10 Mayıs 2008
FERDİ Tayfur’un "Hadi Gel Köyümüze Geri Dönelim" şarkısı yalnız Türkiye’yle sınırlandırılabilir mi? Yerel bir yakınmadan öteye gitmediği iddia edilebilir mi? Hadi biraz genişletelim, sırf iç göç tragedyasını yaşayan ülkelere indirgenebilir mi?
Hayır ve bin defa hayır!
* * *
ÖYLE, çünkü "köye dönmek", yani özünde "toprağa dönmek" hayali evrenseldir.
Zaten de kökeni Batı’ya uzanır. Kırsal üretimden sanayiye geçişin sancılarıyla başlar.
Üstelik, sorun ekonomik boyutla da sınırlı değildir. Travma sonsuz derinlerdedir.
Zira, o köye ve o toprağa dönüş talebi aslında, "modern zamanlar"ın yıkmış olduğu bir "geleneksel toplum"u arayıştan kaynaklanır. Mevsimlerin ritmindeki eski hayatı özler.
Dolayısıyla, Tayfur’un "Köyümüze Dönelim" güftesi ve önceki gün filozof Martin Heidegger’den aktardığım "köylülüğe övgü" alıntısı, tamamen ortak ve tamamen aynıdırlar.
Her ikisi de, bilinçaltındaki veya üstündeki bir "anti-modernite" isyanını haykırırlar.
* * *
NİTEKİM, 1. Harp ertesi Almanya’sında gelişen "Muhafazakár Devrimci" akımın "völkisch" tandansına yakın duran o Heidegger’den az biraz daha eskiye çıkalım.
"Sağ" kanatta Johann von Herder’den Charles Maurras’a; "sol" cihette de Charles Fourrier’den Piotr Kropotkin’e, şehirli modern toplumun arázlarını eleştirdikten sonra, nihayetinde yine "köyümüze geri dönelim" diyen teorisyenler saymakla bitmez.
Yönümüzü doğuya çevirirsek Rusya’da karşımıza, "kırsal"a giden "narodnik" halkçı hareket veya aynı köylülüğü kutsallaştırdığı için mujik gömleğinden şaşmayan Tolstoy çıkar.
Batıya döner ve 2. Savaş başına gelirsek de, Alman işgalcilerle işbirliği yapan Fransız hükümetinin "Milli Devrim"i, çift süren köylü afişi ve "ebedi toprak" şiarıyla bütünleşir.
Ve nihayet, yetmişli yılların "hippi"; bugünün de "çevreci - ekolojist" akımları son tahlilde, yukarıdaki "anti-modern" içerikli "toprakçılık" hareketlerinin doğal uzantısıdır.
* * *
O halde, demek ki ortada modern zamanların yarattığı bir sorun var. Çözümlenmiyor.
Ve bu sorun maddi açıdan ekonomik, manevi açıdan ise metafizik bir boyut içeriyor.
Káh Ferdi Tayfur’un dönüş çağrısında, káh Martin Heidegger’in köylülük övgüsünde, káh da çevrecilerin kimyevi gübre düşmanlığında hayat buluyor.
Nihayetinde de, dönüp dolaşıp hep "köy" ve hep "toprak" temalarında odaklanıyor.
Dolayısıyla da, son derece somut, son derece güncel ve son derece pragmatik bir noktadan yola çıkarak, şimdi şu tür sorular sormak gerekiyor:
* * *
TAHIL fiyatlarının dünya piyasalarındaki fahiş pahalılanması eğer bir bölüm insanlığı bugün kıtlık raddesine itiyorsa; eğer "açların isyanı" tekrar dayatıyorsa, "köyümüze geri dönelim" talebini cidden düşünmek ve cidden tartışmak yeniden gündeme gelmeyecek mi?
Çünkü, yukarıdaki talep ilk bakışta ne kadar muhafazakar, "arkaik" (!) ve "gerici" (!) gözükürse gözüksün, koyun klonlamasına rağmen eğer modernite hálá "işkembe sorunu"nu çözümleyemediyse, bu dehşet olgu o modernitenin kendi iç çelişkilerini yansıtmıyor mu?
Söz konusu çelişkiler de, ölçüsüz bir tekno-sanayileşme ihtirasından, yine Heidegger’in deyimiyle kentlinin köylüyü "müze objesi görmek" merakına; artı, tarım sübvansiyonu tırpanlayan devletlerin toprak insanlarını şehre mahkum etmesinden, insafsız ve izansız bir piyasa ekonomisinin insani fıtratı hiçe saymasına, sonsuz geniş bir yelpazeye yanılmıyor mu?
"Açların isyanı", modernitenin kendi zaaflarını sorgulamasını şart kılmıyor mu?
Evet, evet öyle ve de bu soruların cevabını çok ama çok ácilen, yani artık gerisin "geri dönülecek" bir köy dahi kalmadan önce bulmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2008
DÜN sabah çıldıracağım, ihtiyacım olan cildi kütüphanede bulamadım. Ara tara, yok! Oysa, aşağıdaki makalenin girizgáhını mutlaka oradan bir alıntıyla yapmak istiyorum.
Neyse, dalgaya düşmüş ve kel aláka bir rafa yerleştirmişim ki, nihayet el koyabildim.
