1 Haziran 2008
Eh anladık adı eşek ama, erimez karların arasında taze ot bulmak sevdasına kapılıp ve sıpasını yanına katıp anıra anıra buzul çağı Avrupa’larına çıkacak kadar da "eşek" değil! Kara kıtada kaldı ve neden sonradır ki, insanoğlu tarafından uzak çayırlara güdüldü. Üstelik, geçtim Kadim Mısırlıların beş bin yıl önce evcilleştirdiği eşeği, söz konusu Afrika başka birileri için de başka bir anavatan değil midir?
Hayır, eşeklik raddesinde işin tadını kaçıracak değilim. Yani, iki pazardır yaptığım gibi, "üçüncü eşeknáme"de de láfı yine ağzımda gevelemeye kalkışamayacağım.
Bu defa konuya balıklama dalıyorum ve neden merkeplere dair yazmak ihtiyacı hissettiğimi hemen açıklıyorum.
Ancak, esas püf noktasına gelebilmek için yine de biraz ayrıntıya girmem gerekecek.
Efendim, geçen pazar kısaca sözünü ettiğim gibi, Kahire’nin 450 km güneyinde gerçekleştirilen bir kazıda arkeologlar, kolektif mezarda yatan otuz-kırk civarında eşek iskeleti bulmuş.
Hani bilgiç lügatte "nekropol" denilen toplu mezarlar vardır ya, işte onlardan birisinde ve insan mumyalarıyla birlikte, nalları dikmiş vaziyette nöbet bekliyorlarmış.
Tabii, Kadim Mısır ádetleri uyarınca bu dört ayaklıların o mumyalı efendilere ait olduğu tahmin ediliyor.
Anlaşılan, söz konusu efendiler Hakk’ın; pardon pardon, ölüm tanrısı Sokaris’in demek istemiştim; işte onun rahmetine kavuşunca, merhum sahipleri öbür tarafta da, burada alıştıkları anırtıdan mahrum kalmasınlar diye, hayvancıkların kellesi kopsi kefali yapılmış.
Dolayısıyla da, yine bilgiç lügatte "ejiptolog" denilen Eski Mısır uzmanları, aynı "nekropol"deki insan mumyalarının piramit türü dev yapıların inşasına katılmış kalfalardan, ustalardan, marangozlardan, hatta belki mimarlardan oluştuğunu tahmin ediliyorlar.
MERHAMETSİZ EFENDİLER
Nitekim, toplu mezardaki dört ayaklıların gövde anatomisi itilip kakılmaktan; küfe taşımaktan; yük çekmekten öylesine ağır deformasyonlara uğramış ki, bütün bu sakatlıklarla aslında merhametsiz efendilerin mesleği doğrulanmış oluyor. Artı, karakaçanların çok ağır işlerde ve çok zor şartlarda çalıştırıldığına delil sayılıyor.
Zaten ortada, eğer bir nebzecik kıymeti bilinseydi, o paha biçilmez kediler, köpekler, çakallar gibi binbir itinayla mumyalanır ve de mezara kefensiz, semersiz bırakılmazdı.
Şüphe yok, demek biçare eşekçiğin nalı daha Firavunlar zamanında dama atılmıştı.
Neyse, şimdi son bir rahmet işine gelelim ve bu tatsız mezar defterini kapatalım.
Ancak, söz konusu Mısırlılar sonsuz sayıda iláha tapındığından ve benim beş paralık "ejiptoloji" dağarcığım da bunlardan hangisinin "eşek tanrısı" olduğunu bilmeye yetmediğinden, nekropoldeki zavallıcıklar için kimden mağfiret dileyeceğimi kestiremiyorum.
Her kimse, işte ondan diliyorum ve nokta!
Bu arada, söz konusu eşeklerin yaşını saptamak için karbon testi de yapılmış.
Tabii, küçük ve sevimli sıpacıkların ana rahminden çıkıp o anadan ilk sütü emdikleri kesin tarih saptanamıyor. Ama, aşağı yukarı beş bin yıl önce yaşadıkları anlaşılmış.
Dolayısıyla da, "atgiller" familyasına mensup "ádi hayvan"ın (!) en az o tarihten beri ehlileştirilmiş olduğu kesinlik kazanmış.
Aslına bakarsanız da, bunda şaşılacak hiçbir şey yok!
Yok, çünkü daha birinci sınıf tarih kitaplarından itibaren ilk yerleşik uygarlıkların ve ilk tarım toplumlarının Nil-Dicle-Fırat eksenli coğrafyada doğduklarını öğrenmedik mi?
Sonraki bütün araştırmalar da hep aynı hipotezi doğrulamadı mı?
O halde, onların mensuplarının da, son tahlilde bir yük ve çalışma hayvanı olan eşeği ehlileştirmesi kadar normal ve sıradan bir şey düşünülebilir mi?
İlk merkebin üzerine her halde ne Grekler, ne Vikingler, ne de Keltler bindi!
Onların diyarına çok, çok sonraları ulaştı.
