12 Haziran 2008
GARİPTİR, Bush’un demeci bizim medyada dış kapının mandalından sonra yer aldı. Oysa önceki gün, dünya ajansları aşağıdaki cümleyi özel haber olarak aktardılar:
"Biz Türkiye’nin AB üyesi olması gerektiğine yürekten inanıyor ve Ankara’nın gerçekleştirdiği demokratik ve serbest pazar reformlarını takdirle karşılıyoruz".
Washington önderi bu açıklamayı Slovenya’da toplanan ABD - AB zirvesinde yaptı.
* * *
ŞÜPHESİZ, Birleşik Devletler’in "pro - Türkiye" tutumu zaten bilindiğinden, yukarıdaki demeç şimdilerde moda deyimle, "malumun ilámı" olarak nitelendirilebilir.
Dolayısıyla da, Türk medyasının konuya fazla ilgi göstermemesi mazur görülebilir.
Artı, şunun şurasında altı aylık iktidarı kaldığı için, George W. Bush’un açıklamasına o kadar da fazla değer atfetmemek gerektiği söylenebilir.
Esas olarak, McCain ve Obama’nın ne düşündüklerini bilmek gerektiği eklenebilir.
* * *
SONRA, Slovenya Başbakanı’nın ABD liderini "Baskı AB’de tepki yaratıyor" diye cevapladığı düşünülürse, Bush’un giderayak konuyu "kaşıması" (!) yersiz de bulunabilir.
Háttá, başı sıkıştığı an Brüksel’e karşı Washington’u devreye sokmaya kalkıştığı için, bu satırlar yazarının aynı gerekçeyle geçmişte Türk diplomasisini eleştirdiği de hatırlatılabilir.
Ve nihayet, kafa yine komplo teorilerine çalıştığı takdirde, böylesine áleni ve resmi bir "taraftarlık"ın aslında, Birleşik Amerika’nın İran’a karşı Türkiye’yi de yanına çekebilmek için Ankara’nın "ağzına sürdüğü bir parmak bal" olduğu dahi iddia edilebilir.
Bu son nokta bile dahil hepsine amenná diyeyim ama, sonuçta ne değişir ki?
Hiçbir şey değişmez!
* * *
DEĞİŞMEZ, çünkü George W. Bush’un İran odaklı bir ABD - AB zirvesinde ve biraz "kel aláka" bir kontekste, "Biz Türkiye’nin size üye olması gerektiğine yürekten inanıyoruz" diye vurgulama yapması, "láf olsun" kábilinden bir tekrar değildir!
Zaten de Amerikan diplomasisi sanıldığı kadar ebleh değildir!
Bush’un "Ankara avukatlığı"na Topluluk tarafının "baskıcılığınız tepki yaratıyor" diye cevap vereceğini bile bile, o diplomasi yine de Başkanı’na o "avukatlık"ı yaptırmıştır.
Zira, zaman ve mekán göz önüne alınırsa, yukarıdaki "çıkış" Yeni Dünya’nın kendi s-t-r-a-t-e-j-i-k bir angajmanını Yaşlı Kıta’ya bir defa daha hatırlatmasına tekabül ediyor.
* * *
O angajman ki, adı üzerinde "stratejik", yani uzun vadeli bir eksende belirlenmiştir.
Derin bakmak zorunda olan bir "ultra süper - güç"ün pergelinde çizilmiştir.
Eğrisi-doğrusu; eksiği-yanlışı; rizikosu-yedeği milimetrik biçimde hesaplanmıştır.
Ve, Kasım seçimleri ertesinde Beyaz Saray’ın yeni kiracısı ister Demokrat Barrack Obama, ister Cumhuriyetçi John Mc Cain olsun, "esas itibariyle" de değişmeyecektir.
Bunların daha nüanslı politika izlemesi ihtimali, Bush’un "Türkiye’nin AB üyeliğine yürekten inanıyoruz" diye ifade ettiği o "yürekten inanç" stratejisini geçersiz kılmaz.
Kabul de, Washington’un daha çok yaşayacağı bu Ankara "aşkı" Brüksel’i etkiler mi?
* * *
EVET, etkiler! Etkileyecektir! Tersini düşünmek abestir!