* * *
İŞTE, Martin Heidegger’in ölümünden sonra ve "Niçin Taşrada Yaşıyoruz" başlığıyla yayınlanan o yazıda, kırsallığın erdemini işleyen bu en önemli 20. Yüzyıl filozofu, Karaormanlar’da inzivaya çekildiği dağ kulübesini anlatırken şu satırlara da yer veriyor:
"Köylü hafızası basit, sınanmış ve yanılmaz şeyler üzerine inşa edilmiştir (?) Şehirli ise köylülük álemine mesafeli duruyor. Onu kendi yasalarına bırakmak, böylelikle de ’dokunulmazlık’ını korumak istiyor. Köylüye bir müze objesi gibi bakıyor.
Oysa köylünün ihtiyaç hissettiği ve arzuladığı yegáne şeyi, varlığının mahremine riayet edilmesi ve kendisini bağımsız kılan oluş tarzına da saygı duyulması oluşturuyor."
* * *
İMDİİ, yazıya böyle bir Heidegger alıntısıyla başladığım için sakın sanılmasın ki, uzun boylu ve bilgiç lûgatli bir felsefiyattan dem vuracağım. Hayır!
Bu girizgáha ihtiyaç duymam sadece ve sadece, dünyamızın, özellikle de en yoksul ülke halklarının son aylarda yaşamakta olduğu "beslenme krizi"nden kaynaklandı.
Háttá, daha dobra dobra ifade edelim, "açların isyanı"ndan kaynaklandı.
* * *
ÖYLE, çünkü pirinçten buğdaya; mısırdan soyaya; manyoktan arpaya, en hayati tahıl maddelerinin fiyatları kısacık bir sürede müthiş artış gösterdi. Dünya piyasalarında katlandı.
Dolayısıyla da, Kara Afrika’nın, Sarı Asya’nın, Latin Amerika’nın açları sokağa iniyor. Elde boş tencere, boş kazan, boş tava hükümetlerine, "içini doldur" diye bağırıyorlar.
Zaten de, Birleşmiş Milletler’den Dünya Sağlık Teşkilátı’na, tüm uluslararası kurumlar alarm zilleri çalıyor. AB’den ABD’ye, bütün Batı ülkeleri işin ciddiyet arzettiğini vurguluyor.
Sanki 19. asır kıtlıkları, Bolşevik açlıkları, Mao "oruçlar"ı (!) gerisin geri geldi.
Her halükárda şu kesin, 21. yüzyılda bile insanlığın "mide sorunu" çözümlenemedi.
* * *
OYSA aslına bakarsanız, istatistikler ortada, tarih boyunca o insanlığın o midesi hiç bugünkü kadar yoğun, kitlesel ve obur biçimde doymadı. Karınlar hiç bu kadar tok olmadı.
Bununla yalnız, tombul hamburger atıştıran Amerikalıları; kremalı pasta tıkıştıran Avrupalıları; yahut, yağlı balina çubuklayan Japonları kastetmiyorum. Bunlar zaten bir yana!
Malûm, onların kırdığı "tarihi rekor"lar kolestrolü, şekeri, tansiyonu kapsıyor.
Fakat, başta Çin ve kısmen Hint, "geleneksel açlık diyárı" addedilen ve mazideki kıtlıklarda sayısız insanı yitirmiş olan bu tür dev ülkelerde de artık sofradan aç kalkılmıyor.
Okkalı pirinç káselerinin yanında, az biraz da olsa kaz eti veya soya fasulyesi geliyor.
Başka bir deyişle, "küreselleşmeye motor" ülkelerde o motor mideyi de çalıştırıyor.
* * *
BUNA karşılık şimdiki sefaleti aynı küreselleşmeyi yakalayamayan ülkeler çekiyor.
Veya, üst sınıflar nasiplense dahi, gelir dağılımı uçurumundan dolayı zenginleşmeden pay alamayan ve hem kırsal, hem de kentsel alanlarda yaşayan eski ve yeni köylüler çekiyor.
Kabak en fakirlerin içindeki en fakirlerin ve mutlaka da, köylülerin başında patlıyor.
Tamam ama, tüm bunlar yine de, düne kadar kendi yağıyla kavrulan ve kendi hasadıyla tencere kaynatan toplumların bugün niçin "açlık sınırı"na dayandığını açıklamaya yetmiyor.
Ana besin maddelerinin neden bu denli pahalılandığına gerçekçi bir cevap getiremiyor.
Ve işte o cevabı da, aslında bir "anti - modernite" filozofu olan Martin Heidegger’in yukarıda zikrettiğim "köylülüğe övgü"sünde aramak gerekiyor ki, cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2008
DEV Atatürk panosu, "New York Times"de yayınlanan ve okul salonunu gösteren koca fotoğrafın odak noktasını oluşturuyordu. Girişte ise Türk bayrağı dalgalanıyordu. Her iki enstantane de İstanbul’da çekilmiş. Fethullah Gülen Camiası’na yakınlığıyla tanınan ve Pakistan’da "Pak-Türk" ismi altında faaliyet gösteren liselerle ilgili habere eşlik ediyor.
