21 Mayıs 2008
MAYIS Ocak’ta başladı! Üstelik, ne Avrupa’da, ne de Amerika’da başladı. <br><br>Takvime táa beş ay önceden ve uzak bir Sarı Asya’dan girdi. Evet, 1968 Mayıs’ı o sene Vietnam Yeniyılı’na denk gelen "Tet" taarruzuyla başladı.
Zaten de dün gibi hatırlıyorum. Gözümün çapağıyla her sabah ilk iş olarak, "Edison" aparatın lambaları ısınır ısınmaz, "Radyo Günleri"ndeki ajans haberlerini dinliyordum.
Bakalım, on altı yaş kalbimin çarptığı Vietkong gerillaları kaç ABD askeri haklamış?
Bakalım, Saygon’un hangi mahallesini, Da Nang’ın hangi varoşunu basmışlar ?
Ve bakalım, kendimi bildim bileli süren bu savaştan ne zaman muzaffer çıkacağız?
* * *
EVET, "biz" olarak ne zaman kazanacağız? Zira, tabii ki "mazlûm"un yanındayım!
Dolayısıyla da, tabii ki Kuzey Vietnam’ın "bağımsızlık kahramanları"na tapıyorum.
Ho Şi Min’lere, Giap’lara, Le Duc Tho’lara, Nguyen Ti Binh’lere hevesleniyorum.
Ve tabii ki Güney’de "ABD emperyalizmine ve uşaklar"ına karşı dişe diş döğüşen ve Kuzey’den "asla" (!) yardım almayan "FNL" "mücahitleri"ni (!) efsane addediyorum.
Önce "Life" dergisinde sonra her yerde gördüğüm ve Saygon polis şefini esir gerillayı sokak ortasında şakağından vururken fotoğraflamış o korkunç kareden dehşet duyuyorum.
Çünkü tabii ki ne jeo-politiği, ne tarihi realiteyi, ne de "işin aslı"nı biliyorum.
* * *
ZATEN de bilmediğim içindir ki Washington, "yeraltı tüneli vasıtasıyla Kuzey her türlü asker ve silahı Güney’e akıtıyor" mu dedi, "emperyalist yalanı" diye gülüyorum.
Hanoy’un bunu nihayet ve resmen kabullenmesi için aradan yirmi iki sene geçecektir!
Yahut, o Güney "Kuzey özgür seçimlere rıza göstersin, derhal barış imzalanacak" duyurusunu mu yaptı, "uşağın yalanı efendisininkinden de kuyruklu" diye buyuruyorum.
Aynı Hanoy’un buna asla yanaşmayacağını öğrenmek için ise, Paris görüşmelerindeki komünist temsilci Le’nin yine yirmi küsur yıl sonraki "Hatırat"ı okumak gerekecektir!
Evet, kuşağımın tüm iyi niyetli naifleri gibi öylesine kör ve cahilim ki, bir ay sonra on altıdan on yediye gireceğim o 1968 Mayıs’ına Ocak’tan itibaren ve Vietnam’dan başlıyorum.
* * *
OYSA aslında, Mayıs benimkinden çok önce başlamıştı. Onlar hanidir başlamışlardı.
Ve, o "onlar", bizzat "katil Amerika" (!) insanlarının tá kendisiydi!
Bu rengárenk ülkenin ciddi bir kesimi káh MIT üniversitesinde askerlik celbi yakarak; káh "çocuklar eve dönsün" diye Pentagon’a yürüyerek; káh da "savaşma seviş" şiarından Joan Baez şarkısına veya Marcuse felsefesinden Kerouac şiirine uzanan bir "karşı kültür"ü sahiplenerek, 1968 Mayıs’ını táa 1967’den, 1966’dan, 1965’ten itibaren haber vermişti.
Artı, zenci hakları sözcüsü Martin Luther King’in aynı yıl katledilmesinden sonra, başta "Kara Panterler" örneği olmak üzere, daha "radikalleşen" bir Amerika şekillenmişti.
* * *
O halde, dün dediğim gibi, burnu havada Fransa’nın kırkıncı yıldönümünde "atmış sekiz"i tekele almaya kalkışması "megalomani"den başka bir şey değildir!
Zira, Yaşlı Kıta’daki "Mayıs isyanı" aslında tamamen Yeni Dünya’dan "ithal"dir.
Hem 2. Savaş ertesinin "tüketim toplumu"nu sorgulayan ilk "karşı ideoloji" açısından ithaldir; hem de bizzat "anti Amerikan" ve "sol" söylemi bab’ında ithaldir!
Atlantik’i aşan köprü ise sonsuz geniş bir kavis çizerek, Vietnam Savaşı’nın Pasifik Okyanusu’nu yaladıktan sonra iki sahili birleştirmiştir. Türkiye’den de az biraz teğet geçmiştir.
Dolayısıyla, Tonkin Körfezi’nin anaforuna ek olarak bir de dehşet "Kültür Kıyamı" Çin Denizi’ne düşmüş "atmış sekiz", özünde "made in USA" alamet-i farikalı bir isyandır.
Yarın, o Türkiye’nin gerçekte asla o-l-M-A-m-ı-ş olan "68 Mayıs’ını inceleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2008
BURNU havada Fransızlar hálá ahı gitmiş vahı kalmış bir mazinin megalomanisiyle yaşadıkları içindir ki, şimdi de "68 Mayıs"ı konusunda zeytinyağı gibi üste çıkıyorlar. "Kutsal İsyan"ı kırkıncı yıldönümde öyle bir tekele aldılar ki, biraz destan gazlayıp, biraz da nostalji üfürüp, sanki her şeyin altıgen ülkede gerçekleştiği izlenimini yaratıyorlar.