Hatta çok muhtemelen, İskandinavlar ilk eşeği hayvanat bahçesinde gördü.
Nitekim, İsa’nın merkebi dahil Ortadoğu çıkışlı ve Akdeniz havzalı bütün dinlerde ve efsanelerde bu hayvanın adı sayısız defa geçer.
ANAVATANI AFRİKA
Ama Avrupa’da, Cervantes romanındaki Sanço Pança’nın bindiği ve İspanya’ya yine Araplar tarafından getirilmiş "Bozoğlan"dan; hadi bilemediniz, son dönem Ortaçağ filozofu Buridanus’un paradoksal eşeğinden öncesine hemen hiç rastlanmaz. Zaten nasıl rastlansın ki?
Afrika zebrasıyla ilişkisi olduğuna ve bütün anatomisi sıcak-yarı sıcak iklim özellikleri yansıttığına göre hayvancağızın tabii ki kemiklerini ısıtmaya ihtiyacı vardı.
Eh anladık adı eşek ama, erimez karların arasında taze ot bulmak sevdasına kapılıp ve sıpasını yanına katıp anıra anıra buzul çağı Avrupa’larına çıkacak kadar da "eşek" değil!
Kara kıtada kaldı ve neden sonradır ki, insanoğlu tarafından uzak çayırlara güdüldü. Üstelik, geçtim Kadim Mısırlıların beş bin yıl önce evcilleştirdiği eşeği, söz konusu Afrika başka birileri için de başka bir a-n-a-v-a-t-a-n değil midir?
Yani, bizzat o eşeği ehlileştirmiş o i-n-s-a-n-o-ğ-l-u’nun da doğduğu yer değil midir?
Başka bir deyişle, "hazret-i maymun"un ilk kez iki ayağı üzerinde şöyle yarım aksak doğrulup, "hazret-i Adem"e doğru baktığı ufkun kıtası değil midir?
Biliyorum, biliyorum, buradan itibaren çok çetrefil ve çok hassas konulara değinmek rizikosu devreye giriyor.
Hatta aslına bakarsanız, yukarıdaki tek cümleyle o rizikoyu baştan kabullenmiş oldum.
Ama zaten, her üç "eşeknáme"yi de satırları buraya getirmek için yazdım.
Ancak dediğim gibi, sorun hayvanı kimin, nasıl, niçin ehlileştirdiği meselesiyle asla karşılaştırılamayacak ölçüde netámeli olduğundan ve bunu enine boyuna işlemek de mutlaka bir "insannáme" gerektirdiğinden, devamını gelecek pazara bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2008
FRANSA işi artık komikliğe; komiklik ne kelime, resmen maskaralığa vardırdı. Şöyle ki, Ankara adı zikredilmese dahi, Türkiye’nin Brüksel yoluna taş koymak için ö-z-e-l olarak hazırlanan yasa değişikliği önceki gece Millet Meclisi tarafından onaylandı. Buna göre, nüfusu toplam AB nüfusunun yüzde beşinden fazla olan bir aday ülkenin Topluluk’a katılabilmesi için o Fransa’da referandum düzenlenmesi gerekecek. Fesüpanallah!
* * *
TOPU topu yetmiş parlementerin katıldığı oylama yangından mal kaçırır gibi ve sabaha doğru gerçekleştiğinden, dün ben bu satırları yazarken ortada henüz tepki yoktu. Ama bugünden itibaren, en resmi Brüksel organlarından en ciddi Avrupa medyalarına, yukarıdaki Fransevi küstahlığa nasıl papara yağdırılacağını hep beraber göreceğiz.
Zaten bunu bildiği içindir ki de, Paris hükümeti daha baştan tevil üstüne tevile yeltendi. Eh yalandan kim ölmüş, söz konusu "yüzde beş oranı"nın sırf Türkiye’yi değil Ukrayna, Rusya, hátta Cezayir ve Fas (!) gibi ülkeleri de kapsadığı öne sürmeye kalkıştı. Aman mösyöler, bari Brezilya’yı, Filipin’i, Meksika’yı falan da katın ki tam inanalım!
* * *
BURADA, ne Fransa’nın sergilediği köhne ve demode devlet görünümüne; ne de yasanın pratiğe geçebilmesi için zorunlu olan sürecin muallaklığına uzun uzun değineceğim. Zira, son tahlilde tüm bunlar birer "teferruat"tır. Orman bütünü içindeki tekil ağaçtır.
Kabul, baş ağrıtan, heves kıran, illállah dedirten gelişmelerdir ama, yine de teferruattır. Yani, Aix bölgesi köylülerinin Antalya mandalinasıyla veya Paris banliyösü işçilerinin Bursa otomobiliyle rekabet korkuları, dış kapının mandalından sonra gelir. Esámesi okunmaz.