Haberden okuyoruz ki, Pak-Türk okullarında eğitim İngilizce, yan dil Türkçeymiş. Ebevnler de "dinci aşırılığa engel modern ders" veriliyor diye çocuklarını buraya göndermeye can atıyormuş.
İmdii, "ulusalcı - laikçi" kesime şu soruyu sormak boynumun borcudur:
* * *
NİJERYA’dan Vietnam’a; Rusya’dan Arjantin’e; Çin’den Maçin’de, yedi kıtadaki yetmiş milletten çocuğun Türkçe öğreniyor olması ve Türk "rahle-i tedrisinden" geçmesi, sizin "milliyetçiliğinizi", sizin "ulusalcılığınızı", sizin "vatanperverliğinizi" kesmiyor mu?
Yoksa, yine işkembe-i kübradan atarak ve yine binbir komplo teorisi uydurarak, "takıyye yapıyorlar canım, aslında İslam devleti hedefliyorlar " diye mi buyuracaksınız?
Hadi öyle olduğunu varsayalım ama, o takıyye kim için ve niçin yapılacak ki?
* * *
BU nasıl bir takıyyedir ki, örneğin Endonezyalı öğrencilerin karşına Türkiye’deki seküler eğitim çıkarılıyor.
Demek size göre, buna rağmen o öğrenciler diplomayı alınca "İslamcı" kesilecektir?
Peki de, kaç "ortalama çocuk" mütedeyyin ama laik bir eğitim sonrası "dinci" olur?
Yoksa aksine, dünkü yazımda "Hristiyan Biraderler" tárikatının Sen Jozef Lisesi misálinde anlattığım gibi, aynı "ortalama çocuk" oradan, dine saygılı ama sapına kadar laik; üstelik bilhassa da, Türk kültürünün hamuruyla yoğrulduğu için "Türkofil" mi çıkar?
Katoliklerde Cizvit kolejleri, Protestanlarda misyoner mektepleri, Musevilerde de "Alliance İsraelite" okulları, Gülen Camiası’nın oluşturduğu kurumların aynısı değil midir?
Tüm bunlar, milli bayrağını çektikleri ülkeleri "cázibe merkezi" kılmamışlar mıdır?
Aynı dev gelişme de Türkiye için sonsuz geniş ve sonsuz stratejik ufuklar açmaz mı?
O halde, ey "ulusalcı - laikçi" zevát, vehimle kandırmayın ve de artık gerçeği görün!
* * *
FAKAT, söz konusu gerçeği görmek, yani Gülen Camiası’nı belirleyen "misyon ruhu"nu kavrayabilmek için, genel olarak "Nûr felsefesini" biraz incelemiş olmak gerekir.
Yani, Said-i Nûrsi’ye "yobaz" damgası vurmak ve "sosyolojisini araştıralım" dediği için de Şerif Mardin Usta’yı aforozlamak, ancak Şark’ta muteber bir "laikçi" gaflettir.
Zira Nûrsi, Muhammed İkbál’le birlikte 20. asır İslamının en önemli mütefekkiridir.
Ve, risále ezberlemekten söz etmiyorum ama, örneğin "Tarihçe-i Hayat"ı karıştırmak zahmetine katlanan ve önyargısız sentez yapan her insan, Bediüzzaman’ın, Müslüman Dünya’daki krizi aşmak amacıyla, ûlviyeti korunan ama moderniteye açılan bir yol çizdiğini saptar.
Üstelik, "ûhrevi"yle "dünyevi"yi bilhassa ayrıştırdığı içindir ki de, Said-i Nûrsi son tahlilde laik; daha doğrusu, Anglo-Sakson sekülarizmine yakın bir yerlerde durur.
Artı, konu için çok önemli, Nûrsi aynı zamanda, "hayr" farzını ilke alan ve Kalvinci Protestanlıkla benzeşen bir "rabıtalı hayat - fedakár misyon" etiğinin tercümanıdır.
* * *
İŞTE, Gülen Camiası okullarındaki zil de bu ruhun ve bu etiğin titreşiminde çalıyor.
"Nûr"unu ise, Türkiye’nin genel zenginleşmesine koşut olarak gelişen ve mütedeyyin, yurtsever ve muhafazakár insanlardan oluşan; fakat aynı zamanda da sekülarist, modernist ve üniversalist kimlik taşıyan yeni taşra burjuvazisinin, ûlvi nitelikli "hayr" refleksinden alıyor.
Ve söz konusu okullar insanlık için ha-yır-lı; ulusumuz için ise ç-o-k h-a-y-ı-r-l-ı’dır!
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2008
GAZETENİN etkinliği ve ciddiliği göz önüne alındığı takdirde gerçekten çok önemli haber, "New York Times" önceki gün Fethullah Gülen camiasına yakınlığıyla tanınan ve yurtdışında eğitim veren Türk okullarını manşet yaptı. Büyük övgüyle söz etti. Ve biliyorum ki, "ulusalcı" koro şimdi hep bir ağızdan ve hep bir perdeden, "işte gördünüz mü, ABD ’ılımlı İslam’ projesi tezgahlıyor" diye tempo tutacaktır.
İddia doğru mu, değil mi bu konuya yarın geleceğim ama, önce bir parantez açıyorum.