Nitekim, ta yılbaşından beri etrafı "özel anma"lar sardı. Fena halde kabak tadı verdi.
Ben diyeyim bin, siz deyin on bin; gazete, dergi, ekran, vitrin ve üniversitelerdeki yine o "özel" sayfaların, sayıların, programların, kitapların, konferansların çetelesi tutulamaz oldu.
* * *
OYSA, 1968 Mayıs’ının kökeni de, seyri de Fransevi tekelciliği doğrulamıyor. Asla!
Tamam, "kaldırım taşının altında plaj var" şiarıyla bütünleşen "ásilik olayları" en çok Paris’te yoğunlaştı. Kabul, "pathos" heyecanlar orada "mitos" efsanelere dönüştü.
Ama bunlar altıgen ülkeyi ne öncü kıldı, ne de ona "esas aktör" sıfatını bahşetti.
Fakat madem ki illá devreye girmek istiyor, o halde ben de, isyanı "fışfıklayan" derin nedenleri yine Fransız bir Jean Dutourd’un kısmen eski metninde keşfetmeye çalışacağım.
Akademi üyesi de olan ve "sol de Gaulle’cü" addedilen bu Dutourd, 1956 yılında ve "Marne Taksileri" adı altında kaleme aldığı ünlü denemesinde, aşağıdaki satırlara yer verir.
Parantez açayım, buradaki taksiyle, 1. Harp’in Eylül 1914 taarruzunda Paris bile Alman top menziline girince, Marne Nehri cephesine acil Fransız askeri taşıyan taşıtlar kastediliyor.
Neyse, Jean Dutourd’un gayet iğneli dille yaptığı "bir kuşak" ise tahlili şöyledir:
* * *
"BABALAR savaşırken evde tini mini anneler tarafından büyütülen neslimin çocuklarını izleseydim, pasif bir sıradanlıkla, şu melek yüzlü vasatlara benzeyecektim.
Ya aile firmasında, ya toptancı bakkalda, ya anonim şirkette yöneticilik yapan ve Rotary Kulüp kartı taşıyan, şimdiki roman kahramanları türünden bir ellilik olacaktım.
Hani ’olgun adam’ dedikleri gibi, hem tecrübeyle, hem göbekle de donanacaktım.
Ve tabii bankada hesabım; kapıda otomobilim; benim kadar salak üç çocuğum; gazabından korkacağım ve gizliden aldatacağım çirkin karım da kusur kalmayacaktı".
İşte, "1968 İsyanı"nın esas ve temel nedenleri yukarıdaki satırlarda yatıyor!
* * *
EVET burada yatıyor ve Dutourd’un Fransız Akademisi’ne mensup olması da söz konusu gerçeği değiştirmiyor. Zira, "atmış sekiz" asla altıgen ülkeyle sınırlı kalmadı.
Çünkü, "asilik"in kökeni hemen bütün Batı toplumlarında az - çok ayniyet arz etti.
Öz itibariyle de "nesiller savaşı"nın yeni, yepyeni bir varyantını oluşturdu.
Yani, evlátların ebeveynlere; dolayısıyla da onların değer ve paradigmalarına başkaldırdığı bir "kıyamet"e (!) tekabül etti.
* * *
BUNUN esas kökenini de, o ebevnlerin ya baba 1. Harp cephesindeyken "tini mini anneler tarafından büyütülmüş"; ya 2. Savaş’tan da "sıyırtmış"; yahut belki kıyısından köşesinden bulaşsalar bile, artık "savaşçı ruh"tan arınmış olmalarında aramak gerekir.
Zira, cenk edebiyatı yapmıyorum ama şu da bir gerçektir ki, salt maddiyatçı ve çok pasif ortamlar "rehavetin sıradanlık"ını yaratır. Mafsalları gevşetir ve yaratıcılığı törpüler.
Zaten de, yukarıda portresi çizilen o "bankada hesabı, kapıda otomobili, olgunlukta göbeği olan ellilik adam", ilk "tüketim toplum"u dönemindeki streotip emsáli oluşturuyor.
Aynı 1. ve 2. Savaş sonrasının "vasatlık ábidesi" olarak karikatürize ediliyor.
İşte, "Mayıs İsyanı" da özünü de bu "vasatlıklar"ın reddetmek iradeciliği oluşturdu.
Ve, coğrafi merkez ve sosyolojik öncü işlevini de burnu büyük Fransa falan değil, o "tüketim toplumu"nun "anavatanı" olan ABD üstlendi ki bunu yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2008
Hayatımda tek bir defa eşeğe binmişliğim var. Kopil çocuktum ve ya Heybeliada’da, ya Kınalıada’da olacak, kiralık merkepleri görünce "ben de isterim" diye tutturmuştum. Gaflete düşen ebeveynlerim de bu kaprisime rıza gösterip beni eğere oturttuğu an derhal panikledim ve avaz avaz ağlamaya başladım. Taş çatlasa yüz metrelik turu nasıl attığımı hatırlayınca şimdi bile ürperiyorum.
Eşek ne sevimli hayvandır! Bilhassa da, cánım gözleri pek duyarlıdır.
Oysa, o da hayvan, bu da hayvan ama, hoş bakışlı sevgiliye "ceylan gözlü" demenin iltifat addedilmesine rağmen, asla ve asla aynı sevgiliye "eşek gibi gözlerin var" benzetmesi yapılmaz. Yapılamaz.