Çünkü, bırakın Fransız milli bencilliğini Türkiye’nin üyeliği konusu bizzat Avrupa’nın dahi boyunu aşan ve dünya karar odaklarını devreye sokan s-t-r-a-t-e-j-i-k bir sorundur! Kaldı ki Sarkozy bugün var, yarın yok! Biz Brüksel’le varana dek, kim öle, kim kala!
Olmadı, ağzına bir parmak bal çalarak "senden elli tane ’Rafale’ uçağı alacağım ve yeni nükleer santral ihalesi vereceğim" dersin, normal bir rüşvetle bu handikapı da atlarsın.
Fakat bütün bunlar, "olmazsa olmaz" nitelik taşıyan tek bir şartla mümkündür:
O da, Ankara’nın her "teferruat"ın yarattığı ve daha çok yaratacağı engellere ancak ayrıntı değeri biçerek, bütün iradesi, dirayeti ve azmiyle Topluluk’un "öz"üne yönelmesidir!
* * *
OYSA, perşembe günü değindiğim gibi, AKP hükümeti bu azimárlığı artık boşluyor. Hem dışarıda, hem de içeride boşluyor. Hariçte palamarı, dahilde halatı gevşetiyor. Dışarıda, diplomatik ve politik merceği tamamen AB’ye odaklamadığı için gevşetiyor.
Ama çok daha önemlisi, üyelik müzakereleri öncesinin aksine, bugün varılan aşamada dış faktörler artık ancak iç dinamik sayesinde harekete geçebileceği halde, demokratikleşmek, özgürleşmek, hukukileşmek gibi yine "olmassa olmaz" nitelik taşıyan süreci tavsatıyor. Üstelik, "kapatma" (!) iddianamesinin ortaya koyduğu gibi, herkesten ve her şeyden önce bizzat kendi varlığı bunu zorunlu kıldığı halde, hálá işin ciddiyetini kavramıyor.
AKP stratejik insiyatif almak cesaretini gösteremiyor ve iradesi dışındaki olayların akışına göre, Ankara’da da, Brüksel’de de günübirlik siyaset taktikleri üretmekle yetiniyor.
* * *
BU vahim ve ciddi gelişme ise Başbakan Erdoğan’ın ara sıra yaptığı gibi, yukarıdaki "teferruat"ın yarattığı ve daha da yaratacağı hayal kırıklıklarına bağlanamaz. Açıklanamaz. Türkiye’nin böyle bir lüksü yoktur. Tekil ağaca bakarak orman bütününü ıskalayamaz. O Türkiye ki, Fransa’yı yangından mal kaçırır ve tevil üstüne teville, gece yarısı yasa çıkartmak maskaralığına zorlayacak kadar önemli bir ülkedir.
Ve böyle bir ülkenin azmi de, iradesi de, dirayeti de, hevesi de "teferruat"la kırılmaz.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2008
DÜN ve önceki gün, AKP iktidarının Ortadoğu politikalarından övgüyle söz ettim. <br><br>Sessiz ve derinden bir diplomasi sayesinde kazanılan başarıları tüm dünya alkışlarken, bir tek Türk medyasının bunları görmezden gelmesini ise "hafiflik" olarak niteledim.
Ancak, Avrupa konusunda aynı şeyi söyleyemem mümkün değildir!
Aksine, "AB palamarını gevşettiği" için Erdoğan hükümetini eleştirmek gerekiyor.
* * *
ÇÜNKÜ en önce, Ortadoğu "açılımı" son tahlilde Türkiye için ikincildir.
Tálidir.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2008
YİRMİ küsur yıl önce, Tûba ve Cengiz’le (Çandar) birlikte Kudüs’teydik. Mescid-i Aksa’yı tavaf ediyorduk ki, Türkçemizi duyan mihmandar yanımıza geldi.
Yine Türkçe, restorasyonun "hamiyetli Sultan Reşat zekátı" olduğunu söyledi.
Zaten, Kutsal Şehrin surları da daha eski bir "hamiyetli Sultan Kánuni zekátı"dır.
Hep kaldığım "neo-Osmanlı" tarz "American Colony" oteli ise mutasarrıf konağıdır.
Artı, bugünkü Filistin - İsrail sathını dahi Devlet-i Áli’mizin tapu kayıtları belirler.
***
BUNU geçelim, daha öncesinde veya ertesinde miydi şimdi tam hatırlamıyorum ama, Bekáa Vadisi’nde kan ter içinde kaldıktan sonra Lübnan’dan tekrar Suriye’ye dönmüştüm.
İç çamaşırı değiştirebilmek için de Şam-ı Şerif işportasında pazarlık yapıyordum.
Bitişiğimde duran çok yaşlı bir hanımefendi en hális İstanbul ağzıyla, "bey evládım, bu tapon malların yerine neden vatanımızdaki álásından almıyorsun" diye soruverdi.
Yasaklı yüzkırkdokuzluklardan bir ailenin kızı olan Şehbender Hanım’ın elini öptüm.
Ardından da, zaten adı üstünde, bu kez o Şam-ı Şerif’e bir "hamiyetli Sultan zekátı" olan "Hamidiye Çarşısı"nda, Tehcir’den arta kalmış Ermeni esnafla koyu sohbetlere daldım.