* * *
BIRAKIN mezuniyeti, karga tulumba arka kapısıdan atılmış olsa dahi, bu satırlar yazarı düşe kalka ve altı yıl boyunca Moda’daki Sen Jozef Lisesi’nin rahle-i tedrisinden geçti.
Bu lise her yerde olduğu gibi Türkiye’de de, Jean-Baptiste de La Salle adlı Fransız’ın oluşturduğu ve "Hıristiyan Biraderler" diye anılan tarikát tarafından kurulmuştur.
Öğretmenleri ve kadroları ruhban papaz değildir. Hepsi dindar, eğitim gönüllüleridir.
Hayatını öğrenime adayan ve her yerdeki her göreve giden Katoliklerden oluşur.
Ama tedrisat tamamen l-a-i-k’tir! İsa’nın adını bile telaffuz eden tek hocam olmadı.
Üstelik, geri plandaki "dinilik"e rağmen okulda "Cumhuriyetçi" ruh hüküm sürer.
Hem Descartes mantığı öğreten Fransız cumhuriyetçi ruhunu; hem de 27 Mayıs törenlerine gitmeyenleri "ihtar"la cezalandıran Türk cumhuriyetçi ruhunu kastediyorum.
* * *
ZATEN aslına bakarsanız da, en "talihlileri" (!), ezici çoğunluğa tekábül eden biz Müslüman kökenli öğrenciler ve Musevi arkadaşlarımız oluştururdu.
Çünkü, "moral", yani "ahlák" diye tanımlanan ve Türk Müdür Yardımcısı tarafından verilen din derslerine girip girmemekte serbesttik. Ebeveynlerin "istemez" imzası yeterliydi.
Oysa buna karşılık, Ortodoks Rum, Gregoryen Ermeni, Katolik Levanten, Marûni Arap her neyse, ayrı mezheplerden olsalar bile Hıristiyan öğrenciler bizim kadar şanslı değildi.
Zira, yine zorunluluk yoktu ama, perşembe sabahları okul şapelinde düzenlenen áyine katılmaları; háttá, sabah kampanasıyla duyurulan duaya gitmeleri daha bir "gerekli"ydi!
Bizim gibi kıvırtamadıkları için de, bu eşitsizliğe kızan Stefo’nun, Manuk’un, Habib’in, Röne’nin yarı şaka - yarı ciddi, "niye İslam doğmadık" diye söylendikleri olurdu.
Diyelim ki, onların konumu, her hangi bir İsevi ülkedeki Gülen kurumlarında, okul mescidinde namaz edá eden İslam öğrencilerinkiyle benzeşirdi.
Yazılı kural olarak bir mecburiyet yok ama, yine de kılınması "tercihe şayandır"!
* * *
SONRA, o altı yıl ertesinde ben Katolikliğe çark etmedim. Edenini de hiç duymadım.
Hadi, din dersine girip girmemekte zaten serbest olduğumuz için bizleri geçtik diyelim.
Ancak, sabah dualarına ve perşembe áyinlerine gitmeleri "arzu edilen" Hıristiyan arkadaşlarım arasında da papaz, rahip, keşiş olan tek bir kişiyi bile yine işitmedim.
Hálá görüşürüz, çoğu cenaze ve vaftizde kiliseye giriyor. Hele sofusuna hiç rastlamadım.
Aksine, başta Fransa Bask’ından gelip Şişlili bir Türk kızına abayı yakan "Antuvan Birader", bekárlığa, dolayısıyla yeminine "adyö" diyen diğer pek çok "Aziz Birader" oldu
* * *
O halde, demek ki hedeflediği misyon, verdiği eğitim ve kullandığı kadrosu itibariyle Fethullah Gülen Hocaefendi camiası okullarıyla sonsuz büyük benzerlikleri olan "La Salle Papazefendi camiası"nın (!) Sen Jozef Lisesi, beni ve bizleri ne dinci, ne de Fransız yaptı.
Laikliğimize ve Türklüğümüze hálel getirmedi. Hıristiyan öğrencileri bile sofu kılmadı.
Ancaaak, aynı zamanda hem bana, hem de o Fransızlığa çok şeyler kazandırdı.
Tıpkı, yabancı ülkelerdeki Hocaefendi okullarının ora çocuklarına ve bizim açımızdan da Türk-lük’e ve Cum-hu-ri-yet’e çok değerli şeyler kazandırdığı gibi ki, yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2008
Birden ne olduysa oldu ve ben ilkokul ikiden o ilkokulu bitirene kadar geçen kısacık zamanda, haritalar pıtrak gibi değişiverdi. Öyle ki, Das Grosse Atlas veya das "küçükse" atlas, ofset makinesinin bir merdanesinin ucundan girip diğer merdanesinden çıkana dek, anında eskiyiverdi. Ne kadar şükretsem azdır, kitap bab’ında çok şanslı bir çocuk olarak büyüdüm. Çünkü, ufku zaten dünyaya sonsuz açık olan babam bir de coğrafya meraklısıydı. Dolayısıyla da, kütüphanesi aynı zamanda küçük çaplı bir atlas koleksiyonu içerirdi.
