29 Nisan 2008
"VAKİT" gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez "cinsel istismar" suçlamasıyla tutuklandı. Başka bir deyişle, yetmiş sekiz yaşındaki saldırgan belki istim eksikliğinden; belki de aşağıda sıralayacağım gerekçelerden dolayı, on dört yaşındaki B.Ç.’ye fiilen tecavüz etmemiş.
Mağdurenin "telefonda seks konuşmaları yapıyordu" ve "edep yerlerimi zorla öpüyordu" ifadesinden de anlaşılacağı gibi, "teori"yi "pratik"e tam anlamıyla geçirmemiş.
Bu arada hatırlatayım ki, söz konusu zat-ı muhterem táa 1952 yılında da, Yahudi, yani "dönme" (!) olduğu gerekçesiyle, o zamanki "Vatan" Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’a suikast düzenlemiş ve on yıl kodeste kalmıştı.
Her neyse de, ben burada en önce Üzmez’i tebrik ediyorum.
* * *
HAYIR efendim, nefsine az biraz "hákim olduğundan" (!) dolayı tebrik etmiyorum.
Eğer Hüseyin Üzmez’i kutluyorsam, bu, onun fıkıh bilgisinden dolayıdır!
Evet evet, "Vakit" yazarı sırf piştovla insan kurşunlamak açısından değil, İslam hukukuna vakıf olmak konusunda da on üstüne on hak ediyor.
Çünkü, cimá veya ziná, aynı İslam hukukuna göre, cinsel temasın gerçekleşmiş olması için, af buyurun "duhul" gerekir.
Ve tabii ikinci durumda da, yandı gülüm keten helva!
* * *
ÖYLE tabii, çünkü Üzmez hem Peygamber efendimiz; hem de şu laik, yani ona göre şu "zındık" TC’nin Medeni Kanunu önünde de dinen ve resmen nikáhlı addedilmiyor mu?
O halde, kendisinin ve gazetesinin arzuladığı gibi, bu "zındık" (!) Türkiye şayet şeri yasaları uyguluyor olsaydı, eyvah ki eyvah, "Vakit" yazarının kellesi uçmuş olacaktı.
Çünkü malûm, zina suçlularına verilen "recm" cezasını kastederek "sizi acıma duygusu engellemesin" diyen ve üstelik bunu, "Mü’minlerden bir grup da onlara yapılan azába şahit olsun" diye tamamlayan "Nûr" suresinin ikinci áyeti zaten ortadadır.
Nitekim de, "hád" denilen bu ceza hemen tüm fıkıhçılar tarafından kural addedilir.
Háttá, İbn Hazm ve İbn İshak gibi bazı muhaddis ve icmácılara göre, söz konusu kelle gitmeden önce suçlunun sırtında bir de yüz değnek paralanması gerekir.
* * *
İMDİİ, bütün bunlar devreye girdiği takdirde, zekásından ve bilgisinden ötürü Hüseyin Üzmez’i tebrik etmekte haksız mıyım? Hazretin "cinliği" göz çıkartmıyor mu?
Çünkü, tamam yetmiş sekiz yaşındaki "dini bütün aç kurt" on dört yaşındaki masûm kızcağıza karşı bir haltlar karıştırmış ama, işi yine de kısmen kitabına uydurmuş.
Zira bir, ne anatomik, ne de teolojik anlamda bir cinsel ilişki gerçekleştirmiş. Dolayısıyla da iki, İslam terminolojideki bir "ikráh" veya "irtisab"dan; yani günlük dildeki "tecavüz" ve "iğfal"den söz edilemez.
O halde, El Ezher uleması gibi fetva buyuracak değilim ama yine de şundan eminim. Şeri hukuk, reşit çağa gelmemiş ve özgür irade beyan etmemiş çocuklarla "seks konuşması yapmak" ve "edep yeri öpmek" gibi alçaklık ve hayásızlıkların cezasını, ziná ve tecavüzdeki gibi "recm" raddesine vardırmaz.
* * *
BU demektir ki, yine bir; fıkıh bilgisi sayesinde Hüseyin Üzmez kelleyi kurtardı. İki; Yalman suikastının sanığı "zorla öpüş" sonrası abdest aldığına ve "sakın başka erkekle yapma" diye öğüt verdiğine göre, bir ihtimal yüz sopa yemekten de paçayı kurtardı.
Sırtında kırılması öngörülen değnek sayısı belki elliye, háttá belki yirmibeşe indi.
Fakat kurtulmayan, kurtarılamayan ve kurtarılamayacak olan iki bir şey kaldı:
On dört yaşındaki bir kızcağızın feryádı ve "şeriat hukuku"nun tekrar tekrar iflásı!
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2008
Son dövme2. Dünya Savaşı tarihine ilişkin bir kitap karıştırıyordum. Birden, sayfaların arasında, yabancı gönüllüler dahil, Alman ordusundaki "SS"lere yaralandıkları takdirde nakil çabuk gerçekleşsin diye, kan gruplarının kollarına dövmelendiğini okudum. O gün bugündür, zaten hiçbir zaman hoşlaşmadığım dövmeden daha da sıtkım sıyrıldı. Şimdi düşünüyorum da, acaba "dövme" kavramıyla ilk defa ne zaman tanışmıştım?
Herhalde, Türkçe’ye "Temel Reis" diye uyarlanan ve Elzie Segar tarafından yaratılan çizgi-roman kahramanında olacak.
Malûm, bitirim denizci kuvvet şurubu niyetine ıspanak konservelerini yutarken, kolunun üzerine çıpa şeklinde çizilmiş dövme de göz çıkartır.