Ve, daha çok hikayeyle süsleyebileceğim yukarıdaki örnekleri şundan dolayı anlattım.
***
ÇÜNKÜ, dün belirttiğim gibi, başta İsrail ve Suriye’yi görüşmeye oturtabilmek, AKP iktidarı Ortadoğu’ya yönelik olarak çok başarılı bir sesssiz ve derinden diplomasi uyguluyor.
Artı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yeni Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın yemin töreni için Beyrut’a özel olarak çağrılması, bunun artık Sedir Ülkesi’ni de; háttá, şimdilik kasten sessiz geçiliyor olsa bile, Filistin’i dahi kapsadığını ortaya koyuyor.
Yani, Türk hükümetinin ketûm ve usta girişimleri sayesindedir ki, "El Müstakbel" gazetesi başyazarı Mişel Naufal’ın dün yaptığı benzetmeyle, tekrar "Osmanlılar dönüyor". Tabiatıyla da, bu "dönüş" çok geniş jeo-stratejik perspektifleri beraberinde getiriyor.
***
SÖZ konusu perspektifleri, Başbakan’ın Beyrut gezisine katılan Enis Berberoğlu’nun dünkü "Hürriyet"te yer alan şu değerlendirmesinden yola çıkarak irdeleyebiliriz:
"Ankara, Ortadoğu’da oluşan iki ayrı eksene karşı bayrak gösterdi. İran - Suriye ve rakip Mısır - Suudi Arabistan ittifaklarına karşı / yanı sıra yeni bir seçenek yarattı."
Evet, aynen öyle! Tabii bunu dama çıkıp bağırmanın alemi yok ama, yine de öyle! Ve, ecdádımızı sahiplenip buna dobra dobra "Osmanlı seçeneği" dememiz gerekiyor.
***
EVET "Osmanlı seçeneği" dememiz gerekiyor, çünkü "ulusalcı" cihet görmemişin oğlu nankörlüğüyle kendi öz tarihi reddediyor ve cinnet raddesini artık "Şerefsiz Osmanlıya Dönüş" başlığıyla kitap yazmak cüretkálığına vardırıyor ama, kazın ayağı öyle değil!
Unutmayalım ki, 20. Yüzyıl başında gelişen Arap milliyetçiliğine rağmen yukarıdaki emperyal mirasımız o Arap kolektif hafızasından silinmiş değildir. Beyinlere nakşolmuştur.
Zira bir; bölge sosyolojisi Dersaadet’in din eksenli "millet" kavramıyla uyuşmuştur.
İki, çoğunluktaki Sünni kitleler Şii Farsilere karşı yine Sünni Osmanlıları yeğlemiştir.
Nihayet üç, aynı Arap kitlelerin İmparatorluk bünyesini terkettikten sonra yaşadığı hem "modern", hem de "geleneksel" tecrübeler tamamen başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
***
VE işte tüm bunlar da, Müslüman ama laik; Doğu’da ama Batılı; Sünni ama demokrat; İslam ama modern; her halükárda da "hamiyetli sultan" mirasçısı Cumhuriyet Türkiye’sini, Berberoğlu’nun deyimiyle bir "üçüncü seçenek"; en azından bir "cazibe merkezi" kılıyor.
O halde, evet "Osmanlılar dönüyor", zira durağan beyinlere rağmen dünya dönüyor.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2008
"ADAM olacak çocuk kakasından anlaşılır" diyerek kendime paye biçecek değilim. Ama yine de şu kesin ki, haniyse beşikten itibaren dünya olaylarına pek meraklıydım.
Nitekim, bacak kadar olduğum o "radyo günleri"nde ebeveynlerimin "düşeceksin" ihtarına aldırmaz ve boyum yetmediği için, aparatın düğmesini sehpa üzerinde çevirirdim.
Lambalarının ısınmasını sabırsızlıkla bekler ve "ajans saati"ne can kulağı kesilirdim.
Zaten de, BM Genel Sekreteri Dag Hammarskjöld’ün Kongo’da şaibeli uçak kazasına kurban gitmesinden, ABD’nin Kastro’yu devirmek amacıyla Küba’da "Domuzlar Körfezi" çıkarması düzenlemesine, sayısız ve sayısız olay bugün dahi hafızama nakşedilmiştir.
Türkiye dış politikasına ilişkin gelişmeleri ise, Doktor Küçük’lü Kıbrıs pazarlığından Hariciye Vekili ve 27 Mayıs maktûlu Fatin Rüştü’nün Bonn gezisine dek, ezbere sayabilirim.
Gazeteci olduysam, her halde yukarıdaki merak kumkumalığımın bunda payı vardır.
* * *
AMA hadi diyelim ki, ben dış politika olaylarıyla haddinden fazla ilgileniyordum.
Fakat aslına bakarsanız, Türkiye’nin "sokaktaki adam"ı da dünyayı cidden izliyordu.