Maazallah, bu takdirde sizin gözleriniz oyuluverir. Çünkü eşek, soylu kategoriye girmez ve ahım şahım bir değer biçilmez.
Evet, zaten de kıymeti bilinmediği içindir ki, aslında aynı familyaya mensup olan ve bin bir asalet payesiyle mükafatlandırılan atın yanında, o biçáre eşeğin esámisi dahi okunmaz.
Değil yelesine, sağrısına bile ulaşmaz.
Nitekim, Türkçe’nin "beygirden inip, merkebe binmek" sözü de buna delildir.
O beygir ki, Arabına, İngilizine, Midillisine, hatta katanasına Karun serveti dökülür.
Fakat, ikincisi onun yanında deyimin tam anlamıyla nal topladığından, kasaba panayırlarındaki ucuz pazarlıklar hariç, kimse eşek uğruna kesesinin ağzını açmaz.
En kabadayısı, öküz, inek, koyun, deve gibi, günlük dilde daima mecázi ünlemlere maruz kalan diğer dört ayaklılarla ortak bir gradoda değerlendirilir.
Üstelik, bizdekinden daha farklı olarak, zavallı karakaçan hem Batı’da, hem de Doğu’da bir utanç sembolü işlevi görür.
EŞEK KULAĞI CEZASI
Öyle ve nitekim, eskiden Avrupa okullarındaki haylaz öğrenciler öğretmenleri tarafından, başlarına eşek kulağı simgeleyen kukuleta geçirilerek cezalandırılırdı.
Sayısız karikatürü ve litografisi mevcuttur, tahta önünde dikili ve tek ayakları havada, çocukların haniyse bir anırmadıkları kalırdı.
Yahut, çok daha sonraları, Mao Çin’indeki "Kültür Devrimi" (!), yani kültür kıyımı sırasında, Kızıl Katil’le aynı çizgiyi izlemediklerine hükmedilen muhalifler sokak, cadde ve meydanlarda, yine aynı kukuletalarla teşhir edilirdi.
Dolayısıyla, o da şüpheli ya, cefakár merkebin hemen her kültürde belki belki bir tek katırdan bir kademe yukarıda algılandığını söyleyebiliriz.
Zavallı eşekçik, işte insanoğlunun önyargıları karşısında pabucu dama atıldığı ve haksız yere aşağılandığı yetmiyormuş gibi, bir de bizdeki gibi, diğer bütün besi hayvanlarından önce, kaçak sucuk imalátçılarının paslı bıçağına kurban gidiveriyor.
Hayır, buraya kadar bir "eşek methiyesi", hatta daha dobra söylersek "eşeknáme" yazdığım için, kendimin bu cins bir hayvana sahip olduğum sanılmasın.
Yahut da, yakın bir gelecekte sahip olmak hayalini kurduğumdan, şimdiden kapısını yapmaya çalıştığım düşünülmesin.
Daha neler ve de yok devenin nalı! Pardon pardon, yok eşeğin yuları!
Ne bağlı bahçeli çiftlikte yaşıyorum; ne sayfiye sitesinde kutu evim var, ne de veteriner fakültesinden mezun genç kadın peşinde koşuyorum.
Dolayısıyla, herhalde, yukarıdaki yuları apartmanın girişine bağlayıp sonra da, hırsızlara ve namussuzlara karşı göz kulak olması için de kapıcıya bahşiş verecek değilim.
Kaldı ki, zaten hayatımda tek bir defa eşeğe binmişliğim var!
KİRALIK MERKEPLER
Evet, gerçekten de ilk ve son olarak, çok uzun yıllar önce tek bir defa bindim.
Kopil çocuktum ve ya Heybeliada’da, ya Kınalıada’da olacak, kiralık merkepleri görünce "Ben de isterim" diye tutturmuştum.
Gaflete düşen ebeveynlerim de bu kaprisime rıza gösterip beni eğere oturttukları an derhal panikledim ve "Aman indirin" diye avaz avaz ağlamaya başladım.
Tabii, feryadımdan korkan eşekçik de yine avaz avaz anırmaya koyuldu.
Allah’tan çifte sallamadı ve sırtından silkelemedi.
Ancak, ben zırlarım, eşek anırır, babam azarlar, annem üzülür, eşekçi şaşırır; bir tek hınzır kardeşimin hayvanı azdırmak için kıçından değneklemediği kaldı, taş çatlasa yüz metrelik turu nasıl attığımı hatırlayınca şimdi bile ürperiyorum.
Dolayısıyla, işte oldu olacağı o kadar!
Neme lazım, bir daha zerzevatçının iki yanında iki koca küfe sallanan ve büyük ihtimalle ömrünü yine kaçak sucuk imaláthanesinde bitiren uyuz eşeğine bile yaklaşmadım.
İhtiyatlı ihtiyatlı, kesekağıdında tarttığı domatesleri hep uzaktan aldım.
O halde eşekleri yalnız kitabiyattan, diyelim ki Nasreddin Hoca’nın "Karakaçan"ından, Sanço Panço’nun "Bozoğlan"ından; yahut "Perrault Masalları"nın "Eşek Postu" ndan tanıdığımı ifade edersem, yalan söylemiş olmam.
Biliyorum, şimdi, "Be mübarek adam, madem eşeklerle o kadar da fazla bir hısım akrabalığın yoktur, bu takdirde neden ’Eşek ne sevimli hayvandır’ girizgáhından sonra bütün bir yazıyı eşekler üzerine kurmak eşekliğinde bulundun" diye soracaksınız.