Zaten, gerek bütün Batı kültüründe; gerekse, eh yüzü gözü desenli Kürt "medduke"lerin elinde büyümediğime göre benim de dahil olduğum İstanbul kültüründe, söz konusu dövme genel olarak daima denizle ve denizciyle bütünleşmez mi?
Daha doğrusu, hanidir yaşadığımız şu lanet postmodern zamanlar vücutta resim teşhir edilmesini "ahvál-i adiye" kılana dek, öyle değil miydi?
Nitekim, yine çok küçüktüm ve ilk gerçek dövmeyi de yine bir tayfada görmüştüm.
Karaköy’den Tophane’ye yürürken, kestirme olsun diye babam, rıhtım ardiyelerinin arkasında kalan ve "tekin" addedilmeyen küçük sokakçıkları seçmişti.
Müdavimlerinin afyonlu şaraba talim ettiği o koltukçu meyhanelerinin birisinde de, her halinden yabancı olduğu anlaşılan bir gemici hem kadeh yuvarlıyor, hem de fıçının etrafındaki diğer tayfalara, desenini şimdi hatırlamadığım bir dövme teşhir ediyordu.
Pederime göstererek yavaşça "Temel Reis’inki gibi" demek ihtiyatsızlığına düştüm.
"Elinin körü, kodes kaçkınları gibi" diye de azarı işitiverdim.
Ve tabii, dövmenin denizcilere ek olarak mahpuslarla da özdeşleştiğini henüz tam çıkartamadım ama, babamın tepkisinden dolayı şunu artık anlamış oldum.
Vücut resimleri avamlarla; avamlar ne kelime, çapulcular, haydutlar, berduşlar gibi biz "mazbut aile çocukları"nın asla yanına yaklaşmaması gereken insanlarla bütünleşir.
Dolayısıyla da, böyle bir şeyi tahayyül etmek dahi "suç" kategorisine girer.
DÖVMELİ MELANET
Sonra, aradan çok zamanlar geçti. Delişmenlik çağım ve "cinnet yılları"m geldi.
İsviçre’nin Basel şehrinde hamallık yapıyorum ve yatakhanede yer bulabildiğim takdirde de Protestan rahiplerin yönettiği "düşkünler yurdu"nda kalıyordum.
Benim gibi çulsuz ve lümpen takımına, İsa Mesih adına merhamet dağıtırlardı. Eh, o İsa’nın ináyeti üzerlerinde olsun, akşamları da, sığır kuyruğuna tirit ve bol kepçesi serbest, bedavadan sıcak çorba verirlerdi.
Bir akşam, hep beraber kaşık salladığımız kantin masasında karşıma, ne idüğü belirsiz bir adam oturdu. Pejmürdeye kaçan, fakat tam da berduş olmayan bir biçimde giyinmişti.
Heriften hazzetmedim. Dehşet bir iticilik sezinledim.
Tabii ki kılık ve kıyafetinden dolayı değil! Sanki benimkisi iki dirhem bir çekirdek mi? Sanki bu gariban yurdunun müdávimleri yemeğe smokin ceketiyle mi oturacak?
Hayır hayır, hani daha ilk anda melanet saçtığı hissedilen insanlar vardır ya, işte onun meymenetsiz suratında da bunu duyumsadım.
Neyse, bana ne! Şu çorbayı bir höpürdeteyim, cumburlop yatak. Yarın sabah dört buçukta kalkmalıyım ki, beş tramvayına yetişerek ustabaşından iş kopartmalıyım.
Bu arada, karşımdaki herif, gömleğinin ve onun üzerinde kazağının kollarını sıvadı.
Öyle, tesadüf eseri, sağ kolunun iç tarafında ve dirseğe yakın bir yerde, küçük bir dövmenin yazılı olduğunu gördüm.
Dikkatli mi bakmışım nedir, herif aniden ayağa fırladı. Dövmesini göstererek bana hiddetle bağırmaya başladı. Neredeyse üstüme yürüyecek.
Hem çok şaşırdım, hem de Alamanca konuştuğu için hiçbir şey anlamadım.
Fransızca "Ne diyorsun" diye sorduğumda da, bu defa aynı dilden, Türkçe’ye aşağı yukarı "Yırtık dondan çıkmış bir şey mi gördün? Ne bakıp duruyorsun? Benim iftiharım, benim iftiharım" şeklinde tercüme edilebilecek yumurtlamaya başladı.
Al başına beláyı ve de aslında yine hiçbir şey anlamadım.
Şeytan, kaseyi suratına boca ediver diye dürtüyor ama, buradan kovulursam soluğu ancak istasyon bankında; oradan da, aynasızların gece yarısı götüreceği karakolda alırım.
Fesuphanallah! Zehir olan çorbamı alel acele bitirip ve içimden herife Tophaneli lügatimi sayıp acilen, yemekhaneden yatakhaneye cehennem oldum.
Kantinden çıktığımda hálá "benim iftiharım, benim iftiharım" diye bağırıyordu.
NAZİ DÖVMESİ
Aradan yine yıllar geçti. 2. Dünya Savaşı tarihine ilişkin bir kitap karıştırıyordum.
Birden, sayfaların arasında, yabancı gönüllüler dahil, Alman ordusundaki "SS"lere; yani en bağnaz, en vahşi ve en soysuz Nazilerden oluşan en "seçkin" askerlere, yaralandıkları takdirde nakil çabuk gerçekleşsin diye, kan gruplarının kollarına dövmelendiğini okudum.