Mehmet Eşref’in "Tarih-i Umumi ve Atlas-ı Osmani"sine ek olarak, kendi babasından ve büyükbabasından miras kalmış ve onların mesleği icábı da daha ziyade deniz haritalarında yoğunlaşan ciltleri vardı.
Artı, Faik Sabri’nin yeni harflerle neşredilmiş ilk "Büyük Atlas"ı da mevcuttu ki, Hatay henüz Türkiye’ye dahil edilmemiş olduğu için orada "sancak" diye zikredilirdi.
Sonra, kütüphanenin aynı raflarında İngiliz ve Alman baskısı atlaslar da dururdu. Bu ikincilerin arasında da, ayrıntı bab’ında referans addedilen ve boyutları kitaplığa sığmayan o koca "Das Grosse Atlas"ın Nazi döneminde yayınlanmış bir nüshásı vardı.
Ve söz konusu atlasta, kendi gitmiş, adı kalmış Çekoslovakya; daha doğrusu artık Bohemya ve Moravya "Reich protektorası", yani yarı sömürgesi olarak adlandırılırdı.
DEĞİŞEN HARİTALAR
Demek ki, ödlek ve kalleş müttefikler Prag başkentli ülkeyi Hitler’e "sus payı" olarak 1938 Münih’inde hediye ettiğine göre, "Das Grosse Atlas"ın bizdeki baskısı ya 2. Dünya Savaşı’ndan tam önce ya da tam başlangıç sırasında piyasa çıkmış olmalı.
Başka bir deyişle, babam o haritayı, Berlin’in gönderdiği propaganda altınları sayesinde haniyse bedava satış yapan Tünel’deki "Alman Kitabevi"nden, Avusturyalı çavuş bozuntusu henüz "bin yıllık ebedi Reich" seferine çıkmadan önce almış.
Öyle, çünkü kronolojik olarak geriye dönersek, söz konusu atlasın yalnız müteveffa Çekoslovakya’yı değil, 1943 Stalingrad’ına, hatta 1944 Normandiya’sına dek, İngiltere, İsveç ve İsviçre dışındaki tüm Avrupa’yı yine "protektora" olarak gösteriyor olması gerekirdi.
Kaç yıl boyunca, ta Moskova varoşu önünden Atlas Okyanusu sahiline, bütün bir Yaşlı Kıta’da gamalı haç bayrağı dalgalanmamış mıydı?
Bu durumda da, eğer aynı döneme denk gelmiş olsaydı, omzuna o gamalı haçtan dövme yaptırtmış olan "ulusalcı" hanım yazar, şimdiki gibi alttan almak zorunda kalmazdı.
"Aslında bu ’Türklük simgesi’(!)" diye en kepaze yalancılıktan medet ummazdı.
Göğsünü gere gere, "Koçum, ne öyle yan bakıyorsun? Var mı diyeceğin, Führer Amcam’ın izinden gidiyorum" diye açık açık meydan okumak cesaretini gösterdi.
Ama Allah’tan, "Das Grosse Atlas" değişti de, "Akşam" gazetesinin "medar-ı iftiharı" hanım küstahlığı, gamalı haç dövmesiyle iftihar etmek raddesine vardıramıyor.
Zaten aslına bakarsanız, sırf Almanca harita değil, bütün haritalar değişti.
Çünkü, "artık yenisinden öğren" diye, ilkokul ikiye başladığım yıl babam bana bir de, aynı Faik Sabri Duran’ın bu defa son baskı "Büyük Atlas"ını da hediye etmişti.
Aslına bakarsanız da, gamalı haçın yerini orak çekicin alması; Polonya’nın batıya kayması; Almanya’nın küçülmesi ve tabii Çekoslovakya’nın tekrar bağımsız olması hariç, bu yeni atlas ne Avrupa’da, ne de diğer yerlerde fazla bir değişiklik yansıtıyordu.
Tamam, eskiden "Britanya Hint İmparatorluğu" diye gösterilen sahada şimdi iki ayrı devlet ve Felemenk Hintleri denilen yerde de Endonezya vardı ama ya gerisi!
Bilhassa Kara Kıta, yine "Garbi Fransız Sahrası", yine "Şarki İngiliz Afrikası", yine "Merkezi Belçika Kongosu" diye hep bildik isimlerle sıfatlandırılıyordu.
Fakat sonra, birden ne olduysa oldu ve ben ilkokul ikiden o ilkokulu bitirene kadar geçen kısacık zamanda, haritalar pıtrak gibi değişiverdi.
Sömürgecilik dönemi çok kısa bir sürede nihayete erdi ve tekrar o Afrika başta, Asya’sı, Okyanusya’sı, Orta Amerika’sı derken, dünyada yepyeni devletler peydahlanıverdi.
Öyle ki, "Das Grosse Atlas" veya das "küçükse" (!) atlas, yerli ya da yabancı hangisi olursa olsun, haritalar ofset makinesinin bir merdanesinin ucundan girip diğer merdanesinden çıkana dek, anında eskiyiverdiler. Demode ve kadük olmuş oldular.
HARİTASIZ YAŞAM
Zaten de babam bana bir daha yeni atlas almadı. Sonra, uzun, çok uzun bir müddet "atlas statükosu" oluştu. Kaba taslak diyelim ki, 1960’tan 1990’a kadar haritalar hemen hiç değişmedi.