Estağfurullah, sözünü aynen size iade ederim!
Ama asıl siz eşeklik etmeyin de, birinci "eşeknáme"nin gelecek pazar sürecek ikincisine kadar sabırlı olun!
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2008
VAH vah, zavallı kadıncağıza çok acıdım. Çektiği ezálara ve cefalara içim gitti. Evet, dobra dobra itiraf ediyorum ki Windsor ailesiyle hiçbir hısımlığım olmasa bile, İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in İstanbul görüntülerini izlerken, onun námına üzüldüm.
Davulun sesi uzaktan hoş gelir ama bir de kendinizi onun yerine koyun bakalım!
* * *
ÖYLE, zira en önce, Ankara’da uzun uzadıya giyin ve kuşan. Angarya değil, işkence!
Çünkü unutmayalım ki, artık gıdığı çıkan Galler Prensi mahdumun belki son emeklilik çağında tahta oturacağı kádir-i mutlak gününe dek Allah nice ömür ihsan eylesin ve müteveffa Britanya İmparatorluğu tebasının başından eksik etmesin ama, yıllar kuş misáli geçiyor.
2. Elizabeth’in tevellütü 1926 olduğuna göre, demek şaka maka, "ikámet adresi: Buckingham Sarayı" yazan nüfus kağıdındaki rakam seksen ikiye ulaştı.
Eh, romatizması, siyatiği, lumbagosu falan da "mavi kan" (!) asaletini dinlemez ki!
* * *
DİNLEMEZ ve dolayısıyla, nedimeler korseyi bağlamak ve düğmeleri iliklemek için ne kadar yardımcı yardımcı olursa olsun, bu yaştan sonra eğilip bükülmek kolay iş değil!
Sanıyor musunuz ki, şu Kraliyet familyası kadınlarının yakasını bırakmayan "kitsch" zevksizlere uygun olarak seçilen o çingene pembesi takım; artı, aynı çiğ renkten şapka; daha artı, kolye, inci, aksesuvar filan öyle çabucak giyilir ve takıştırılır? Ne münasebet!
Elimle koymuş gibi eminim, sabah aynanın karşısında bir alay zamanını harcamıştır.
Protokol müdürü de ikide bir kapıyı tıklatıp, "saati hatırlatmak münasebetsizliğinde bulunduğum için majestelerinin yüksek affına sığınırım" gibisinden láflar yumurtlamıştır.
* * *
SONRA, Başkent’te uçağa bin ve Yeşilköy’de in. Aşağıda cırtlak siren sesi, yukarıda gümbür pervane uğultusu, bitişikte mırmır rehber fısıltısı, baş daha şimdiden kazana dönmüş vaziyette, yedi tepeli şehir kazan, yedi pırlantalı altes kepçe, kortejle tekrar yola revan ol.
İlk iş, git, sanki Londra metrosuna yeni hat planı çizmişlermiş gibi, Kabataş Lisesi’ndeki öğrenci projelerini incele. Daha doğrusu, nezaketen incelermiş gibi yap.
Ardından, bir Kızıl Kore’nin Kim Jong İl şarkılarını taklit etmediğimiz kaldı, diğer öğrencilerin folklor gösterisi karşısında sahte tebessüm dağıt. Oldu olacak, bari horon tep.
Bitmedi, başka bir veletin yanağı okşayıp "kaç yaşındasın" diye metazori sual sor.
Yine bitmedi, pek anlarmışçasına, okulda dokunmuş kilime serçe parmağınla dokun.
"İstanbul Modern"de dinleyeceğin mimari nutkuyla da çok ilgilenirmiş gibi gözük.
Yetti, yetti ve benim daha şimdiden ayaklarıma kara su indi ama, sonrası da var mı?
* * *
OLMAZ olur mu ve anlı şanlı Britanya tácı öyle kolay kolay taşınır mı, tabii ki var!
Yani bir de, rıhtıma palamar atmış İngiliz bandıralı teknede ev sahibeliği yapacaksın.
Hadi, İmparatorluk’ta güneşin batmadığı ve Elizabeth’in ninesinin haminnesi Kraliçe Victoria’nın saltanat sürdüğü dönemdeki o şaşalı "Victoria and Albert" yatı olsa, anlarım.
Ancak, ahı gitmiş vahı kalmış Amirallik Donanması’nın otuz küsur yıl önce kızağa koyduğu tersane molozu sintine diş kovuğuna kaçmaz ki! Paslı güverte şána yakışmaz ki!
Üstelik bir de ertesi sabah, teşrifatçıbaşı, bizim "ulusalcı" gazetenin provokatörlük raddesini "Doksan Yıl Sonra Yine İşgal Gemisi" manşetine vardırdığı haberini verecek.
* * *
O halde şimdi söyleyin, "kraliçelik zor zenaat" derken abartıyor muyum?
2. Elizabeth’in cektiği cefáya acırken İngiliz emperyalizmine "uşak" mı oluyorum?
Hayır hayır ve de eminim, eğer talih kuşu; "sorry, very very sorry", Büyük Britanya tacı bir gün başınıza konar ve siz de kral ve kraliçe olursanız, bana mutlaka hak vereceksiniz.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2008
MİLLET nedir? İlk bakışta sorunun cevabı nispeten kolaymış gibi gözüküyor. Hele hele, bizim gibi "ulus - devlet"e rötarlı geçmiş ülkelerdeki iradi ve kesin tarifler beynimize işlediğinden, dağarcığımızdaki sihirli formülün yanıtı içerdiği izlenimi uyanıyor.