Ve de tabii, benim jeton düşüverdi. İsviçre yemekhanesindeki herifin neden hiddetlendiğini ve sonra da niçin "benim iftiharım" diye anırdığını nihayet anladım. Yüzde bin ihtimal geçmişte o yabancı gönüllülerden biri olan hergele sanmıştı ki, söz konusu dövmenin "SS" aidiyeti yansıttığını biliyorum ve de onun için kötü kötü bakıyorum.
Dolayısıyla da, cenábet herif "benim iftiharım, benim iftiharım" diye yırtınarak, hiçbir pişmanlık duymadığını ve mazisini sahiplendiğini beyan etmiş oluyordu. Hay senin "iftihar"ına da, "şeref"ine de, "onur"una da!
O gün bugündür, zaten hiçbir zaman hoşlaşmadığım dövmeden daha da sıtkım sıyrıldı.
Hele hele, omzuna yine Nazi gamalı haçı dövdürten o "ulusalcı" ve "karanlıkçı" hanım yazarın iş ortaya çıktıktan sonra boyundan büyük námert yalandan medet umup, "Bu, aslında Türklük simgesidir" diye tevile yeltendiğini görünce, tiksintim öğürtüye dönüştü.
Ve şimdi size şunu soruyorum ki, böyle bir babanın, iki pazardır anlattığım gibi, aynı "dövme budalalığı"na heveslenen oğluna "he" diyebilmesi mümkün olabilir mi?
Asla ve de benim çatım altında yaşadığı müddetçe asla demeyeceğim ki, nokta!
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
BU satırlara oturmadan önce epey bocaladım. Acaba CHP hakkında yazmalı mı? Benim ekran karşısında, sizin de sütun önünde yitireceğiniz zamana günáh değil mi? Komünist partiler gibi, kurultay öncesi her şey ayarlandığına ve "altı ok"lu kurum ne ideoloji, ne de lider yenileyeceğine göre, söylenecek her láf havanda su dövmek olmaz mı? Açıkçası, Baykal - Öymen sultalı bir CHP hakkında "çene yormaya" değer mi?
* * *
ASLINDA değmez ve bunun yerine, örneğin ABD’de niçin Obama’yı desteklediğime; 1 Mayıs mitingini neden Taksim’de istediğime; háttá daha havaiyata kaçıp, Nijerya’da zuhur eden "Bakire Meryem" mûcilerinin hangi sosyal ortamdan kaynaklandığına dair yazabilirim Böylelikle hem daha dişe dokunur konulara değinirim, hem de "asabatım" bozulmaz. Lákin, artık terminolojiye inanmasam bile yine de kültüründen indiğim "sol"a hürmet ettiğimden ve CHP de o "sol" kavramını gasp etmeye yeltendiğinden, iki çift láf farz oldu.
* * *
ÖNCE, bu kurum bütün tarihi boyunca asla "sol" olmadı. Asla ve asla olmadı.
Tabii burada "sol" derken evrensel tanımı kastediyorum. "Şark’ta muteber" ve koca cahil yarı-münevverlerin iğfalinden peydahlanmış olan o "alaturka sol"u kıstas almıyorum. Dolayısıyla, CHP "biz bize benzeriz" ideolojisine uzanır. Nev-i şahsına münhásırdır. Ama bizim "evde kalmış kıza" illá dengi dengine bir "damat" arıyorsak, onu belki Meksika’nın "Kurumsal Devrimci" veya Arjantin’in "Peroncu Partisi"yle evlendirebiliriz.
Ancak doğru, CHP zamana, mekána ve konjonktüre göre kılıf ve kap değiştirmiştir. Fakat bu "değişim" (!), son moda kozmetiklerden medet uman kokona bir hatunun, yüzünü gözünü bunlarla boyamasından başka bir şey değildir. "Esas ruh" daima aynıdır. O ruh da, Recep Peker’in "Inkiláp Dersleri"nde teorize ettiği "otoriter öz"dür!
* * *
ÖTE yandan, zaten "sol" olmayan aynı CHP giderek ve cidden "sağcılaşmaktadır"! Zira, hızla "ulusalcılaşmaktadır". Oysa bu ideoloji, vaaz ettiği dünya ve Türkiye açısından, tüm siyasetbilim lûgatlerinde "faşizan", en azından "aşırı sağ" kategorisine girer. Nitekim, diğer ülkelerdeki aynı "faşizan" ve "aşırı sağ" kurumları izleyenler, bizdeki "ulusalcı" söylemlerin hınk demiş onların burnundan düşmüş olduğunu anında fark ederler.
Zaten evrensel gözlemciler de "ulusalcılar"ı hep yukarıdaki iki sıfatla anmaktadır.
Dolayısıyla, mekanik fiziğin "itme - durma" yasasında olduğu gibi, CHP "aşırı sağcı" bir "ulusalcılık"la gerdeğe girdiği oranda, bizzat kendisi "sağcılaşmaktadır". Bu "itme" dinamiğinin "durma"yı o "aşırı" raddeye vardırması bile mümkündür.
* * *
DİĞER taraftan, CHP’nin káh uzayan, káh kısalan bir "ebedi müşteri" kitlesi vardır. İkisini kalıp, birini de elástiki saymak üzere, bunları üç ana kesime ayırmak gerekir. İlki, "statüko cumhuriyeti" ideolojisine ve "bir ekmek, bir hırka" kaderciliğine iman eden "kıdemliler"e odaklanmıştır. Demografik insan ömrü icábı da sayı azalmaktadır.
