcu uçağı "Tupolev-334"in bröve tecrübeleri yapılıyor.

"Bunda olağanüstü ne var? Zaten fezáya uydu üstüne uydu göndermiş o koskoca Rusya, zaten haniden beri en devása uçakları üretmiyor mu" demeyin.

Hayır, o koooskoca Rusya’nız, táa Sovyet İmparatorluğu dağıldığından beri, şuna buna satışı çok para getirdiği için, yalnız ve yalnız çelik savaş kuşlarından imál edebiliyor.

Sivil sanayide öyle bir sıfırı tüketti ki, zaten Batı teknolojisiyle kızağa koyduğu bu "Tu-334" belki yirmi, háttá belki otuz yıldan beri servise sokacağı ilk yolcu uçağı olacak.

Dolayısıyla da, pek bir medár-ı iftihar addediliyor ve pek bir "milli gurur" okşuyor.

***

SONRA, uzun láfın kısası, kamera ve projektörler kabinin içinde Edi’yle Büdü’yü izlemeye çalışırken, o Edi; yani selef; yani Vladimir Putin, dosdoğru kokpite yöneldi.

Sanki kırk yıllık "Boeing-777"; pardon pardon, kırk yıllık "Antonov-225" pilotuymuş gibi de kaptan koltuğuna kuruluverdi. Levyeleri, göstergelerı, butonları kurcalıyor.

Ardından Büdü’yü, yani halefini; yani várisini; yani Dimitri Medvedev’i; yani Rusyalar’ın gelecekteki başkanını yanına çağırarak, yardımcı pilot mıntıkasına oturttu.

Ve tabii, kameralar çalışıyor, flaşlar patlıyor, teypler dönüyor, deklanşörler takırdıyor.

Doğrusu, "seçim kampanyası" diye işte ben buna derim ve de şapkamı çıkartırım!

***

ÖYLE tabii, zira Medvedev’in geçen pazar günü başkan "atanmasından" sonra dahi, "Rusya uçağı"nı yine hangi kaptanın yöneteceği işte gayet güzel biçimde duyurulmuş oldu.

Yani, Başbakan sıfatıyla bundan böyle Beyaz Ev’de ikámet edecek olsa bile, Putin’in aslında Kremlin’deki yeni önderi de kontrol altında tutacağı sembolik biçimde açıklanıverdi.

Zaten, bırakın beni; háttá bırakın "sokaktaki Rus"u; Moskofya entrikalarının en gizlisine vakıf "uzmanlar" bile, Vladimir Putin aniden çıkıp "işte benim várisim budur" diyene dek, Dimitri Medvedev’in liderliğe yükseleceği konusunda kaç kapik bahse girerdi?

Etliye sütlüye dokunmaz cinsinden klasik bir "Sovyetistan orta sınıf çocuğu" olan o Medvedev ki, biyografisini karıştır karıştır, Sen Petersburg Belediyesi’nde koltukları altına girdiği hemşehrisinin bir "gölge"si; bir bürokratı olmaktan başka hiçbir özellik yansıtmıyor.

Üstelik, "ustası" ve ustasının diğer adamları gibi bir KGB ajanlığı mazisi bile yok!

***

İŞİN özü şu ki, işte apaçık, "Tupolev-334"ün kokpitinde şimdi koltuklar değişmiş gibi gözükse bile, Rusya’daki "kaptan" değişmemiştir. Uçak onun çizdiği rotayı izleyecektir.

Artı, o rotanın nerede gideceği biraz meçhûlse de, gitmeyeceği yer kesinkes bellidir.

Yani, heyhat ve şüphe yok, bırakın demokrasi, sivillik ve çoğulculuk alanlarına inmeyi, Rusyalar uçağı yakın bir gelecekte oraların hava kontrol sahasına dahi girmeyecektir.
Yazının Devamını Oku

Öteki Aşkale

6 Mart 2008
11 Kasım 1942 tarihli ve 4305 numaralı "Varlık Vergisi Kanunu’nun Çalışma Mecburiyeti’ne Dair Hükümleri"nde 12., 13. ve 15. maddeler aşağıdaki gibidir. - "İlk taksit süresi tamamlandıktan sonra vergiyi ödemeyenler, günde 250 kuruş yevmiye ile bedenen çalıştırılacak; bundan 60 kuruş vergi kesildikten sonra geriye kalan 190 kuruşun yarısı Varlık Vergisi’ne, yarısı da iaşe bedeli olmak üzere alıkonulacaktır.

- Hastalık veya sakatlık dışında hiçbir yükümlünün sevki tehir edilemez. Sevk kararına karşı idari ve adli organlarda dava açılamaz. Tüm masraflar kendilerine aittir.