Çelişkelere rağmen Atlantik’in iki yakası sanıldığından çok daha birbirine yakındır.
Yaşlı Kıta’nın Yeni Dünya’ya ve Amerika’nın da Avrupa’ya olan ihtiyacı karşılıklıdır.
Ancak, Türkiye’yi duyuracak "Amerikan borusu"nun AB’de gerçekten "ötebilmesi" için Bush’un ikinci cümlede üstü kapalı bir "demokratik reformlar"la geçiştirdiği deyimin kesin bir "demokratik ülke"ye dönüşmesi gerekmektedir ki, bütün bam teli de buradadır!
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2008
31 Mayıs tarihli yazımda sıcağı sıcağına, Fransa Meclisi’nin aldığı karara değinmiştim. Ve, ad zikretmeden Ankara’yı hedefleyen bu kararı "maskaralık" diye tanımlamıştım.
Gelişmeyi çok kısaca tekrar hatırlatayım.
* * *
PARİS Millet Meclisi 29 Mayıs gecesi, iktidardaki UMP partisi üyelerinin verdiği ek önergeyi kabul etti ve Anayasa’da değişikliğinde şu maddenin de yer almasını kararlaştırdı:
"Avrupa Birliği’ne aday ülkelerden birisinin nüfusu eğer toplam AB nüfusunun yüzde beşine eşitse, o ülkenin üyeliği için Fransa’da referandum düzenlenir."
Pes ki pes ve burada Türkiye’nin kastedildiğini anlamamak için aptal olmak gerekir.
Ama "Sarkozy’nin adamları" çocuk kandırır gibi, "isim yok" diye tevile yeltendiler.
Zaten benim "maskaralık" demem de kılıfa sığmayan bu minareden kaynaklanmıştı.
* * *
ANCAAAK, yukarıdaki "maskaralık" büyük ihtimalle hayata geçmeyecek.
Ne Ankara’nın tepesinde kılıç sallanacak, ne de Paris daha fazla rezil-i rüsva olacak.
Zira, yine büyük ihtimalle, Meclis kararı Senato’dan geri dönecek. Kanunlaşmayacak.
Nitekim, eski Başbakan Raffarin dahil, aynı iktidar partisine mensup senatörler, kendi milletvekillerini onaylamadıkları açıkladılar. Değişikliğe "he" demeyeceklerini bildirdiler.
Dolayısıyla da, muhalefet zaten külliyen karşı çıktığı için, kesin oylama tarihi olan 7 Temmuz’a kadar Nicolas Sarkozy başının çaresine baksın. Bundan sonrası bizi ilgilendirmez.
Fakat bizi ilgilendiren nokta şudur:
* * *
İŞTE, en merkezi ve en Jakoben Fransa örneğinin dahi ortaya koyduğu gibi, Türkiye’nin de mutlaka ihtiyaç duyduğunu senatonun işlevi tam buraya odaklanıyor. Bu rolü oynuyor.
Yani, TBMM Başkanı Köksal Toptan’ı candan destekleyerek dün bir "ákil adamlar forumu" ve "ağırbaşlılık denetimi" diye tanımladığım o senato, bir fren görevi üstleniyor.
Çünkü, kısmen "seçkin" ve "ehil" olan Fransız senatörler yukarıdaki yaklaşımla, tüm demokrasilerde mecázi anlamdaki "politikacı" yönleri ağır basan ve seçmenin fevri nabzına göre popülist şerbet veren milletvekillerine karşı, bir d-e-n-g-e unsuru oluşturmuş oluyorlar.
Nitekim, eğer aynı senato olmasaydı, köylüsünden, Hıristiyancısından, egemencisinden oy diye, gitti gider dahi gider, Fransız "politikacılar"ın tasarısı çoktan yasaya dönüşecekti.
* * *
TAM rakam bilmiyorum ama, işte o en merkezi Fransa’dan en federal ABD’ye ve en eski ulus-devlet İngiltere’den en yeni Kongo’ya, sayısız rejimde "çift kamara" uygulanıyor.
Meclise senatoyu da ekleyen bu ikili varlık hem genel yasama bünyesindeki uzlaşmayı pekiştirmek; hem de popülist fevriliği "mesafeli akılcılık"la frenlemek amacını güdüyor.