Bu kategori kemikleşmiştir ve "torunlar"ını çağırarak, "ulusalcılık"a oynamaktadır. İkincisini, "esas blok" itibarıyla CHP’ye oy atan Álevi kitle oluşturmaktadır. "Dede" itáati kırıldığı oranda esnekleşme mevcuttur ama "gelenek" daha sürecektir.
En yüzer gezer ve en geniş son kesim ise "seküler şehirliler"de yoğunlaşmaktadır. Bunlar, çizgisinden ve yönetiminden hiç hazzetmemelerine rağmen, "laik kaygılar"dan yola çıkarak ve bir "denge refleksi"yle CHP’ye oy veren seçmenleri kapsamaktadır.
Ve hiç şüphesiz ki, yukarıdaki sosyolojik tablo daha epey bir müddet devam edecektir. Dolayısıyla da, tam marjinal değilse bile "yedekte" bir CHP de varlığını koruyacaktır. Bilmem, böyle parti için benim yazı yazdığıma, sizin de bunu okuduğunuza değdi mi?
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2008
TESADÜF, Türkiye’deki muhafazakarlaşma konusunu işlediğim salı günkü yazımla, yine aynı gün pek çok gazeteye manşet olan "İslami defile" (!) haberi birbirlerine denk geldi. Fotoğrafları gördünüz, dolayısıyla tesettür modasının sergilendiği "Özgür Çiçekler ve Özgür Renkler" gösterisine uzun uzun değinmeden, sadece aşağıdaki soruyu soracağım:
Söz konusu defile, yukarıdaki "muhafazakárlaşma"ya bir delil oluşturuyor mu?
* * *
EN önce, soruyu sordum ama yanıtı ben de bilmiyorum. El yordamıyla arıyorum.
Yani itiraf ediyorum ki, kestirmeden bir "evet" veya "hayır" cevabı veremeyeceğim.
Daha doğrusu, "hem evet", "hem hayır" demeyi tercih edeceğim.
Zira, hayatın zaten illá "ak" ve "kara" olmayan ve esas itibariyle "gri"ye çalan ara tonlarda geziniyor olması bir yana, iş "İslami defile"ye gelince o tonlar daha da buğulanıyor.
Cevap öyle sanıldığı kadar basit değil! Slogana dönüşecek formüller de hazır değil!
Çünkü, "dindar simgeler"e rağmen podyumun hem teması, hem de estetiği "Özgür Renkler" yansıttığı içindir ki, söz konusu renkler çok sisli, çok buğulu, çok puslu gözüküyor.
Dolayısıyla da, defilede bir "muhafazakárlaşma" delili keşfetmek çetrefillleşiyor.
Zaten de bundan ötürüdür ki, ancak "hem evet, hem hayır" yanıtıyla yetiniyorum.
* * *
"EVET"in üzerinde fazla durmayacağım. Zira buna ilişkin gerekçeler kolay sıralanır.
Herkes meşrebine göre, "tüh tüh, Atatürk’ün kadını nasıl penguen kıyafetine girer" yakınmasından; giyime yansıyan her "dini dışavurumculuk"un dünyanın her yerinde ve her inancında "muhafazakárlık simgesi" addedildiği saptamasına, bir dizi argüman sayabilir.
Ve, yine nüansları saklı tutmak kaydıyla bu son tesbite esas olarak ben de katılıyorum.
O halde demektir ki, "Özgür Renkler" defilesinin genel bir "muhafazakárlaşma" içinde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği sorusuna ilkin "evet" cevabı vermiş oluyorum.
Kabul ama madalyonun diğer yüzünü, yani "hayır" boyutunu da görmek gerekiyor.
* * *
"HAYIR", çünkü "muhafazakarlık" son tahlilde göreceli bir kavramdır.
Nitekim evet, Cumhuriyet İdeolojisi’nin "laik kadın" kıyafetiyle kıyaslanırsa, hiç şüphesiz ki "İslami defile"yi bir "muhafazakárlaşma" göstergesi addetmek gerekir.
Ancaak, yukarıdaki olgu gerçekten de tek milli ve evrensel kıstas mıdır?
Söz konusu defileyi düzenleyenlerin ve izleyenlerin bir, iki, en kabadayısı üç kuşak önceki giyim tarzları; her halükarda da, çok muhtemelen köylü, belki kasabalı ve yüzde doksan dokuz ihtimal taşralı kökenleri göz önüne alındığı takdirde, iş ániden değişmez mi?
Burada gerçek bir "muhafazakárlaşma"dan söz edebilir miyiz?
* * *
SANMIYORUM, çünkü bırakın "defile" kelimesini işitmeyi, ya yemeni şalvar, ya kara çarşaf giyinecek ve büyük olasılıkla da ailesi tarafından okula gönderilmeyecek olan kız ve kadınların, dün kapısını itmedikleri lüks otellerde bugün "Özgür Renkler" seyretmesini ve sergilemesini, "hicáp" dahi olsa, "muhafazakárlık" diye adlandırmak pek doğru kaçmaz.
Kaldı ki, o "özgür" ve o "renk" kelimelerinin bayağı bir ási çağrışım yapması; artı, sahnedeki ve koltuktaki kıyafetlerin sonsuz çirkin ve zevksiz "gariban tesettürleri"leriyle asla kıyaslanmayacak ölçüde estetikler yansıtması, aslında bir dev-rim-ci-lik değil midir?
Yani, ilk bakıştaki yanıltıcılığa rağmen defile aslında, iktisadi ve sosyal açıdan yeni oluşan bir sınıfın artık görsel açıdan da kendini ye-ni-le-mek iradesini ortaya koymuyor mu?