Zira, o vakit medya olmayan ve topu topu üç beş gazeteyi ve tek bir devlet radyosunu kapsayan haber araçları, yurt dışındaki siyasete bugünden çok daha fazla yer ayırıyorlardı.
Orana vurulduğu takdirde, direkt olarak Ankara’ya değinmeyen bu tür dış gelişmeler hácim, sunum ve öncelik itibarıyla, şimdikiyle kıyaslanmaz ölçüde ilk plana çıkartılıyorlardı.
Yukarıdaki çelişkiyi tam açıklayamıyorum.
Çünkü o Türkiye şimdikiyle kıyaslanmaz ölçüde "kuru" olduğundan, belki de yayın organları "su"yu dünyada arıyorlardı.
Ülkemizdeki olmayan renkleri ve tonları dışarıdan içeriye yansıtıyorlardı.
Fakat belki de, genel haber kaynakları çok kıt olduğundan, armut piş, ağzıma düş misáli, sayfayı ve mikrofonu uluslararası ajans teleksleriyle doldurmak daha kolaya geliyordu.
* * *
OYSA, artık evrensel konuma ulaşmasına ve altyapı ve kadro itibariyle de zirvelerde dolaşmasına rağmen, bugünkü Türkiye medyası "genel uluslararası politika"yı es geçiyor.
O politikalar için ya sayfada, ekranda, mikrofonda diş kovuğuna kaçmayacak ölçüde parantez açılıyor; ya da her olay iteklenip ve çekiştirilip, magazin boyutuyla öne çıkartılıyor.
Dolayısıyla da, kokain taciri gerilla şefinin ölümü ertesindeki gelişmeleri izlemek için Kolombiya’ya TV ekibi gitmiyor. Zimbabveli yoksulların Güney Afrika’da uğradığı mezálimin kökenini incelemek için ise, Maocu yamyamım hükmettiği Harare’ye muhabir gönderilmiyor.
Hadi, bunları zaten hayal bile etmemeyeyim ama aşağıdaki faciaya ne kulp takılır?
* * *
O da şu ki, Ankara arabuluculuğuyla başlatılan ve ülkemizde sürmekte olan Suriye - İsrail görüşmeleri tüm dünyada haniyse manşete çıktı ve çıkıyor. Tek bir ülke hariç: Türkiye!
Evet evet, tek tük istisnalar bir yana, girişimin öncüsü, mimarı ve mekánı olan o Türkiye’de medya bu çok ciddi ve önemli olayı dış kapının mandalından sonra ele alıyor.
Oysa, sessiz ve derinden çalışan AKP diplomasisinin Şam’la Tel Aviv arasında; artı, susulan Lübnan dahil, Ortadoğu sorununda devreye girmesi gerçekten de başarı oluşturuyor.
En azından, Ankara dosta ve düşmana karşı "ağırlıklı başkent" imajını yansıtıyor.
Halbuki, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeyen "muhalif medya" eğer böyle ciddi bir başarıyı kasten es geçiyorsa, o halde "yandaş medya"nın "şişirmesi" gerekmez mi?
Ne gezer! Zahir bu cihette hüküm süren "Yahudi takıntısı" oranın da sesini kısıyor.
Yani, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilen hükümetin inisiyatifi tüm dünyada Türkiye’nin kazanç hanesine yazılıyor; fakat bir tek aynı Türkiye’de kamuoyu bunu ıskalamış oluyor.
Ve heyhat, bırakın uluslararası dış politikayı, kendi dış politikasını bile hakkıyla yansıtmayan bir medya, o "harici ağırlıklı" Türkiye’yi iç bünyedede "hafifmeşrep" kılıyor.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2008
Zavallı eşekler muazzam eziyet çekmiş.Kimi sakar aksak topallarmış; kimi bel fıtığı acısı çekermiş; kimi de nal yarası sancısından anırırmış. Farkındayım, geçen pazar láfı kasten yuvarlamış ve yazının sonunu getirmeyerek devamı bu haftaya sarkıtmıştım ya, siz de o günden beri mutlaka meraktan çatlıyorsunuzdur.
Elimle koymuş gibi biliyorum ki, "Eşek inadı zaten malum bu adam şimdi de eşeklik raddesini neden "eşekname" yazmaya vardırdı? Dilinin aklındaki baklayı; daha doğrusu torbasının içindeki arpayı nasıl çıkartacak" diye söylenip duruyorsunuz.
O halde, sen sağ, ben selámet, işte gerekçesini derhal açıklıyorum.
Efendim, malûm, Kadim Mısır uygarlığını daha da çok bilmek ve öğrenmek için, yerlisi ve yabancısıyla orada hanidir ve hiç durmadan arkeolojik kazılar yapılıyor. İşte bunlardan birisinde de yirmi-otuz tane eşek iskeleti bulunmuş.