Başka bir deyişle, senatonun mevcudiyeti, kendi doğası icábı işleyiş mekanizmasında daima önemli zaaflar içeren demokrasinin mümkün mertebe sağlıklı çalışmasını hedefliyor.
* * *
TABİİ bunları söylediğim için, 1961 Anayasası’yla askerlerin getirdiği ve 1982’de yine askerlerin kaldırdığı şu 27 Mayıs senatosu türü gudubetin tekrarını savunduğum sanılmasın.
Burada kesin fikrim yok! Yelpazeyi daha berrak yansıtması için Meclis’ten farklı zamanda oylamaya gitmekten, niceliği "hafif" niteliği "ağır" senatörleri dolaylı seçimle belirlemeye, dünyada denenmiş farklı yöntemlerin hepsi tartışılabilir. Bilhassa tartışılmalıdır.
Önemli olan yegáne şey, "s-e-ç-i-l-m-i-ş seçkinler"den oluşacak ve yasamada denge sağlayacak bir "ákil adamlar forumu" vasıtasıyla, "atanmış seçkinler"den oluşan Anayasa Mahkemesi’nin zırt pırt hüküm buyurduğı bir "yargıçlar cumhuriyeti"ne set çekebilmektir!
Ve bu senatoyla mümkündür ki, zaten demokrasilere de mostralık diye konulmamıştır.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2008
RADYO günleri çocukluğumda İngiltere haberi veren ajans spikeri "avam" veya "lordlar kamarası" mı dedi, yüreğim pırpır ederdi. Sihir "kamara" sözcüğünde yatardı. Çünkü, hemen bütün deniz terminolojisi gibi Türkçeye yine İtalyancadan girmiş olan bu kelime benim küçük dünyamda vapur kamarasıyla özdeşleşirdi.
Dolayısıyla, lumbozdan dışarı yakamoz seyredeceğim yolculuk hayalleri kurardım.
Sanki Karaköy’de gemiye biniyormuşum da Portsmouth rıhtımına adım atıyormuşum.
* * *
DEYİMLERİN anlamına az - çok vakıf olmam 27 Mayıs darbesi sonrasına uzanır.
Biraz el yordamı, biraz da sorgu sual, "avam kamarası"nın zaten bildik meclise; "lordlar kamarası"nın ise 1961 Anayasası’yla yerleşen senatoya tekabül ettiğini öğrendim.
Zaten de ben burada bu sonuncusuna değineceğim.
Zira, TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın yaptığı öneriyi sonuna kadar destekliyorum.
Çünkü Türkiye, sistemin sağlıklı çalışabilmesi için mutlaka senatoya ihtiyaç duyuyor.
Yani látife olsun diye diyelim ki, ben "lord"u da olan bir demokrasiyi benimsiyorum.
* * *
ESKİ Roma’ya uzandığı için aslı "senatus" olan bu sözcük de Latince kökenden iner.
Ve, işte tam burada da kelime etimolojisi üzerinde bilhassa durmak gerekiyor!
Söz konusu terim "ihtiyar" anlamına gelen "senex"ten türemiştir.
Başka bir deyişle, köylerdeki "ihtiyar meclisleri" gibi, Çizme Yarımadası’ndaki senato da bir "ákil adamlar" forumu; bir "bilgeler arenası" olarak doğmuştur.
Dolayısıyla, teorik olarak, o kuruma mensup senatörlerin tecrübelilik, oturaklılık, ahláklılık, soğukkanlılık, uzak görüşlülük gibi erdemlerle donanmış olacağı varsayılmıştır.
Her halükárda da, böylesine bir yapı demokrasinin nüvelerini barındırmıştır.
Zira, yine teorik olarak, Roma senatosu ve sonrakiler, mutlakçılığa ve despotizme karşı bir baraj; hiç olmazsa bir fren işlevi görmeleri iradesi ve azmiyle kızağa konulmuşlardır.
O sonrakiler ki, bazı Avrupa krallıklarında farklı isimler altında varlık sürdürmüştür.
* * *
FAKAT doğru, ne Roma’da, ne de yukarıdaki "devr-i sabık" krallıklarında mevcut olmuş olan senatolar veya benzerleri, bugün kullandığımız anlamda demokratik sayılabilirler.