Oysa aslında o yanıt sonsuz çettefillik arzediyor.
Muazzam zorluklar yansıtıyor.
Çünkü, "millet nedir" sorusunun bir değil bin bir tane cevap var!
* * *
ÖYLE ve nitekim, özellikle yukarıdaki "ulus - devlet" sürecinin rayına oturmasıyla birlikte, soruyu herkes kendi meşrebine göre yanıtladı. Çoğul tarifler ortaya çıktı.
En önce, Alman filozof Herder dil ve kültür birliği gibi ögeleri devreye soktu.
Ardından da, Fransız Taine ve Gobineau’nun etnik ve ırki unsurları tanıma kattı.
Ve sonrasını biliyoruz, maazallah, iş Hitler’in "üstün millet" kavramına kadar vardı.
Bunların ayrıntısına girmeyeceğim ve hemen kendi tercihime geliyorum.
* * *
DAHA önce de nedenlerini açıkladım, ben hálá ve hálá sapına kadar "modern"im.
Yani, mikro-milliyetçilikler başta, "geleneksel toplum" adına her türlü mantıksızlığa cevaz veren şu meşûm postmodern zamanları reddediyorum ve rasyonel aklı sahipleniyorum.
Dolayısıyla da, bugün dahi bana en yakın duran ve asla "demode" gelmeyen tanımı, o modernitenin, diğer bir deyişle "aydınlanma çağı"nın yapmış olduğu ilk tarif oluşturuyor.
Bununla, Diderot ve d’Alembert’in táa 1781 yılında "Ansiklopedi"ye düştükleri ve, "belirli bir ülke sathında, belirli sınırlar içinde yaşayan ve aynı hükümete itaat eden önemli bir halk kitlesine ulus denir" diyen maddeyi kastediyorum.
O kadar ve ne bir eksiği, ne bir fazlası var!
* * *
ŞÜPHESİZ, yukarıdaki millet tanımı elástiki ve muğlaktır. Genişletmek mümkündür.
Ancak, zaten tehlike de böyle bir "genişletmek" girişiminde yatıyor ya!
Çünkü, "Ansikolopedi"de kastedilen genel siyasi coğrafyaya başka unsur ekleyerek tarifi biraz daha "pekiştirmeye" başladığınız andan itibaren, ipin ucu kaçar.
Kaçabilir.
Masûm, iyiniyetli, háttá belirli bir zamanda ve mekánda objektif kıstaslardan yola çıkarak "çizgileri netleştirmek" istediğiniz takdirde, "Pandora’nın kutusu" açılıverir.
Zaten genel olarak milliyetçilikler; özel olarak mikro-milliyetçilikler; şimdilerde ise daha da özel olarak "ulusalcılıklar", aynı kutudan çıkmış hortlakların tá kendisidir!
Zira, çok nadir istisnalar hariç, yukarıda "ülke sathında" diye geçiştirilen "halk" dil, din, ırk, kültür birliği gibi, "ulus" tanımına sonradan eklenen kıstaslarda ayniyet arzetmetmez.
Dolayısıyla, bu farklıkların rizikosunu baştan sezinleyen "modernite"nin tarifi kasten esnek tutması, dün olduğu gibi bugün de en doğru yaklaşımdı ve "demode" değildir.
Fakat heyhat, iş bu kadarıyla da bitmiyor!
* * *
BİTMİYOR ve nitekim, Büyük Mustafa Kemal’in aslında yukarıdaki moderniteyle çok uyuşan bir sembolizme başvurarak "ne mutlu Türküm diyene" diye formülleştirdiği dünkü yaklaşımda da, "millet nedir" sorusunda hálen mevcut zorluğu aşmaya yetmiyor.
Çünkü, istesek de, istemesek de "Türk" kelimesi aynı zamanda etnik aidiyet içeriyor.
Oysa, devekuşu misáli kafamızı kuma gömmeyelim, o aidiyeti taşımayanlar veya kendisini öyle hissetmeyenler, bu sözcükle tanımlanan "ulus" kavramını benimsemiyorlar.
Dolayısıyla, insanoğlunun fıtratında mevcut çetrefillik işleri yine çatallaştırmış oluyor.
Tek çáre, modern zamanların en baştan itibaren ve kasten yapmış olduğu gibi, Türkiye’deki millet tarifini bugünkünden daha esnek, daha elástiki ve daha muğlak kılmaktan geçiyor.
Madem ki ay-dın-lan-ma, o halde o devekuşu karanlığını da aydınlatmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2008
DAHA önce de değindim, Sırp "ulusalcılığıyla" Türk "ulusalcılığı" arasındaki benzerlik göz çıkartıyor. Şöyle ki, aslında her iki milletin de önemli bir bölümü "öteki" korkusuyla yaşıyor.
Ve bütün irrasyonel korkularda olduğu gibi burada da, çok vahim ve çok travmatik boyuttaki bu kaygı ve endişelerin esas nedenini o "öteki"ni bilmemek eksikliği oluşturuyor.
Her halükárda, sebep ne olursa olsun, derin bilinçaltından kaynaklanan ve hop oturtup, hop kaldıran böylesine bir panik durumu, doğal korunma refleksini harekete geçiriyor.
Aynı "öteki"ne karşı husumet körüklüyor. En hafifiyle, şüpheciliği ana öge kılıyor.