Zaten de ben hep, o 1960’ların ortasında lise için alınmış Duran atlasını kullandım.
Ancak, 1989 Kasım’ında lánet "Duvar" bir yıkıldı, pir yıkıldı.
Bir kere Avrupa haritası öyle bir değişti ki Yaşlı Kıta, Ortaçağ’dan beri hiç olmadığı ölçüde çok sayıda devlet ve bayrakla donandı.
Kısır kadınların aniden dokuz doğurması gibi, amip usûlü çoğalıverdi.
Eh, "Duvar"a paralel olarak "Kötülükler İmparatorluğu" da çöktü ya, tabii bu defa da Asya ve Avrasya’nın sancıları tutuverdi. Onlar da yeni sınırlar ve yeni ülkeler yumurtladı.
Dolayısıyla da, benim lise atlası inanılmayacak kadar kısa bir süre içinde, tıpkı babamın "Tarih-i Umumi ve Atlas-ı Osmani"si veya "Das Grosse Atlas"ı gibi, ancak müzelik bir "antika" (!) değer kazanmış oldu.
Peki, şimdi hangisini mi kullanıyorum? Hiçbirini!
Darphane matbaasında para basmıyorum ya, her yeni atlas baskısına da yetişemem.
Sadece, internetteki harita sitelerine bir tıklıyorum ve keká, sabah taşmış hudut boyu nehrinin öğleden sonraki yatağı dahil, durmaksınız değişen bir dünyayı anında izliyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2008
TÜRKİYE, İsrail’le Suriye arasında arabuluculuk yapabilir mi? Kağıt üzerinde, evet! Neden yapamayacakmış ki?
Ama bunu söyledim diye, hezeyan raddesindeki iyimserliklere kapıldığım sanılmasın.
Çünkü baksanıza, daha ortada fol yok, yumurta yokken, mucize gerçekleşip Siyonist Devlet Golan tepelerini Şam’a iade ettiği takdirde, bunun "mimarı" addedileceği için, Başbakan Erdoğan’ın Nobel Barış Ödülü’yle mükafatlandırılacağı balonları uçuruluyor.
Fesuphanallah! Dereyi görmeden paçaları sıvamak diye işte tam buna denir.
Fakat yine de tekrarlıyorum, yukarıdaki ihtimal "teorik olarak" mevcuttur.
* * *
EVET mevcuttur, zira Tel-Aviv’le "stratejik ilişki" sürdüren yegáne Müslüman başkent Ankara’dır ve de malûm, Suriye bize hanidir "ilán-ı aşk" etmektedir.
Dolayısıyla da, Türkiye’nin "çöpçatanlık"a niyetlenmesi normal bir gelişmedir.
Nobel ödülü balonunu geçelim ama, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın elini taşın altına sokmak cesaretini göstermesi, son tahlilde ülkemiz açısından gayet olumlu bir atılımdır.
Kaldı ki, Türk diplomasisinin ınsiyatifi de gökten zembille inmemiştir.
En azından, hasım tarafların "hadi bir dene bakalım" onayından sonra başlatılmıştır.
Üstelik, o taş attık da kolumuz mu yoruldu ve n’apalım, tutmazsa, tutmaz!
* * *
ÖYLE, çünkü Ortadoğu’nun dünyadaki en çetrefil sorun olduğu zaten biliniyor.
Şu kadar yıldır şu kadar devletin elçiliği işe yaramamış. Milim ilerleme olmamış.
Bir defa da Ankara boşa kürek çekse, yani prestij mi yitirmiş sayılacağız? Asla!
Alt tarafı, üç ülke arasında "sessiz ve derinden" mekik dokuyan Başbakanlık Danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun uçak biletleri yanar ki, helál-i hak olsun.
Her halde, kaz gelebilecek yerden tavuk esirgeyecek kadar cimri bir millet değiliz.
* * *
ZATEN láf aramızda da, o "kaz" (!) daha şimdiden gelmeye başladı.
Nitekim, Şarki-Garbi; İslami-İsevi; Arabi-Musevi medyaya şöyle üstünkörü bir bakın.
Haberlerde, yorumlarda, değerlendirmelerde sırf Türkiye’nin adının "arabulucu" olarak geçiyor olması dahi, genel bütünün içinde bir "olumluluk hissiyatı" yaratıyor.
Ankara’daki "dini duyarlılık"tan iktidara rağmen, o Ankara’nın Müslüman ve Yahudi hasımlar arasında bir "barış elçisi" olması, diyelim ki bütün taraflarda sempati topluyor.
Başka bir deyişle, atılım başarıya ulaşmış veya ulaşmamış, bu açıdan pek fark etmez.
Ona Türkiye’nin öncülük etmesi hem ülkemizi diplomatik aktör kılıyor; hem de dünya kamuoyu nezdinde, aynı Türkiye’nin İslam coğrafyası içindeki farklılığını vurgulamış oluyor.
Fakaaat...
* * *
FAKATI şu ki, dediğim gibi, tüm bunlar ancak "teorik olarak" değerlendirilebilir.
İyimserlik de sadece ülkemizin "reklam"ı veya "PR"ı açısından geçerlidir.