Bir; yaptırım yetkileri son derece sınırlı, háttá çoğu defa sıfır olduğu ve genelde birer "danışma meclisi"nden öte işlev edinemedikleri için sayılamazlar.
Fakat bilhassa iki; senatörler soyluluk, zenginlik, kahramanlık ve özellikle de toprak mülkiyeti kıstaslarına göre atandıkları için çağdaş demokrasi anlayışına ters düşerler.
Nitekim, kademeli olarak modern demokrasiye geçilirken dahi, genel oyla seçilenlerin meclisi "aşağı", atamayla belirlenenlerinki ise "üst" sıfatıyla unvanlandırılmıştır.
Zaten, 1876 Kánun-i Esási’si bizde de aynı uygulamayı getirmiştir.
Seçilmiş Meclis-i Mebusan’ın yanında, saptanmış üyelerin yer aldığı Áyan Meclisi diğer kurumu oluşturmuştur.
Bu takdirde şu sonuca varmamız gerekir.
* * *
EVET, İngiliz "lordlar kamarası" hariç artık her yerde oylamayla belirlenseler dahi, sayısız demokraside hálen de mevcut olan ve zaten o demokrasileri "oturaklı" kılmaları için sisteme kasten dahil edilen senatolar, bugün bile nispeten "seçkinci" bir karakter arz ederler.
Rejimin ve mekanizmasının işleyişinde bir "ağırbaşlı denetimcilik" işlevi görürler.
Ve işte, Türkiye’nin de böylesine seçkinci ve denetimci bir senatoya ihtiyacı var!
Aksi takdirde, benim çocukken yaptığım gibi, meclis kamarasını vapur kamarası sanan o Türkiye hızla uzaklaşan demokrasi rıhtımını lumbozdan aval aval seyretmeyi sürdürecek.
Ben de konuyu yarın sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2008
En önce, yine bilgiçlik taslayıp biraz Latince lügat parçalayacağım: "Homo antecessor!" "Homo erectus!" "Homo habilis!" "Homo sapiens!" Ve bu defa hiç oyalanmadan, derhal anlamlarına geliyorum: Genel bir "insan", "adam", "adem" kavramı için kullanılan "homo" sözcüğünden sonraki birinci kelime "antecessor", o insan cinsinin en, en eskisini tanımlar
"Erectus"la da, iki ayağı üzerine ilk dikilenimiz sıfatlandırılmış olur. "Habilis" ise, bu defa iki eliyle álet yapmış olan yine ilk ecdádımızın adıdır. Ve nihayet "sapiens", bugünkü soyumuzu doğurmuş olan "ákil" familyanın ismidir.
Aslına bakarsanız, daha ilk satırda "bilgiçlik taslayayım" demekle kendi kendime haksızlık ettim. Mazoşist davrandım. Oysa, yukarıdaki deyimleri zikretmemin bilgiçlikle, milgiçlikle álákası yok!
Artı, dehşet burnu büyüklüğe kapıldığım ve dolayısıyla megalomanyaklık derecesini kendimi Romalı Cicero’nun yerine koyarak Senato önünde "Heronnius’a Retorika"dan nutuklar çekmek raddesine vardırdığım iddiası da baştan sona yalan! Kuyruklu yalan!
Daha neler, bari kendimi Büyük Sezar sandığımı ve Kleopatra’yı baştan çıkartmak için de kürekli bin kalyonla Mısır seferine çıktığımı öne sürün de iftiracılığınız tam olsun!
Hayır efendim, eğer yukarıdaki sözcükleri kullanmak ihtiyacını hissettiysem, bunun nedeni bugün gayet "bilimsel" bir konudan bahsedecek olmam.
Ve malûm, kim ki "bilim" dedi, onun "şeyler"ini adlandırabilmek için kısmen Yunanca; ama her halükarda da mutlaka ve mutlaka Latince "lügat paralamak" gerekiyor!
En azından "modern zamanlar"dan beri, Çin ve Maçin dahil beri dünyanın her yerinde "lisán-ı ilmi" olarak yalnız bu terminoloji kullanılıyor.
NEREDE TÜRK BİLİM AŞIĞI
Fakat illá ısrar ederseniz, ben bunlara bayağı bayağı düzgün karşılıklar bulabilirim.