Nitekim de, yukarıdaki olgu bizde "Sevr paranoyası" olarak tezahür ediyor.
Ama kökenler daha da derine, en azından "düvel-i muazzama" travmasına uzanıyor.
Bugünkü siyasi yansıması ise "ulusalcılık" denilen öd-lek-lik’le bütünleşiyor.
* * *
TABİİ burada "ödleklik" derken, ne bizler, ne Sırplar açısından "er meydanından kaçış" gibi fiili bir cesaretsizliği, tabansızlığı, yüreksizliği kastetmiyorum. Asla!
Aksine, bizim de, onların da "kahramanlığı" ve "cengáverliği" su götürmez.
Zaten de, Sırp kolektif hafızasını belirleyen 1389 Kosova’sında hasım; Timur’a karşı 1402 Ankara’sında ise müttefik olan taraflar bütün tarihleri boyunca bunu ispatlamışlardır.
Ancak, söz konusu "pathos" yiğitlikler ve gözüpeklikler, yukarıdaki "öteki" korkusundan kaynaklanan ve ruhi anlamda kullandığım "ödleklik" tanımını değiştirmez.
Çünkü aslında her iki dürtü de aynı gayr-ı irrasyonel inanç ve önyargılarla bütünleşirler
Birbirlerini tamamlarlar ve ortak bir fanatik dürtüyle eklemleşirler.
O halde, demek ki Türkler ve Sırplar ölüm korkusundan ötürü "ödlek" değildir. Háşá.
Eğer Türklerin ve Sırpların ciddi bir bölümü "ödlek"se, hiç şüphesiz ki bu, onların ya-şa-mak; yani "öteki"yle birlikte yaşamak korkusundan kaynaklanır ve nokta !
* * *
ZATEN bu ortak korkudan dolayıdır ki, bin şükür ikincinin teoriden pratiğe geçmemiş olması hariç, Sırp "paranoyaklık"ıyla Türkiye’deki "Sevr paranoyası" sonsuz benzeşiyor.
Aynen bizimkisi gibi, ora "ulusalcılığının" da ödü yukarıdaki ortak hayattan kopuyor.
Çareyi kolektif travma dürtüklemekte arıyor. Kasten yara deşiyor. Pathos gıdıklıyor.
Hayali bir "öteki" yaratıyor ve siyaset eksenini komplo teorileri üzerine inşa ediyor.
Nitekim, Miloseviç ve bugünkü takipçisi Nikoliç başta, Sırbistan’daki "ulusalcılığın" tüm belágat ve temalarını kronolojik sıraya göre teker teker alın ve yine teker teker inceleyin.
Türkiye’deki "ulusalcılık" onun kopyasıdır! Hınk deyip, burnundan düşmüştür
Zaten de, aynı Miloseviç ve şûrekasının eski Federasyon’u ne hallere düşürdüğü gün gibi ortadayken ve daha tarihin mürekkebi kurumamışken, "Maocu karanlıkçılar"dan "emekli rütbeliler"e bizim "ulusalcı" zevát hem Çetnikbaşı’na toz kondurmuyor, hem de "Yugoslavya’yı Batı böldü" gibi inanılmaz bir şarlatanlıktan medet umuyor.
Maddenin tabiatı icábı, "ödleklerarası enternasyonal dayanışma" hüküm sürüyor.
* * *
ANCAAK, işte Sırbistan’da büyük sürpriz gerçekleşti. Pazar günkü seçimleri, çok kısaca "anti - ulusalcı blok" diyebileceğimiz kesim kazandı. Nefret tacirliği sökmedi.
Dereyi görmeden paçaları sıvamıyor ve ihtiyatı elden bırakmıyorum ama, yine de bu beklenmedik gelişme Sırp milletinin artık "mantıkileşmekte" olduğunun göstergesidir.
En önce de, bilinçaltını belirleyen "öteki" nefretini aşmakta ve dolayısıyla, tecritçi bir "ödlek millet"ten "ortak hayat"ın "cesur millet"ine doğru ilerlediğinin göstergesidir.
Ve madem ki her iki millet benzeşmektedir, o halde, bin şükür, zaten "ulusalcılığın" Sırp varyantındaki kabuslara sürüklenmemiş olan Türkiye’nin ufku haydi haydi açıktır!
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2008
RİVAYET ve şaia odur ki, bendeniz geçen çarşamba günü "sansürlenmişim" (!)<br><br>Böyle bir şey yok! Aslı astarı mevcut değil! Oysa, Fethullah Gülen Hocaefendi camiasına yakınlığıyla tanınan okulları konu alan o yazımın gazete ve internette farklı yayınlanması, metnin "kırpıldığı" şeklinde yorumlandı.
Aslında bu tür dedikodulara metelik vermem ama yine de işin esasını açıklayayım.
* * *
EFENDİM, söz konusu makaleyi geçen hafta "New York Times"ye manşet olan haberin fotoğrafından yola çıkarak yazmıştım.
Kurgu tamamen onun üzerine inşa edilmişti
Nitekim, benim kaleme aldığım orijinal metindeki ikinci cümle, "resim Pakistan’da ’Pak - Türk’ ismiyle faaliyet gösteren liselerden birinde çekilmiş" ifadesine yer veriyordu.
Ve resimde de koca bir Atatürk portresi olduğu için "ulusalcı - laikçi" cihete hitáben, "bu Türk bayrağı ve bu Mustafa Kemal portresi bir yerinize mi batıyor" diye sormuştum.