Kahire’nin 450 km güneyindeki bir kolektif mezarlıkta, "zoo-arkeolog" denilen hayvan uzmanları devreye girmişler. Kemiklerin yaşını saptamak için hemen karbon testi yapmışlar ve yaklaşık beş bin yıl önce yaşamış olduklarına karar vermişler. Artı, yine aynı uzmanlara göre, zavallıcıklar muazzam eziyet çekmiş. Eh buna can mı dayanır, sırtlarında kırbaç ve kıçlarında değnek, biçare eşekler muhtemelen piramitlerin veya onların benzerlerinin inşasında çalıştırılmış olduğu için, hemen hepsinin vücut anatomileri deformasyona uğramışmış.
Ne bileyim, yaşadıkları dönemde kimi sakar aksak topallarmış; kimi bel fıtığı acısı çekermiş; kimi de nal yarası sancısından anırırmış. Her halükárda da sonuç şuymuş ki, eşek en az yarım bin yıl önce evcilleştirilmiştir ve de yular takıldığı andan itibaren en ağır işlere koşulmuştur. Bunun ilk gerçekleştiği coğrafya ise Afrika-Ortaoğu eksenlidir.
MERZİFON SIPASI
Biliyorum, burun kıvırıp "Ee, bunda ne var" diyeceksiniz. "Her şey bitti, şimdi bir de bilgiç lisánda "ejiptolog" denilen Mısır tarihçiliğine mi hevesleniyorsun? Doğrusu, bir o kusur kaldıydı!" diye ünlem işareti koyacaksınız.
Sonra da muhtemelen, "Paşam paşam, sende aniden zuhur eden şu eşek aşkı gerçekten böyle hád bir seviyeye mi vardı ki, geçen hafta gecekondu mezbahalarındaki sucuk malzemesine ağladığın yetmezmiş gibi, şimdi işi artık firavunlar zamanındaki merkeplerin çektiği ezá ve cefáya vardırdın" diye ekleyeceksiniz.
Hatta belki de çizmeyi, daha doğrusu semeri aşarak, "Efendi, madem şu dört ayaklıyı bu kadar seviyorsun, bari Kleopatra’yı baştan çıkartmak için ona bir Merzifon sıpası hediye etseydin. Metresine göstermiş olduğun bu inanılmaz küstahlıktan dolayı Sezar da senin postunu o sıpanın üzerine eyer diye öyle bir güzel seriverirdi ki, biz de senin zırvalarını dinlemekten kurtulmuş olurduk" diyerek, şahsıma ve eşeğe karşı beslemekte olduğunuz hüsnüniyetsizlik duyguları açık açık dile getirmekten çekinmeyeceksiniz.
Allah rızası için, bu kötü niyetiniz karşısında ben şimdi size ne diyeyim?
Hangi cevabı vereyim?
Vaar, vaar, aslında benim Tophane dağarcığımda lafı sizin ağzınıza tıkayacak ve taşı gediğine oturtacak bir değil bir cevap var ama biliyorum ki, bu takdirde altında kalkamayacaksınız. Kalkamazsınız.
Dolayısıyla da, mat edilmiş olmanın öfke ve çaresizliğiyle hazımsız davranacaksınız. "Eşek" kelimesini mutlaka iki veya üç "ş"yle vurgulamak ihtiyacını hissederek, pervasızlık derecenizi, benim bütün cennet mekán ecdádımı da "atgiller" familyasının "uzun kulaklılar" kategorisine katmaya vardıracaksınız.
O BİÇARE EŞEKLER
Evet vız gelir, çünkü aile şeceremi maymundan sonra iki ayakları üzerine ilk dikilen o "homo erectus" insanına kadar çıkartamam.
Ancak Fatih Nüfus İdaresi Hacıüveys Mahallesi arşivleri ortada. Benim gibi bütün ecdádımın da yedi kuşaktır, ayaklarımızdan dördünü değil yalnız o ikisi kullandığı ve de onların üzerinde ustaca yürüdüğü, defterlerde ispatlıdır.
O halde, iyisi mi, hakaretámiz sözlerinize rağmen büyüklük bende kalsın.
Eeee? "Eee’si şu, eşek sevgimi hákir görerek ve küçümseyerek araya laf sıkıştırdınız. Üstelik de haddinizi bilmeyerek, familyam dahil bendenizi, aşağılamak gafletine düştüğünüz o eşekle bütünleştirmek çağrışımını yaptınız.
Ben de altında kalmayınca işte ipin ucu kaçtı ve yazı bitmedi. Oysa burada, Mısır’daki arkeolojik mezarın Afrika eşekleriyle, Avrupa’daki yine son arkeolojik kazılarda bulunan o ilk iki ayaklı "homo erectus" insanlar arasında ilişki kuracaktım. Çaresiz, bunu anlatmak da gelecek pazarki "üçüncü eşekname"ye kaldı.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2008
GARİP ki garip; tuhaf ki tuhaf; acaip ki acaip! Vakıf mı, dernek mi, örgüt mü her ne haltsa, bizde "atmışsekizliler" sözcüğünü kullanan bir ahbap çavuşu kurumu var. Bazen çarşaf çarşaf "ulusalcı" bildiri yayınlıyorlar.