Meselá "homo erectus"a "dikilek insan"; "homo habilis"e "mahir insan", "homo sapiens"e de "ákil insan" diyen deyimler uydurabilirim. Ama bunlar evrensellik arz etmez. Sen, ben, bizim oğlan, kendi kendimize gelin güvey olmakla yetiniriz.
Ve, yukarıdaki terminolojiyi bilmeden öğretim; hele hele yüksek öğretim görecek çocuklarımızı da okyanusun ortasındaki kayığa dümensiz, pusulasız atmış oluruz.
Dolayısıyla, n’apim, istediğiniz kadar beni "bilgiçlik taslamak"la (!) suçlayın, eğer gerekiyorsa Latince’yi de, Grekçe’yi de kullanacağım ve bundan hiç gocunmayacağım.
Fakat biliyorum, bunları söyledim ya şimdi "ulusalcı" cihet hep bir ağızdan ve bütün hançeresini yırtarak, "Kahrolsun kendi kültürünü empoze eden Batı emperyalizmi" diye tempo tutacaktır.
Peki paşam, peki ağam, öyle olsun ve "kahrolsun" (!) Hatta, daha çoğunu istiyorsan da, "gebersin" (!)
Tamam ama, o takdirde sen de bana, bilimin "terimleştiği" son üç yüzyıllık sürede, örneğin, bütün hayatını Afrika’da ilk insanların kemiklerini aramaya vakfeden ve zaten de onları ilk keşfeden şu İngiliz çift Leakey’ler gibi bir Türk, bir Arap, bir Çinli, ne bileyim ben, bir Hintli "ilim aşığı" bul!
Artı, bir de onların bu çalışmalarını yine bütün bir hayat boyunca ve hiç karşılık beklemeden, sırf yine "bilime şan olsun" diye finanse edecek olan; "hayırsever"den ziyade "mesen" denilen kategoriye girecek bir Türk, bir Arap, bir Çin, bir Hint zengini bul!
İNSANUS HACIAĞAYUS
Evet evet, her ikisinden de birer tanecik bul ve sonra, madem İngiliz çiftin kazıdan çıkarttıkları ilk "homo erectus"u, keşif mıntıkasının Afrika’daki coğrafi adına ve paracıkları gönderen "Boise" ismindeki zenginin soyadına atfen "Zinjanthropus boisei" diye vaftiz etmelerine pek hiddetleniyorsun, bunu aşmanın kolayı var.
Sen de aynı merak, aynı sebát, aynı beceriye sahip ol! Sen de, sırf kendin için "bilmek ve öğrenmek ihtirası"yla yan ve tutuş! Ve ara tara, daha eski bir "dikilek insan" iskeleti keşfet!
Leakey’ler Tanzanya’nın Arabi tanımı "zenc"i, yani "zenci"yi kullanarak "zinj" demiş ama, sen "laikçi-ulusalcı"sın ve Araplardan da hazzetmezsin ya, eh buna da yanaşma.
Kemik kalıntılarını, diyelim ki "Çemişgezekus İnsanus Hacıağayus" veya "Anadol Ademus Şabanbeyzadeyus" türünden isimlendirmelerle b-i-l-i-m t-a-r-i-h-i’ne geçir! Ve bu takdirde, onu kullanmayan námerttir!
Zaten böyle bir durumda, gerçekten de "kahrolsun kendi kültürünü empoze eden Batı emperyalizmi"! Ne dersin ağam? Var mısın "ulusalcım"?
Kof ve korkak sloganların "öteki" düşmanlığı yerine o "öteki"ni, onun zihin sistematiklerini ve onun fikir yöntemlerini hakkıyla bilerek aşmaya hazır mısın? Bütün önyargılardan arınmış biçimde, "homo erectus"u evrensel lügatte "dikilek insan"a dönüştürebilecek "öğrenmek" iradesine ve ihtirasına sahip misin?
Bak, yüzünü daha fazla kızartmamak için, putlaştırdığın "Kemalizm"in en büyük sözcülerinden olan ve "Öztürkçe’nin babası" (!) addedilen Nurullah Ataç’ın, Türkiye’de ilkokullardan itibaren Yunanca ve Latince öğretilmesi istediği konusuna dahi girmedim.