- Yükümlüler, Nafia Vekáleti’nce tesbit edilen işyerlerinde çalıştırırlar.

HATIRLATAYIM
ki, o "Nafia Vekáleti’nce tesbit edilen yerler" Aşkale’deydi!

Hadi şu üç gün önce, 3 Mart 1918 Ermeni işgalinden kurtuluşun 90. yıldönümünü "sembolik" imamları asarak; "simgesel" çocukları süngüleyerek; "hayali" çetecileri kurşunlayarak pek bir görkemli "kutlayan" (!) Erzurum ilçesi var ya, işte orayı kastediyorum.

Vergi mağdurlarının oradaki "iş"i ise taş ocağında ve tren hattında balyoz sallamaktı.

* * *

EN önce, "Milli Şef" İnönü döneminde çıkartılmış olan o korkunç onursuz "Varlık Vergisi" özünde, Abdülhamid, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde sürdürülen Türkiye’nin "İslamlaştırılması"; daha doğrusu, Müslüman burjuvazi yaratılması projesine giriyordu.

Gizliden hazırlanmış listelerde gayr-i müslimler "G"; yabancı uyruklular (E) ve dönmeler (D) diye şifrelendikten sonra, haniyse bir gecede bütün bir kapital el değiştirdi.

Taş kalpli Şükrü Saracoğlu hükümeti, fakirlikten kıvranan eskici Mişon’ların, sobacı Agop’ların, turşucu Yani’lerin, tuhafiyeci Osman’ların gözünün yaşına bakmadı.

"Aman paşam, çoluğuma çocuğuma nafaka yetiştiremiyorum, kafadan biçtiğin o miktarı nasıl öderim" yalvarmasına hiç aldırmadı ve modern tarihimize utanç sayfası yazdı.

* * *

OYSA, yok pahasına kapmak için derhal peydahlanan vampirlere evlerini barklarını; yataklarını yorganını haraç mezát satsalar dahi, pek çok insan verginin "v"sini çıkartamadı.

Dolayısıyla da, yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuzu gayr-ı müslimlerden oluşan fakir fukara yurttaşlar, önce, "ulusalcılar"ın şimdilerde yere göğe sığdıramadığı ve gerçekten "temerküz kampı" olarak kullanılan o peek "meşhur" (!) "Halk Evleri"ne toplattırıldı.

Ardından, yukarıdaki kanun maddesinin belirttiği gibi, hem mahkeme yasak, hem de kendi iaşeni dahi kendin karşılayacaksın, haydi marş marş, Aşkale sürgününe gönderildiler.

Resmi rakkamlara göre de, en az 21 kişi karda kışta balyoz sallarken hayatını yitirdi.

* * *

BEN, Aşkale Kaymakamlığı’nın internet sitesine baktım ama, 1917 Ermeni işgalinin uzun anlatılmasına rağmen Varlık Vergisi sürgününe ilişkin olarak bir kelime bulamadım.

Ve tabii ki evet, 1915 Tehciri’ne misilleme olarak Taşnak çetecilerin Aşkale’de ve tüm yörede katliam ve mezálim yaptığı doğrudur. Aksini bir tek "diaspora" fanatikleri iddia eder.

Ancaaak, örneğin Şevket Süreyya Aydemir gibi en öncü Cumhuriyet ideologlarından birisi dahi, o 1917 öncesindeki o 1915 gerçeğini de çok iyi bildiği içindir ki, "Suyu Arayan Adam"da konuya, "tencere dibin kara, seninki benden kara" pragmatizmiyle yaklaşır.

"Bahsi hiç açmayalım, hiçbirimiz sütten çıkmış ak kaşık değiliz" demeye getirir.

Yani, "imam asmak" ve "cami yakmak" gibi "simgesel kutlama"ların (!) karşı kutupta da "papaz asmak" ve "kilise yakmak" gibi diğer "sembolik kutlama"lara çanak tuttuğunu ve tutacağını görerek, intikamcı tehlikeye ve hamasete karşı çok önceden uyarır.

Ve ben sormak isterim ki, 21 "Varlık Vergisi" mağduru için eğer jandarma dipçiği altında taş kıran başka bir "sembolik canlandırma" gerçekleşse, Aşkaleliler buna ne derdi?
Yazının Devamını Oku

Harekát mı, PR mı

5 Mart 2008
ZAPT-û rapta gelmeyen her canlı dil gibi, Türkçe de "PR" kelimesini benimsedi. "Pi-ar" diye teláffuz ettiğimiz İngilizce sözcüğü artık sıradan biçimde kullanır olduk.

Meselá kahvede dedikodu yaparken, "keráta o ’ulusalcı’ gazeteye öyle bir ’pi-ar’ çekti ki, üç paralık kolaj badanalarıyla kendisini ’dáhi ressam’ diye yutturdu" diyoruz.