"Laikçi" fetvá buyuruyorlar.
Bazen de, "statüko zaptiyesi olarak nasıl dipçik indirmeliyiz" diye kurs veriyorlar.
* * *
OYSA, o "atmışsekiz"i bizimle asla kıyaslanmayacak oranda yoğun ve derin yaşamış olan ülkelerde böyle şeylerin adı dahi telaffuz edilmez. Kurumlaşmak "ási" (!) kitaba uymaz.
Zira, "Mayıs isyanı" tamamen "anti-statüko" ve "anti-otorite" bir eksen çizmiştir.
Dolayısıyla da, onu "resmileştirmek" (!) bir zûl oluşturur.
Yüz seksen derece çelişir.
Ama siz şu Allah’ın işine bakın ki, kırk yıl önceki aynı Mayıs’ta tüm değerleri ters yüz eden ve isyanı tamamen "karşı devrimci" kılan bir Türkiye’de açıkgözler peydahlanıyor.
Kelime fetişizmi sayesinde sıfatı gaspettikleri yetmiyormuş gibi, bir de ev-ren-sel "atmışsekiz"in bütün talep, değer ve ütopyalarını iğfal ediyorlar. Irzına geçiyorlar.
* * *
FAKAT aslına bakarsanız, çok fazla da haksızlık etmemem gerekiyor.
Çünkü, sırtlarına cırtlak bir "atmışsekizli" yaftası yapıştıran ve "ulusalcı" kesimin en "statüko zaptiyesi" cenáhına yamanan bu muhteremler öz itibariyle gerçeği temsil ediyorlar.
Kırk yıl önceki Türkiye Mayısı’nın aynasını tutuyorlar.
Merteği gözümüze sokuyorlar.
Ve o bizim "alaturka atmışsekiz"in, Batı toplumlarının kendilerini sorguladığı; daha doğrusu, sorgulamak için uyarıcı bir işlev verdiği "evrensel atmışsekiz"le asla ilgisi yoktur.
* * *
YOKTUR ve hadi ellili yılların "vatandaş Türkçe konuş" ırkçılığına çıkmayayım.
Ancak her halükarda, sonsuz istisnai durumlar hariç, ülkemizdeki "gençlik hareketi" en baştan itibaren "statüko yandaşı" bir eksende gelişmiştir. Hep şoven temele oturmuştur.
1960 Nisanı’nın "katil Menderes" gösterileri ve 27 Mayıs darbesinin "ordu gençlik elele" sloganları da söz konusu "statüker muhafazakarlık"ın çok somut göstergeleridir.
Zaten, Türkiye’deki 1968 Mayısı’nın kökenleri de aynı zeminde boy atmıştır.
* * *
ÖYLE ve nitekim, esas viraj 1964 yılında dönülmüştür.
İlk Kıbrıs arbedesine uzanır.
Sağ ve sol kavramlarının "s"inden habersiz öğrencilerin, Hava Kuvvetleri Komutanı’nı kastederek, "bombala Tansel, bombala" diye tezahürat yapması bir takvim başlangıcıdır.
ABD’nin Johnson mektubuyla müdahaleyi önlemesi; tepki olarak "millet yapar" kampanyasıyla yerli çıkartma gemisi inşa edilmesi; bilhassa da, dünyadaki tüm "68 Mayıs"larında geri planı belirleyen Vietnam Savaşı’nın Türkiye’de ana gündemi oluşturması, aslında bugünkü "ulusalcılık"a epey benzeşen bir "ruhi atmosfer" yaratmıştır.
"Yarı tecritçi yarı milliyetçi yarı intikamcı" rüzgárlar esmiştir.
* * *
İŞTE tam burada da ilk "solcular" (!) devreye girmiştir.
Hiç hazmetmemiş oldukları bir Marksizm salçasını da bulayarak, havayı "anti-emperyalist eksene kanalize etmişlerdir.
Eh, kafaların böylesine karışık; ideolojilerin böylesine çorba ve beyinlerin böylesine şartlanmış olduğu bir ortamda da Türkiye hilkat garibesi bir "atmışsekiz" buzağılamıştır.
Bırakın evrensel "Mayıs"la benzerliğini, onun özgürlükçülüğüne tamamen zıttır.
Dolayısıyla, kırk yıl önce kampüste "statüko zaptiyesi" olanların bugün de hayatta "ulusalcı" kesilmesini ve "atmışsekizlilik" sıfatını gaspetmesini çok yadırgamamak gerekir.
Olgu maddenin tabiatına, tarihin kaosuna ve hilkat garibesinin kan grubuna uygundur.
Ama sırtımız ılık Mayıs güneşiyle değil, zemheri ayın totaliter ayazıyla ürpermektedir.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2008
"SARI Erol" etrafı kolaçan etti. İftiharla, "bak sana ne göstereceğim" dedi.<br><br>Tatil başlangıcına çok az süre kaldığına göre, demek 1968 Mayısı’nın sonu olmalıydı. Mesai saati henüz bitmediği için de eğitim grubu üyeleri daha lokale gelmemişti.