İş "pratik"e, yani uzlaşma ihtimaline geldiği takdirde ise durum sonsuz farklıdır.
Hayale kapılmayalım, Tel-Aviv’in öne sürdüğü şartlar; Şam’ın sahip olduğu marjlar ve bilhassa da ABD’nin ısrar ettiği "şer ekseni" dayatmalar göz önüne alındığı takdirde, arabuluculuktan somut bir sonuç çıkmasını çok, ama gerçekten çok, çok zordur!
Bırakın dereyi görmeden paçaları sıvamayı, burada ayakların suya tam değmesi ve en azından Washington’daki seçimlere dek, mucizelere bel bağlanılmaması gerekmektedir.
O halde, ne mutlu ve ne álá, Türkiye’nin girişimi her bakımdan ülkemizin hayrınadır.
Oysa, yanılıyor olmayı bütün kalbimle temenni ediyorum ama, Ankara inisiyatifinin barışın hayrına da bir sonuç getirmesi "pratik olarak", ancak çok "teorik" bir ihtimaldir.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2008
BUGÜN 1 Mayıs ve kimine göre bahar, kimine göre de emek bayramı kutlanıyor. Biri diğerine engel değil, ben her ikisini birden sahipleniyorum.
Çünkü, hem baharı sonsuz seviyorum, hem de emeğe sonsuz saygı duyuyorum
Fakat buna rağmen, Taksim Meydanı restleşmesine ilişkin tek satır yazacak değilim.
Yeni bir tatava çıkmamasını temenni ediyorum, o kadar!
* * *
SONRA, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın "ayaklar baş olamaz" sözü hakkında da öyle uzun boylu yorum yapmayacağım.
Cümleyi tabii ki "dehşet verici" (!) buluyorum. Tabii ki reddediyorum.
Hele hele, Anglosaksonların "politically correct" diye tanımladığı şu "kitabına uygun konuşmak" çağında, böyle bir şeyin söylenebilmiş olmasına daha da çok şaşırıyorum.
Fakat bugün bahar iyimserliği var ya, o halde "şer"de "hayır" keşfetmeye çalışayım.
* * *
YANİ, yanlış manlış, eğer Erdoğan böyle bir saptama yapıyorsa, bu demektir ki, şimdiye dek "İslami cihet"i büyük ölçüde belirlemiş olan bir kompleks artık yıkılmaktadır.
Başka bir deyişle kendi "ben"ini "baş" addeden bir dışavurum, bundan böyle o "ben"ini "ayak"la özdeşleştiremez.
Dolayısıyla da, "iktisadi mağduriyet" ekseninde siyaset üretemez.
Eh, 1 Mayıs’taki "maná ve ehemmiyet"in son tahlilde "sınıf mücadelesi" üzerine oturduğu göz önüne alınırsa da, yukarıdaki olgu aslında çok önemli bir gelişmedir.
* * *
DAHA sonra, gerçekten inanılmayacak yüzsüzlük ve gerçekten inanılmayacak fodulluk, Türkiye’deki 1 Mayıs’a toz konduran diğer bir kepazeliğe de fazla değinmeyeceğim.
Zira düşününün ki, bütün dünyada ve bütün tarihte daima ve daima en-ter-nas-yo-nal kelimesiyle özdeşleşen o 1 Mayıs bir tek bizim ülkemizde "ulusalcı içerik" (!) kazanıyor.
Ergenekon irtibatlı "karanlıkçı maocular"dan "ordu göreve" pankartlı ajan-provokatörlere dek, her boy ve her soydan "ulusalcı" zevát, marşının adı dahi söz konusu ideolojiye tamamen zıt olan "uluslararası proletarya günü"nü sahiplenmeye yelteniyor.
Pes ki pes ama n’apim, ne halleri varsa görsünler!
* * *
ASLINA bakarsanız, ben bugün yalnız, "Kiraz Vakti" adlı Fransız şarkısını tercüme etmek istiyordum. O kadar! Başka hiçbir şey yazmayacaktım.
Çünkü, duyarlılığını zaten çok sevdiğim bu şarkı, ilk başta hiç ilgisi olmamasına rağmen giderek, önce 1871 Paris Komünü ayaklanmasıyla; ardından da 1 Mayıs kutlamalarıyla özdeşleşmiştir.
Nitekim, Fransızca konuşan ülkeler zaten bir yana; başka dillere uyarlandığı için diğer pek çok memlekette de, yürüyüş ve şenliklere hep "Kiraz Vakti" eşlik eder.
Bir nümayiş korteji, bir şölen pikniği, halk balosu yoktur ki, güftesi Jean - Paptiste Clement’e, bestesi de Antoine Renard’a ait olan şarkı akordeon eşliğinde söylenmesin.
İnsanın içi gider. Hem hüzünler, hem romantikalar, hem de iyimserlikler iner.
Zira buradaki kiraz metaforu kızıl bayrağın isyan rengini simgeleştirdiği ölçüde, bahardan yaza doğru ilerleyen mevsimin hayat sevincini de sembolize eder.
* * *
AMA tercüme edemedim. Zor geldi. Yalap şalap biçimde içine etmek de istemedim.