Ve, modern tarihe uygun biçimde, şimdi de İslami hassasiyetten bir burjuvazinin öncülük ettiği bu ih-ti-lal-ci irade, kabuk değiştiren bir din sosyolojisini haber vermiyor mu?
Fakat dediğim gibi, cevaplardan emin olmadığım için "belki" demekle yetiniyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2008
BEN, modernim. Sapına kadar modernim. Zaten de, bundan yirmi küsur yıl önce sütunumu "modern zamanlar" diye vaftiz ederken, bunu bir ukalálık olarak yapmadım. Yukarıdaki başlık, ciddi badire ve tecrübelerden geçtikten sonra kısmen "akıl çağı"na ulaşmış; nispeten "kemále ermiş" bir insanın nihai tercihini yansıtıyordu. Hálá da yansıtıyor.
Yani, bu satırlar yazarı "aydınlanma düşüncesi" denilen ve öncesine rağmen esas olarak 18. yüzyılda teorize edilen rasyonel mantıkçılığı ve felsefi insaniyatçılığı benimsiyor. Ve malûm, bunu da çok genel anlamıyla "modernite" diye tanımlıyoruz.
* * *
OYSA, söz konusu "modernite"nin önemli zaaflar içerdiğinin de farkındayım.
"Rasyonel mantıkçılık" yaftası altında ipin uçu kaçırıldığı takdirde, işin, yukarıdaki "felsefi insaniyetçilik"in tam zıddı olan kanlı totalitarizme gittiğini ve gideceğini biliyorum.
Nitekim de, Fransız Devrimi giyotininden Bolşevik Darbesi kıyamına, böylesine "dejenere" ve "sapkın" örnekler göz çıkartıyor. Bunları kim inkár edebilir?
Zaten, yaşamakta olduğumuz şu lánetli "postmodern zamanlar"; yani her şeyi izáfi kılan ve her ahmaklığa cevaz veren şu "havaiyat çağı" bugün neden prim yapıyor ki?
Tabii ki, o sapkınlık ve dejeneresanların yarattığı hayal kırıklığından parsa topluyor. Başka bir deyişle, hálen hüküm süren "akıldışılık modası", eyvah ki eyvah, modern akılcılığının o aklı bazen peynir ekmekle yemek gafletine düşmüş olmasından yararlanıyor.
* * *
OLSUN. Bunlar son tahlilde "öz"ü değiştirmez! Benim tercihimi de değiştirmez!
Burada da az biraz, "imamın dediğini yap, yaptığını yapma" sözünden yola çıkalım. Yani, "aydınlanma" adına "karartma" uygulanmış olması, haksız yere "imam" diyeceğimiz Locke’lerin, Voltaire’lerin, Rousseau’ların "temel doğruları"nı yanlış kılmaz.
Hele hele, geçtim mum ışığını, modernitenin ruhunu asla kavrayamayan, ama meydanı boş buldukları için mangalda kül bırakmayan bizim o Şark’ta muteber "aydınlanmacılar"ın yansıttığı "karanlık" ve "zifiri" hûzmeler, söz konusu düşünceyi hiç mi hiç bağlamaz.
Nitekim, bunların kasten cımbızla seçtiği "emsál"ler de sapkınlığın tá kendisidir. O halde, buraya kadarını özetlersek şu sonuca varmamız gerekiyor.
* * *
BİR; yorumlama ve uygulamadaki kısmi yanlış ve eksiklere rağmen, insan sevgisi ve mantiki akılcılık ekseninde oluşmuş olan "aydınlanma düşüncesi", en azından bu satırlar yazarı için, gelmiş geçmiş bütün fikir ve zihin sistematikleri içinde yine en in-sa-ni olanıdır. Modernite hálá aşılmamıştır. "Genel gidişat"a da damga vurmayı sürdürmektedir.
İki; kendisine onu aşmak misyonunu vehmeden ve "akılcılık ötesi"ni meşru kılan "postmodernizm" ise aslında, aynı moderniteden peydahlanmış bir gayr-ı meşru çocuktur.
Kökenleri de bugünkü "tepki"ye (!) değil, tá Vico’ların, Herder’lerin, Maurras’ların, Spengler’lerin "geleneksel toplum"u fetiş ve insani değerleri izáfi kılan teorilerine uzanır. Dolayısıyla da, ceberrutlukları ve eşitsizlikleri "iláhi mukadderat" olarak kabullenir.
* * *
ÜÇ; Batı geleneğinden inmediğimiz içindir ki Türkiye’de "aydınlanma düşüncesi"ni sahiplenmek çift taraflı bir mücadeleden geçmektedir. Kolay ve kestirme bir orta yol yoktur.
Birinci olarak, o "aydınlanma düşüncesi" adına ortaya çıkan ve dediğim gibi, aslında "öz"e tamamen zıt sapkınları vaaz eden sahte "ışıldaklar"ı prizden çekmek gerekmektedir.
Diğer yandan ise, dün değindiğim "dini muhafazakárlaşma" da dahil, rasyonaliteyi dünya sathında reddeden ve esas itibariyle yeni tür bir "kadercilik" olan şimdiki postmodern hezeyanlara karşı, özgür insanı ve onun mantıki aklını savunmak zorunluluğu dayatmaktadır
Yarın konuyu "İslami muhafazakárlaşma"nın bu postmodern boyutuna oturtacağım.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2008
TÜRKİYE’nin "muhafazakárlaştığı" söyleniyor. Doğrudur ve inkár edilemez.<br><br>Fakat, buradaki fiil ancak iki şart altında geçerlilik taşır. Çift anlamıyla bir bütündür. Bir; deyimi mutlaka "dini" kılmak zorundayız. "İmáni dışavurum"u kastetmeliyiz.