Oysa dalgaya düşmüşüm ve "NYT"deki resmin altyazısını adam gibi okumamışım.
Söz konusu görüntüler aslında Pakistan’da değil Türkiye’deki bir okulda çekilmiş.
Dolayısıyla, yazının bütün iskeleti çürümüş oluyor. Dehşet bir açık veriyorum.
Eyvaah, aynı "ulusalcı - laikçi" zevat potu farkettiği an, yandı gülüm keten helva!
"Fotoğraf tahrif ediyor" diye mal bulmuş Mağribi gibi üzerine atlar ki, maazallah!
Fakat, burada ne kadar şükrán ifade etsem azdır, yukarıdaki maddi yanlış, Dış Haberler Müdiremiz Ayşe Özek Karasu’nun hassas ve profesyonel gözünden kaçmamış.
Telesekreterde onbir mesaj buldum, "aman şunu düzelt" diye aramaya başlamış.
* * *
AMA, bana ulaşabilene aşkolsun. Fakat gazete de dönecek. Yarın devam edeceğimi salıdan yazmış olduğum için de, eğer yayınlanmassa "sansüüür" feryádı etrafı saracak.
Dolayısıyla, nûr elleri dert görmesin, sevgili Ayşe’cik "Pakistan fotoğrafı" ifadesini ve tabiatıyla da, aynı fotoğrafa ilişkin "batıyor mu" sorusunun yer aldığı bölümleri çıkartmış
İşte, internette yayınlanan "sansürlü" yazının aslı budur. Başka "gizli"si de yoktur!
Oysa, Özek tam gece yarısı bana nihayet ulaştı.
Ben de alelacele, tabii yine Pakistan’ı atan ve soruyu yuvarlayan üçüncü bir varyant daha yetiştirdim.
Gazete yer alan metin de odur.
İmdii, burada "sansür" var mı, yok mu, bunun takdirini sizin insafınıza bırakıyorum.
Ancak, işin yarı-şaka tarafı bir yana, şimdi bir de yarı-ciddi tarafına gelelim.
* * *
O da şu ki, bütün dünyanın bütün medyalarında gazeteciler az - çok san-sür-le-nir!
Ve, bu olgu nor-mal-dir! Amerika’nın keşfi değildir. Aksi, temenniden öteye gitmez.
Zira, tüm meslekler gibi gazeteciliğin de kuralları vardır. Oyun onlara göre oynanır.
Her yayın organı bir "editoryal çizgi" izlediğine göre, buna bile bile ládes demiş bir yorumcusunun o çizgiyle çelişmek elástikiyeti ve "lüks"ü de ancak bir yere kadar geçerlidir.
Konjonktürel çelişkiye göre, káh kendini otosansürlediği, káh da sansürlendiği olur.
Zaten de, sıfatını mostralık niyetine değil aynı çizgiyi korumak için taşıyan ve taşıması gereken yayın yönetmenleri, sınırın aşıldığına hükmettikleri an keserler de, biçerler de!
* * *
BURADA tercih sınırlıdır. Gazeteci ya yutar, ya gider. Yönetici de ya anlar, ya kovar.
Denge iki taraf açısından da hassastır ve. Ne biri, ne öteki "masûm"dur.
Gazeteci kapıyı çekmiyor, yönetim de kapıyı göstermiyorsa, bu, karşılıklı ve mantıki bir ilişkiye delálettir.
Uzlaşma ruhuna işarettir. Oportünizm değil pragmatizm söz konusudur.
Zaten her profesyonel ilişki, hele hele medyadaki ilişkiler o pragmatizmi zorunlu kılar.
Ve, en profesyonel ilişkiler de gazetecinin "sansürlü", yöneticinin ise "sansürcü" rivayetlerini en asgáriye indirdiği meslek kurumlarında hüküm sürer ki, işte işin aslı budur.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2008
Yuvarlak rakam ya, bu yıl "1968 Mayıs"ının kırkıncı yıldönümü kutlanıyor. Hem de ne kutlama! Álá ve váláyla ve tam bir tüketim bayramı olarak kutlanıyor. Daha 1 Ocak’tan itibaren, cilt cilt kitaplar, senaryo senaryo filmler, dizi dizi dokümanterler, Batı ülkelerindeki vitrinleri, salonları, ekranları doldurmaya başladı. Bunun başını da, yine burnu büyüklük edip 68’i bile "tekel"e alan Fransa çekiyor. Ve tabii böylelikle de, söz konusu "Mayıs ásileri"nin aslında yukarıdaki "töresellik"e yüz seksen derece zıt bir "anti-tüketim" ruhu taşımış olduğu gümbürtüye gidiveriyor.
İmdii, ben de "mayıs çocuğu" ve "68 isyankárı" olduğum içindir ki zaten hanidir karar vermiştim, gelecek hafta konuya ilişkin olarak, şöyle enine boyuna bir şeyler yazacağım. Nitekim, 1978 onuncu yıl, 1988 yirminci yıl ve 1993 yirmi beşinci yıl falan, her sembolik rakamda o "mayıs"nı irdeleyen "anma makaleleri" kaleme almıştım. Ve işte bugün, kasten, en sonuncusunu burada bir defa daha yayınlamak istiyorum. Zira, hayatın dinamiğinde, her şey gibi ben de değişiyorum. Tahlil açım da değişiyor. Dolayısıyla, hem siz, hem de ben aşağıdaki "Güzel Mayıs" adlı yazımla, gelecek hafta kaleme alacaklarımı karşılaştırmış olacağız. Bakalım, son on beş yıl içinde dahi, o zaman yirmi beş, şimdi de kırk yıl öncesine bakış açımda nasıl ve hangi doğrultuda bir değişim gerçekleşmiş. Veya, gerçekleşmemiş. Şimdi, bazen cümleleri biraz düzelterek, söz konusu makaleyi tekrar aktarıyorum.