Yahut, "insan kaynakları" sayfasında kendimize harıl harıl tornacı çıraklığı ararken, "beş yıl tecrübeli ’pi-ar’ elemanı dolgun ücretle istihdam edilecektir" ilánına rastlıyoruz.

Ve malûm, "public relations"dan kısaltma "PR" "halka ilişkiler" anlamına geliyor.

* * *

ANCAK, yukarıdaki İngilizce kavram, bu defa Fransızca kökenden inen ve ezelden beri kullandığımız "reklam"dan daha ötelere taşıyor. Etkinlikte onu aşıyor.

Çünkü, ne denli saldırgan olursa olsun, reklámda kişisel tercihler kısmi marja sahiptir.

"PR" ise o mesafeyi daha da daraltır. İkná yöntemlerinde mükemmele yaklaşır.

Basitleştirirsek, Anglo-Sakson lisánın Latin dile üstün gelmesinden de anlaşıldığı gibi, "reklám" 20. asrın son çeyreğine kadar sürmüş "modern zamanlar"ın "akıllı çocuğu"dur.

"PR" ise bir sonraki "postmodern zamanlar"ın "üstün zeká çocuğu"dur.

* * *

VE işte, PKK’ya karşı ciddi bir askeri ve diplomatik darbe vuran "Güneş Harekátı"nın kamuoyunda sorular yaratması, tamamen yukarıdaki "PR" yokluğundan kaynaklandı.

Açıkçası, hükümet ve ordu dört dörtlük bir başarıyı "satamadı". "Pazarlayamadı".

Ama yine şükür, bu váhim eksiklik yalnız iç bünyeyi kapsadı. Uluslararası álem nasıl ki müdahale başlangıcını "anlayışla" karşılamıştı, bitişinde de aynı "anlayışı" gösterdi.

Ancaak, başta o anlayışı zaten kıt; pardon sıfır olan bilûmum "ulusalcı" zevát biiir!

İki
, Elifi görse mertek sanan ama hep maval okuyan kahvehane "jeo-stratejistler"i!

Ve nihayet, stüdyoda ahkám keserken Zap’taki zemheri ölüm nefesini hissetmiyorlar ya, kuru sıkı medyatörlerin ve emekli paşaların gaza getirdiği "sokaktaki insan", üüüç!

Bunların hepsi, sanki ABD "ricát" emri vermiş gibi, "sukût-u hayále" (!) uğradılar.

"Sizin hayalinize de!" diyeceğim ama, o "PR" eksikliğinden dolayı diyemiyorum.

* * *

İMDİİ, söz konusu "PR" kelimesini biraz siyasi - askeri lûgate uydurmaya çalışalım.

Bunu, olağanüstü durumlarda geçici olarak kurulan "kriz masaları"na benzetebiliriz.

O masalar ki, hükümet yetkilerinden ve ordu mensuplarından oluşan temsilcileri yirmi dört saat etraflarında buluşturur ve en önce, iki cihet arasında hayati olan eşgüdümü sağlarlar.

Sonra da, iç ve dış kamuoyuna yönelik olarak, "enformasyon - dezenformasyon - karşı-enformasyon ve karşı-dezenformasyon" dörtlüsü ekseninde, "pi-ar" yaparlar!

Evet "PR" yaparlar ve ticari bir şirketmişçesine, "ikná seferberliği" gerçekleştirirler.

Bu demektir ki, zamanını, nüansını, koordinasyonunu milimetrik biçimde ayarlayarak ve farklı ağızlardan olsa bile daima aynı içerik ve doğrultuda konuşarak, "malı satarlar".

Operasyondu, müdaheleydi, háttá savaştı, devlerler bunları da "pazarlarlar".

Zaten de, o devletlerin "propaganda", "reklam" yahut "pi-ar" kıstası bunlardır!

* * *

FAKAT eyvah, Cumhurbaşkanı’nın gezi ertelediği; Başbakan’ın hitábet yazdığı; Genelkurmay Başkanı’nın da "devam edecek" dediği gelişmelerden hemen sonra operasyon bitti.

Baháne yok, kim burnundan kıl aldırmadığı içindir bilemem, fakat bu, "kriz masası"ndaki (eğer o da kurulduysa) asker - sivil eşgüdümünün alargalığına delildir. "PR" ise sıfırdır.

Halbuki harekát planlandığı tarihte bitti ama gel de bunu komplo teorisyeni "ulusalcı" ya; kahvehane dümbeleği "jeo-stratejist"e veya ekran cengáveri "sokaktaki adam"a anlat!

Oysa, "pi" terazinin "ar" kefesini tarttığı şu "PR çağı"nda yaşıyoruz ki, uyacağız.
Yazının Devamını Oku