Dolayısıyla, 1 Mayıs’ın "maná ve ehemmiyet"ine rağmen, hem baharın sevinç, hem de emeğin özgürlük rengiyle bütünleşen o cánım kirazı bugün size tattıramayacağım.
Olsun, kiraz henüz turfanda ve de sevinç ve özgürlük her 1 Mayıs ufukta!
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2008
SEKSENLİ yıllarla birlikte dünya siyasetbilim lûgatine iki yeni deyim girdi. Bunlardan birincisini, Batı dillerinde mecázi doğrultudaki kullanılan ve "zenci" anlamına gelen "negre - negro" kelimesi oluşturuyor. "Sherpa" yazılıp "şerpa" okunan ikincisi ise táa Nepali lisana uzanıyor. Himalaya Dağlarındaki usta rehberleri tanımlayan yerel sözcükten kaynaklanıyor.
* * *
BU son deyim, yani "şerpa", daima geri planda kalan "akıldáne"ler için kullanılır. Onun görevi liderlere danışmanlık yapmaktır. Zaten de bunun için "rehber" denilir. Ve, "şerpa"nın bilgi birikimi, zeká kıvraklığı ve deney refleksi vasatı kat be kat aşar. Zira, gelişmeleri çok iyi izleyerek "müşteri"sini her konuda uyarmakla yükümlüdür.
Nitekim, örneğin, liderin basın toplantısında kürsüye değil ilk izleyici sıralarına oturur. Ama zor soru geleceğini sezdiği an, çabucak yazdığı iki kelimeyi "patron"un önüne bırakır.
Veya, o "patron"dan başka kimsenin ruhunun bile duymayacağı, gizli temasa oturur. "Şerpa", dağa tırmananlara yol gösteren ve onların sırt çantasını taşıyan bir rehberdir.
* * *
"NEGRE", yani "zenci" de daima geride kalır. Fakat, o daha ziyade bir "yazıcı"dır.
Zaten de bu deyim siyasetten önce edebiyata uzanır. Meşhur edipler için cüz cüz cilt üreten, ama "efendi"nin (!) imzasını kullanan ikinci sınıf muharrirlere hanidir "zenci" denilir. Fabrikasyon yazılan "istasyon edebiyatı"nda çoğu defa "negre" esir kullanılır.
Fakat, "siyasi zenciler" bu "ededi zenciler"e fark atar. Onları parmağında sallar. Çünkü, tıpkı "şerpa" rehberler gibi, yazıcı "negre"lerin de bilgi birikiminde, zeká seviyesinde ve kalem kıvraklığında çok yüksek bir grado tutturmuş olmaları gerekir.
Zaten, aynı "şerpa"lar çoğu defa "zenci" işlevini de üstlenir. İkisi tamamlayıcıdır.
"Zenci"lerin temel görevi, devlet, iktidar, muhalefet her neyse, hizmetinde oldukları kurumların lider ve yöneticileri için, onlar adına nutuk, hitáp, açıklama kaleme almaktır.
Yani, leb demeden leblebiyi anlayacak kadar feráset sahibi olan "negre"ler, "efendi" nin söylemek istediklerini; daha ötesi, zamana ve mekána uygun olarak söylemesi gerekenleri eli yüzü düzgün biçimde kağıda yazıp, armut piş, ağzıma düş misáli onun önüne koyarlar.
Tabii, aynı "efendi" de metne retorik ustalık ve pathos duyarlılık katıp kalabalıkların, kameraların, mikrofonların önünde nutkunu söyledi miydi, bütün alkışları toplayıverir.
* * *
ANCAK, bazen gün gelir ve "şerpa" da, "zenci" de "efendi"yi boy boy aşarlar.
Enfes bir nutuk kaleme alırlar ve hizmetinde oldukları "patron"un önüne bırakırlar. Bu "patron" ise, örneğin ne kokar, ne bulaşır bürokratlığından ötürü hakkında hiçbir şey bilinmeyen, fakat hasbelkader en yüksek yargı makamının başına gelmiş bir şahıs olabilir.
Ve de siz onu ilk kez, söz konusu nutuk vasıtasıyla tanırsınız. Demokratlığı, sivilliği, laikliği ve özgürlükçülüğü karşısında "hurra" diye haykırırsınız. Sevinçten uçarsınız
Ama nereden tahmin edebilirsiniz ki, hazret belki "zenci"nin eline tutuşturduğu metne daha önce göz atmak zahmetine bile katlanmadan, kağıdı kürsüde okumakla yetinmiştir. Nasıl bilebilirsiniz, kendi fikirleri aslında "şerpa" dikte ettikleriyle tamamen zıttır.
Tá ki, yine hasbelkader, o "efendi" bu da defa devletin en üst makamına çıkar! Vehbi’nin kerrákesi düşüverir ve Çankaya’nın ışıkları "tasarruf" (!) diye kararıverir.
* * *
AH akıl kumkuması "zenci" ah; ah kıvrak zeká "şerpa" ah, gördünüz mü ettiğinizi?
İşte geçmişte sizlerin tongasına bastım ve o zehir zıkkım sütle ağzımı yaktım. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın Haşim Kılıç’ın son konuşmasındaki hemen her söze tamamen katılsam dahi, çaresiz, artık yoğurdu üfleyerek yiyorum.
Yazının Devamını Oku