Uzun yıllardır, "İşçinin, emekçinin bayramı / Devrimin şanlı yolunda / İlerleyen halkın bayramı" nakaratını söylemez oldum.
Artık yüksek perdeden atmıyorum ve bulutlarda uçmuyorum.
Hayatı dönüştürmek projesinden caymadım ama, sahte cennetlere de inanmıyorum.
Vaat edilmiş ufuklar atmasyonuyla ne kendimi, ne başkalarını kandırıyorum.
Şimdinin mayıslarında cinnet krizleri geçirmiyorum ve uslu fikirlerle yetiniyorum.
Oysa itiraf etmem gerekir ki, yazı başlığını "Güzel Mayıs" olarak seçmem, konuyu siyasetten arındırmak kaygısından kaynaklanmadı. Másum falan değilim.
Yani ne aşk mevsiminin başıma vurması ve erguvanların çiçek açması, ne de sevda sarhoşluğu ve Emirgán kokusu, yukarıdaki iki sözcüğü belirliyor.
"Güzel Mayıs" demem, "Kutsal İsyan"dan bu yana çeyrek asır geçmiş olmasından kaynaklandı.
Dolayısıyla da, en bugün "1968 Mayıs"ının 25. yıldönümünü kutluyorum.
Nostaljiyalarla ve yakınmalarla değil, umutlar ve cesaretlerle kutluyorum.
Ve, düğün bayram yaparak meydan okuyorum. Gümüşsuyu’nda molotof kokteyli atıyorum, Alibeyköy’de "ási" bildiri dağıtıyorum ve Beyazıt’ta "Fruko" copu yiyorum.
Kana kana iláhi gençlik iksiri içtim yaşlanmakta olduğumu asla düşünmüyorum...
Evet evet, ben bugün "Mukaddes Altmış Sekiz"i kutluyorum.
BİZİ VE HAYATI DÖNÜŞTÜRDÜ
Çünkü, çeyrek asır önceki gaflet ve çılgınlıklarımız; yanılgılarımız ve suçlarımız; hayallerimiz ve enayiliklerimiz ne olursa olsun, "Güzel Mayıs" bizi ve hayatı dönüştürdü.
Ve yine çünkü, Prag’da komünist emperyalizme; Kaliforniya’da Vietnam macerasına; Berlin’de Nazi geçmişe; Paris’te "canı sıkılan Fransa"ya ve İstanbul’da "yürümekle aşınmayan sokaklar"a başkaldıran "ásiler" son tahlilde, hükümránlık sağlamış düşünce sistematiklerini bir bütün olarak değiştirdi.
Eskinin defterini kapattılar ve yeni ve bákir olan sayfayı açtılar.
Bu yüzden de, "Güzel Mayıs" 20. yüzyılın evrensel devrimleri arasında yer aldı. Hudutları aştı ve sınırları yıktı.
Üstelik, "68"le birlikte, kültür tarihte ilk kez temel bir siyaset vektörüne oldu.
Fransa’daki Nanterre Üniversitesi öğrencilerinin daha 22 Mart 1968’de duvara yazdığı "hayatı hemen ve şimdi değiştirin" sloganı evrensel bir nitelik kazandı.
"Güzel Mayıs"ın doğum kontrol hapı, aşkın en doğal ögesi olan tenselliği meşru kıldı.
"Günáh"ı yıktı ve yetmişlerin, seksenlerin, doksanların çocuklarını o an doğurdu.
ESKİNİN DEFTERİNİ KAPATTIK
Sonra Türkiye’de de, İTÜ’deki işgal gecelerinde, hoparlörlerde anıran "Baltasını biledi" "devrimci türküsü"nün (!) mü, yoksa karşı devrimci bile olsa, Ezra Pound şiirinin mi estetik içerdiği sorularına, ilk kez ve el yordamıyla cevaplar aranmaya başlandı.
Dolmabahçe’de şafak ağarırken de, son "Birinci" cigaralarımızı son nefesi, hiç görmediğimiz ve ancak kitabiyattan bildiğimiz bir Chris Marker’in "Güzel Mayıs" filmi tartışmalarıyla ciğerlerimizi doldurdu.
Mayıs’taki "Kutsal İsyan", bundan çeyrek yüzyıl önce, hayatın dönüşebileceğinin haberciliğini yaptı.
Ve, ne o zamanki naifliklerim için günah çıkartıyorum, ne de artık "İşçinin, emekçinin bayramı / Devrimin şanlı yolunda / İlerleyen halkın bayramı" nakaratını anırmadığım için suçluluk duyuyorum.
Çünkü, çeyrek asır önceki gaflet ve çılgınlıklarımız; yanılgılarımız ve suçlarımız; hayallerimiz ve enayiliklerimiz ne olursa olsun, biz hayatı dönüştürdük.
Eskinin defterini kapattık ve yeni ve bákir olanın sayfasını açtık.
Dolayısıyla da, bugün "Mukaddes İsyán"ın yirmi beşinci yıldönümünü kutluyorum ve de yazıya "Güzel Mayıs" başlığı atıyorum.
Yazının Devamını Oku