İkimiz, çay üstüne cigara içerek TİP Kadıköy ilçesinde "dünyayı kurtarıyorduk".
* * *
"SARI Erol" teksir odasının kuytusuna çekti. Katlanmış ceketin içindeki paketi açtı.
Kapkara, Çekoslovak malı ve dokuz milimetre çaplı bir otomatik tabanca çıkarttı.
Soru sormama fırsat bırakmadan da "bu gece benim nöbetim var" diye ekledi.
"Nöbet"ten kastettiği şeyi ise İstanbul Üniversitesi’ndeki işgal oluşturuyordu.
* * *
HENÜZ on yedi yaşımın tam arifesinde olmama rağmen yine de, o güne dek yalap şalap okuduğum Marksist-Leninist lügatin "bilgi" (!) kırıntılarıyla, hafiften itiraz ettim.
"Legal parti", "merkezi örgüt", "kitle çizgisi" gibi argümanlar sıraladım.
"Oportünistliğin álemi yok" diye tersledi. "Pasifistliği bırak" demeyi de unutmadı.
Ardından, "Fransa’yı görmüyor musun, Paris yanıyor" diye ekledi.
Oysa aksine, radyodan ve dergiden Fransızcasını da izlediğim içindir ki, ay başından beri sürüp giden tüm arbedeye rağmen tek kurşunun atılmadığı o Paris’i bilhassa görüyordum.
Dolayısıyla, bizim de Türkiye’de fışfıkladığımız şu marjinal "isyan" oradaki yoğunluk ve kitleselliğin eline su dökemezken, "Sarı Erol"un piştov peydalaması midemi bulandırdı.
* * *
SONRA, ilçedeki tabanca olup olmadığını bilmiyorum ama, aynı "Sarı Erol" ertesi yılki İTÜ seçimlerinde Cengiz’in (Çandar) yine "pasifist" konuştuğuna hükmetti.
Gazaba geldi ve hepsi "solcu" öğrencilerin arasında şarjörü anfi tavanına boşalttı. Hemen söyleyeyim ki, "Sarı Erol" ne ajan provokatördü, ne de gizli hafiyeydi!
Kodes, işkence, mahpus derken, "cinnet yılları" girdabında helák, heba ve telef oldu.
Her halükárda da, bizde yaşandığı farzedilen ama aslında asla ve asla ya-şan-MA-mış olan "altmışsekiz" Türkiye’ye iki temel dürtü ve iki temel ruhiyat ekseninde damga vurdu.
* * *
BİRİNCİSİNE sonra geleceğim, anekdottaki bu ikinci unsur "şiddet fetişizmi"dir.
Ve, sağ-sol; merkez-uç; aşırı-ılımlı, fark etmez, bunun derin bilinçaltı kökenlerini "at, avrat, silah" sözüyle simgeleşen feodal ve pederşáhi değerlerde aramamız gerekiyor.
Zaten de, kırk yıl sonra kimse kimseyi kandırmasın! Madik atmaya yeltenmesin!
Batı’dan "esinlendiği" varsayılan ve "sol" örgütler tarafından yine şiddet ekseninde yönlendirilen "üniversite reformu" talepleri ancak göstermelik bir mazeret olarak kullanıldı.
Yetmişli yıllar kaosunun şer çiçekleri, anfi ve kampusların saksısında tohuma düştü.
* * *
NİTEKİM, tüm Batı "Mayıs"ı bizle kıyaslanmayacak oranda kitlesel ve derin yaşadı ama, "Kızıl Ordu Fraksiyonu"nun Almanya’sındaki ve "Kızıl Tugaylar"ın İtalya’sındaki marjinallikler hariç, ora ülkeleri Türkiye’deki gibi kolektif "cinnet yılları"na sürüklenmedi.
Çünkü, oralardaki "altmışsekiz" kapitalist refah toplumlarını kendi içinde sorguladı.
Oysa bizimkisi feodal değerleri "prekapitalist" ideolojilerle harmanlamaya kalkıştı.
Orası "sevişmek meşruiyeti" talep etti. Biz aksine, "bacı" riyakárlığını yerleştirdik.
İsyan orada, "hayat, hemen şimdi" ve "yasaklamak yasaktır" şiarlarıyla bütünleşti.
Bizde de ise "Bu karanlık yolun sonunda/Doğacak güneşi görüyoruz" marşının vaatleriyle "adam tavlandı" ve en totaliter yasakçılık "devrimsi yasa" diye tabulaştırıldı.
Zaten bütün bunlardan dolayı da, Türkiye’deki "isyan"ın (!) ikinciden çok daha önemli birinci özelliğini onun "karşı devrimci" niteliği oluşturdu ki, cumartesi değineceğim.
Yazının Devamını Oku