İki; "muhafazakárlaşmak" kelimesini bu bağlamda kullanabilmek için, sözcüğü aynı zamanda, her salçaya bulanan şu "postmodernizm" boyutuyla da donatmamız gerekir.
Başka bir ifadeyle, terimi hem sınırlamak, hem de genişletmek mecburiyetindeyiz.
Söz konusu sınır o "imáni dışavurum"u kapsar. Yani, hicáp tarzda giyinenlerin; cuma namazına gidenlerin; Ramazan’da oruç tutanların; kandilde tebrik yollayanların ve nihayetinde de, "İslami hassasiyet"ten siyaset yapanların yükselişi birer "mihenk taşı"dır.
Çünkü, "dinen muhafazakárlaşan" bir hayat bunlarda somutlaşır ve görüntüleşir.
* * *
ANCAK şu kesin ki, "Türkiye’nin muhafazakárlaşması" bir istisna oluşturmuyor.
Ülkemizdeki "eğilim" bütün bir çağı ve bütün bir dünyayı kapsayan ve yine şu lánet "postmodernizm" kelimesiyle tanımlanan "genel gidişat"a paralel bir seyir izliyor.
Hadi kasten, muazzam bir kriz yaşadığı için İslam Álemi’ni şimdilik kenara bırakalım.
Peki de, önümüzdeki ABD seçimlerinin gálibini veya mağlubunu, mevcut adayların dindarlara yönelik yaklaşımı ve onların "nabzına göre şerbet verişi" belirlemeyecek mi?
Vatikan’daki yeni Papa ise eskisine dahi rahmet okutacak şekilde, geçmişte "Kara Katolik" diye anlandırılan en bağnaz ve en dogmatik tezleri vaaz etmiyor mu?
Háttá, "laikliğin anavatanı" addedilen Fransa’da dahi, din derslerinin öğretim programlarına dahil edilmesi konusu 1905’ten beri ilk kez tekrar gündeme gelmiyor mu ?
Rus ordusundaki yemin törenlerini Ortodoks papazların takdis ettiği; Çin’deki Budist ve Konfüçyüsçü tapınakların çığ gibi arttığı; aynı ABD’deki aynı Budistlerden yüzde seksenin ise sonradan bu inancı kabullenenlerden oluştuğu birer gerçeklik olarak ortada durmuyor mu?
O halde demek ki, ülkemiz çok genel ve çok çetrefil bir "medeniyet virajı"nı izliyor.
* * *
ANCAAAK, İslami aidiyetine rağmen Türkiye’deki seküler geleneğin maddeten ve ruhen ciddi bir zemine oturması; artı, söz konusu İslam Álemi’nin bugün son derece vahim bir buhran yaşıyor olması, ülkemizdeki "muhafazakárlaşmayı" daha "netámeli" kılıyor.
Açıkçası, bu satırlar yazarı da dahil, sayısı asla küçümsenemez laikler kaygı duyuyor.
Bireysel "hayat tarzı"nın ve kamusal "lá-dinilik" ilkesinin üzerine titreyenler, "muhafazakárlaşma"nın estirdiği rüzgárla birlikte okka altına gitmek endişesini yaşıyorlar.
Háttá daha ötesi, láfı kıvırtmadan ve dobra dobra itiraf edelim:
Azınlık oldukları ve azınlık olduklarını bildikleri içindir ki, korkuyorlar, korkuyoruz.
* * *
VE, bu kaygı, bu endişe, bu korku "vesvese" diye geçiştirilemez. Hafife alınamaz.
Hele hele, İslam Álemi’nin yaşadığı krizden yararlanarak bugün aynı İslam adına ön plana çıkmış olanlar Müslümanlığı diğer hiçbir dinle kıyaslanmayacak ölçüde hoşgörüsüzlük, tahammülsüz ve vahşetle özdeşleştirdiğinden, kaygı da, endişe de, korku da meşrudur!
Zira, zaten adı üstünde "hayat tarzı", tedrici bir "muhafazakárlaşma"nın getireceği muhtemel sonuçlar, laik tercihli insanlar açısından bir "hayat memát meselesi" oluşturuyor.
Son tahlilde bir "varoluş" denklemini içeriyor. Bir "mevcudiyet sorunu" yansıtıyor.
Ama doğru, azınlık psikolojisi ve korunma refleksi zorba bir "laikçilik" de dayatıyor.
Fakat bunun kökenlerini de çoğu defa, moderniteyi reddeden geleneksel İslam’ın "azınlık hakkı"nı ancak kendi "çoğunluk hukuku"na indirgemesinde aramak gerekiyor.
Türkiye’deki "muhafazakárlaşma" konusu yarın, bugünkü Müslümanlığın şu melûn "postmodern zamanlar"la yaşadığı derin ve iláhi "aşk" (!) çerçevesinde ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2008
Şimdiki moda tábiri kullanırsak, popüler tarihçi Reşat Ekrem Koçu aynı zamanda "gay"liğiyle de pek meşhurdu. Bunu saklamayacak kadar da cesur ve dürüsttü. Ne yapar eder ve bir punduna getirip genç oğlanlara düşkünlüğünü kitabının, makalesinin, konuşmasının bir yerine sıkıştırıverirdi.
