ALLAH rahmet eylesin, tamamen zıt kutuplarda olmamıza rağmen, "Cumhuriyet" gazetesinde çalıştığım yıllar Mustafa Ekmekçi’yi insani bab’da çok severdim. Ömür adamdı.
İki şey bilirdi. Daha doğrusu, bildiğine inanırdı. Zaten de daima onlardan söz ederdi.
Bir; rahle-i tedrisinden geçtiği "Köy Enstitüleri"nin nasıl müthiş bir "irfan yuvası" olduğunu tekrarlardı. Tabii, kapatılmalarıyla da "karşı devrim"in başladığını eklerdi.
İki; domuz eti vaaz ederdi. Nereden duymuşsa duymuş, hiç aralıksız, mekrûp hayvanın Türkiye’de de tüketilmesi durumunda beslenme sorununun kökten çözüleceğine dair yazardı.
Ancak şunu da hemen ekleyeyim ki, bildiğim kadarıyla kendisi ağzına koymazdı. İki defa yurtdışında buluştuğumuzda kasten şeytanlık yaptım ve, "Mustafa Abi, gel sana domuz pirzolası ziyafeti çekeyim" diye bilhassa ısrar ettim ama, hiç oralı olmadı. "Aman bildikten şaşma" diyerek, bırakın domuzu falan, o köylü muhafazakarlığıyla yerel taamları bile reddetti. En kıytırık gurbetçi lokantalarında en uyduruk köfteye tálim etti. Neyse, Rabb’ın mağfireti tekrar üzerinde olsun ve de Allah taksiratını affetsin.
* * *
ŞÜPHESİZ, rahmetli Ekmekçi en sıradan örneği yansıtıyordu. Şablon ve kalıptı.
Yani, hani şimdilerde de "ulusalcı" cihetin baş tácı ettiği ve bugün 68. yıldönümünü kutladığı şu Köy Enstitülerivardı ya,işte onların gayet "streotip" ürününe tekabül ediyordu.
Başka bir deyişle, daha konunun TBMM’de tartışıldığı 17 Nisan 1940 günü yasaya şiddetle karşı çıkan ve muazzam bir öngörüyle, "köylülerimizi böyle bir kültür sahasında az görgülü yarı münevverlerin nüfuzuna, háttá maddi manevi tahakkümüne bırakmayı bendeniz istikbál için çok tehlikeli görüyorum" diyen İstanbul Mebusu Kázım Karabekir’in sözlerindeki o "az görgülü yarı münevver" tanımının tá kendisini oluşturuyordu.
* * *
ÖYLE, çünkü sen kalkacaksın ve "karşı devrim"i,"maddi manevi tahakküm altına alındıkları" için o köylülerin nefret ettiği kurumun kapatılmasıyla açıklayacaksın.
Hatırlatayım ki buradaki tahakküm sırf, bütün "hazımsız"lar ve bütün vasat"lar gibi bağrından çıktıkları sınıfa yukarıdan ve hákir bakan "enstitü ruhuyla" (!) sınırlı değildir.
Zira en başta, okul ve öğretmen binalarının inşa ve masrafı o köylülere yükleniyordu. Yani, cebren ve fiilen, Batı Ortaçağı’nın feodal angaryasını geri getiriliyordu. Zaten bundan dolayıdır ki, söz konusu tepeden inmeciliği yalnız halk reddetmedi. Kendi yakın tarihini bilmekten áciz "ulusalcı - laikçi" yeni "vasat" iddialarının tam tersine, "Milli Şef" dönemine rağmen o halkın "temsilcileri" bile enstitüleri sahiplenmedi. TBMM’de ilk defa, 148 üye oylamaya katılmayarak "sessiz muhalefet" beyan etti. 17 Nisan 1940 yasası yangından mal kaçırır gibi geçti ve kurum asla benimsenmedi.
* * *
İMDİİ, hál böyleyken, yıllardır sürdürülen Köy Enstitüleri "efsanesi",yukarıdaki "ulusalcı - laikçi" cihet tarafından neden hálá kof bir balon olarak hálá şişiriliyor?
Aslında, bunun cevabını yukarıda verdim: Va-sat-lık ve ha-zım-sız-lık! Daha bilgiç tábirle, şu "az görgülü yarı münevverler"de somutlaşan "mediyokrasi".
Evet evet, beslenme sorununu domuz etiyle çözümleyen rahmetli Mustafa Ekmekçi’den, halktan kopuk ve halka hasım Köy Enstitülerine "devrim" (!) misyonu vehmeden "Şark’ta muteber" aydın bozuntularına dek, Türkiye gerçek bir "mediyokrasi cenneti"dir.
Ve, "hazımsız vasatlar" hálá "maddi manevi tahakküm" sürdürmek istemektedir. Dolayısıyla, bügünkü "ulusalcı" vasatlığın dünkü Enstitüsü vasatlığıyla dayanışması ve "sıradan beyin zaptiyeliği"ne soyunması, kendileri açısından bir mukadderat sorunudur.
Ama sığır veya domuz eti fark etmez, hazımsızlık genel bir sindirim sistemi arázıdır. Her 17 Nisan’da duble doz karbonat tavsiye ederim, malûm, bağırsakları rahatlatır.