Nitekim, "Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü"nün "dövme" maddesinde de, yine her zamanki gibi yeniçeri bedenlerini ballandıra ballandıra anlattıktan sonra, aşağıdaki manzumeyi sayfaya eklemekten kendini alamaz:
"Áşifte kákülün hoş kesmiş berber / İşmar çakar didesinde gamzeler / Pazuda baldırda çifte dövmeler / İskelede piyade, aman yağlı piyade / Hopalımın vurgunu belki benden ziyade".
Doğrusu, felsefi ve ahláki bir özgürlükçü olarak benim bu konudaki yaklaşımım ezelden beri şudur ki, reşit taraflar arasındaki gönüllü eksene oturduğu müddetçe, cinsel tercihler konusunda her koyun kendi bacağından asılır.
Kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmez. Milletin uçkuru üstüme vazife değildir.
Af buyurun, bana ancak bok yemek düşer.
Ve, buna dört çocuğumun dördünü de dahil ediyorum!
Evet onları da dahil ediyorum, çünkü babayım diye evlátlarıma "geleneksel cinsellikler" dayatmaya kalkışmak hak, saláhiyet ve yetkisini kendimde görmüyorum.
Aman aman, zaten ne kadar geç olursa o kadar iyi, damadıma el öptürteceğim; gelinlerime bulaşık yıkattıracağım; torunumun yaygarasını çekeceğim diye, çocuklarımın illá karşı cinsle ve illá "bahtiyar izdivaçlar" (!) yapmasını talep etmek benim ne haddime!
Tamam, "Allah göstermesin" demiyorum çünkü biliyorum ki bu takdirde "Bak gördün mü, bütün liberalliğine rağmen yine de paçayı ele verdin" diye üstüme gelirsiniz.
Fakat emin olun ki, günün birinde kızım başka bir hatun kişiyle; oğullarım da birer bıyıklı herifle karşıma çıksalar, eh n’apim, bana yine ancak bok yemek düşer.
Hiç kimseye, dolayısıyla da kendi çocuklarıma cinsellik empoze etmem ve edemem.
CİNSİYET MELEZLEŞMESİ
Hoş etmeye kalkışsam ne değişir ki? Ne yazar ki?
Öyle Freud’lerin "Ödip Kompleksi" veya Foucault’ların "Cinsellik Tarihi" bilgiçliklerini devirmiş olmaya gerek yok, az bir nebzecik pedagoji ve psikoloji karıştırmış herkes bilir ki, gizliliklerin yaratacağı travmatik korku her şeyi daha da berbat eder.
Kaldı ki, video klibi, rock şarkıcısı, "öncü sanatı" (!) falan derken şu mendebur "postmodern zamanlar" öylesine bir "cinsiyetler melezleşmesi" yarattı ki, kim kızdır, kim oğlandır ve kim erkektir, kim hatundur, anlayabilene aşkolsun!
"Androjini" denilen "orta cinsellik" çehresi ve edásı haniyse genel kurala dönüştü.
Efendim, eğer böyle bir girizgáh yapsak ihtiyacını hissettiysem, bunun nedenini, geçen hafta anlattığım gibi, babasıyla beraber ikámet eden ortanca oğlumun ániden "dövme yaptırmak" hevesine kapılması oluşturdu.
Ve yine anlattığım gibi, bunu duyan o babasının cinleri yine ániden öyle bir başına toplandı ki, ne özgürlükçülüğü, ne liberalliği, ne de müsamahakárlığı kaldı.
Ancak sanılmasın ki bu tepkim; tepkim ne kelime, bu hiddetim, bu şiddetim, bu celálim, Reşad Ekrem’den zikrettiğim dizeyi daha önce okumuş olmamdan kaynaklandı.
Hayır! Asla! Háşá!
Çünkü, tabii ki, káküllü yeniçeriye ilán-ı aşk eden manzumeden yola çıkarak, dövme yaptırtmak sevdasıyla oğlumun hayali bir "gay"liği arasında irtibat kurmak ve de bunu "ipucu" (!) saymak gibi bir gaflet, delálet ve cehálete düşmedim.
Devenin nalı! Kör değilim ve yine şu mendebur "postmodern zamanlar"da, kızı erkeği; yaşlısı genci; çirkini güzeliyle dövmenin artık bir "ahvali adiye"ye dönüştüğünü görecek ve bilecek kadar dış dünyanın ufkunu izliyorum.
Kaldı ki, keratayı salonun kanepesinde sınıf arkadaşı kızla "yiyişirken" (!) ilk kez, daha on dört yaşındayken yakalamıştım.
Doğrusu, "babasının oğlu" diye de pek bir koltuklarım kabarmıştı. Eh, o gün bugündür de hep aynı minval üzere gidiyor.
En başta bir içim su yeni sevgilisi, eh bizim familyada daha aşağısı kurtarmadığından ve, öhö, öhö, yine tıpkı babası gibi, ikide bir hep kalburüstü hanım kızları baştan çıkartıyor.
Dolayısıyla, bizimkinde ániden zuhur ediveren ve pederini çileden çıkartan o "dövme yaptırmak" cinnetiyle, ne "gay"liğin, ne de geyikliğin ilgisi var! Hoş yukarıda dediğim gibi, olsaydı da ne değişirdi ki? Ancaak, kısmen cinsellik de dahil, aynı lánetli "postmodern zamanlar"ın diğer bir dışavurumculuğunu ve teşhirciliğini oluşturan şu "dövme budalalığı"nın bütün bir kültürel dejeneransla ve bütün bir değerler erozyonuyla sonsuz yakın ilgisi var!
"Pazuda, baldırda çifte dövmeler" çağrışımı umurumda değil, zaten de ben bunun için oğlumun "heveskárlığı"na böylesine şiddetle karşı çıktım, çıkıyorum ve de çıkacağım.
Nedenlerini açıklamayı da gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2008
SEZAR’ın hakkı Sezar’a, hiç şüphesiz ki Şevket Süreyya Aydemir Cumhuriyet İdeolojisi’nin en kalburüstü ve en bilgili aydınları arasında yer alır. İdealist bir entelektüeldir. "Enver Paşa" ve "Suyu Arayan Adam"a ek olarak da üç temel eser bırakmıştır.
İlk biyografi Atatürk’ü anlatır. Çok isabetli olarak "Tek Adam" başlığını koymuştur. "İkinci Adam" serlevhasıyla basılan diğer araştırmanın kahramanı ise İnönü’dür.
Sonuncusu da, şimdiki Danıştay Başsavcısı hanımın idamına "el oğuşturduğu" 27 Mayıs maktûlüne atfen "Menderes’in Dramı" ismiyle yayınlanmıştır.
Ve, bugün kısmen aşılmış olsalar dahi her üçü de hálá referans niteliğini korurlar. Şimdi, bunlardan yola çıkarak şöyle bir faráziye yürüteceğim.
***
ŞEVKET Süreyya hálá yaşıyor olsaydı, acaba, biyografilerin sıralamasındaki "İkinci Adam" başlığını değiştirmek ihtiyacını hisseder miydi? Yani İnönü’nün yerine, 15. vefat yıldönümü idrak ettiğimiz ve rahmetle andığımız Turgut Özal’ı o "ikinci" kelimesiyle sıfatlandırır mıydı? Açıkçası, pek ihtimal vermiyorum.
Hem üç biyografi de ilk Cumhuriyet dönemini kapsadığından; hem de Aydemir o "Cumhuriyet İdeolojisi"ne "idealist sözcü" olduğundan, buna niyetleneceğini sanmıyorum. Farketmez, ben kendi hesabıma söz konusu sıfatı verdim.
Evet verdim, çünkü 1923’den bu yana süren bütün bir Cumhuriyet tarihi çerçevesine oturtulduğunda, Turgut Özal hiç tartışmasız olarak "İkinci Adam"dır ve nokta!
***
ANCAK, bunu söylediğim için İnönü’yü küçümsediğim sanılmasın. Tam tersine!
Her ne kadar "Milli Şef" yıllarını şiddetle reddetsem de, dünün gerçeklerini bugünün kıstaslarıyla yargılamak hakkına ve lüksüne sahip değilim. Bu tür bir girişim şımarıklık olur. Kaldı ki, sırf Türkiye’yi 2. Savaş’tan uzak tutabilmesı ve nihayetinde de demokrasiye geçişi benimsemesi, İsmet İnönü’yü çok büyük bir devlet adamı kılmaya yeter de artar bile!
Fakat, aynı İnönü son tahlilde ancak bir "devrim bekçisi"dir. Mevcudu korumuştur. Başka bir deyişle, Mustafa Kemal’den devraldığı bayrağı yukarıda tutmak becerisini ve sağduyusunu göstermiştir ama, her hangi yeni bir "devrim"in öncüsü olmamıştır. Dolayısıyla da, aynı zamanda, aşınmakta olan bir statükonun muhafızlığını yapmıştır.
Oysa Turgut Özal "Tek Adam"dan sonra "devrim" gerçekleştiren yegáne önderdir.
Ve, madem Aydemir sıralamada devrim liderliğini kıstas alıyordu, o halde, kendisinin tanımadığı Özal’a şimdi hiç tartışmasız biçimde esas "İkinci Adam" sıfatını vermek gerekir.
***
DOĞRU, 1923’den farklıdır ama Özal’ın öncülük ettiği "devrim" de çok büyüktür. Şüphesiz ki bunun dinamiğini ve derinliğini, dün "yalaka" küfürlerinden, "Chiquita muz" alaylarından, "takunyalı takımı" hakaretlerinden medet uman; bugünse "ulusalcı-laikçi" cihete kalemşör ve silahşör kesilen vasatlar anlayamaz. Algılama kapasitelerini aşar.
Çünkü, Turgut Özal’la yaşadığımız siyasi, iktisadi, zihni, kültürel ve toplumsal dönüşüm, Şevket Süreyya’nın "İkinci Adam"ı tarafından temsil edilen statükoyla çelişir.
İnönü’deki "İkinci Adam"la özdeşleşen bir önceki "devrim" paradigması; yani artık ihtiyaca cevap veremeyen eski statüko, Özal’daki yeni "İkinci Adam" tarafından sarsılmıştır.
Şablon ve kalıplar 1923’ü andıran bir devrimci atılımla sorgulanmıştır. Fakat, statüko o şablon ve kalıplar "ebedi" addettiğinden, bunun bir "karşı devrim" olduğunu iddia etmiştir.
Oysa, tabii ki aslında roller değişmiştir. Tabii ki Turgut Özal, Cumhuriyet tarihimize damga vuran yegáne diğer devrimi gerçekleştirmiştir. Tabii ki "Eski Rejim"i silkelemiştir. Evet evet, vefatını idrak ettiğimiz Özal o e-s-a-s "İkinci Adam"dır, zira tıpkı "Tek Adam" gibi, siyasi cesareti ve insani zafiyetiyle bir bütün olarak,d-e-v-r-i-m lideridir.
Yazının Devamını Oku