Ama gelecek hafta, "dikilek insan" konusuna neden girdiğimi açacağım.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
BUNDAN böyle seçim, meçim düzenlemenin gereği kalmadı. Hiç hácet yok! <br><br>Pisi pisine masraf oluyor. Artı, boşu boşuna da vakit kaybına yol açıyor. Çünkü, işte artık ayan beyán ortada ki Türkiye’de evrensel demokrasi falan değil, "jüristokrasi", yani "yargıçlar iktidarı" hüküm sürüyor.
Ülkemizi "yüksek hakimler"den (!) oluşan bir meslek loncası yönetiyor.
Dolayısıyla da, sen sağ ben selámet, sandık başına giderek boşa kürek çekmeyelim.
* * *
ÖYLE tabii, zira madem "kanun yapıcı" hangi yasayı çıkartırsa çıkartsın "kanun tır-pan-la-yı-cı" onu anında hadım ediveriyor, biz de aklımızı peynir ekmekle yemedik ya!
"Kuvvetler ayrılığı" ilkesindeki en temel unsuru belirlemek için neden yırtınacağız?
Deli diváne miyiz ki, "millet iradesi", "parlamento seçkisi", "hukuk yetkisi" gibi evrensel kıstaslara atıfta bulunmakta ısrarlı davranarak, tatlı canımızı üzeceğiz?
Her şey ortada, ulus mukadderatımızı nasılsa, káh "27 Mayıs idamları cuk oturdu" diye demeç buyuran; káh da emekliliğini alır almaz ya "ordu göreve", ya "Kürt bakkala gitme" sloganlı dergilerde "yazar" (!) oluveren "tarafsız" (!) Ankara hakimleri belirliyor.
O halde, ağzımızla kuş tutsak dahi durum değişmeyecek.
İyisi mi, tevekkeltü táalallah, makûs kaderimize razı olalım ve "yargıçlar cumhuriyeti"nin sultası altında yaşamak fikrine alışalım.
* * *
HAYIR, alışmayalım! Tabii ki ironiyle söyledim, böyle bir sultaya asla alışmayalım!
Çünkü buna alışmak, demokrasiye yabancılaşmayı kabullenmek demektir.
"Şeriat’ın kestiği parmak acımazmış", láf ola, beri gele! Bal gibi de acır! Acır ne kelime, oluk oluk kanar. İrin irin akar. Zira o "şeriat", yani burada "kanun", öz itibariyle bir yorum meselesidir.
Ve, Anayasa Mahkemesi’nin hicáp tarzda giyinerek üniversiteye gitmek özgürlüğünü t-ı-r-p-a-n-l-a-m-a-s-ı, söz konusu "yorum"da çizmeyi aşmanın son raddesidir!
* * *
ÖYLE, çünkü bütün demokratik hukuk sistemlerinde, yukarıdaki tür yargı organları, "kanun yapıcı"nın onayladığı yine yukarıdaki tür yasaları ancak ş-e-k-l-e-n değerlendirebilir.
Zaten aynı ilke Anayasa’nın 148. maddesinde, "sadece" kelimesi bilhassa eklenerek, "Anayasa değişikliklerini ise sa-de-ce şekil bakımından inceler ve denetler" diye yer alır.
Dolayısıyla "esas"ı yalnız ve yalnız, o "kanun yapıcı" sıfatını taşıyan Meclis belirler.
Diğer bir deyişle, mahkeme, zaten binbir tanımı olan laikliği kendi tarafgir kıstaslarına göre yorumlayıp, tesettürle üniversiteye gitmenin aynı laikliğe aykırı olduğu hükmünü veremez.
Verdiği takdirde ise "kanun denetleyici" yetkisini aşar. Demokratik hukuku da aşar! Bizzat kendini "kanun yapıcı" yerine koymuş olur ki, sonu o "jüristokrasi"ye gider.
* * *
ÖTE yandan, üniversite kelimesi evrensel anlamına gelen "universalis"ten türemiştir. Dolayısıyla, buralar en çok özgürlük tanıyan kurumların başında gelirler. Öncüdürler.
Zaten, laik - anti-laik çelişkisine rağmen Türkiye’de dahi kutupların en uzlaştığı nokta, oralardaki giyim serbestisidir. Öğrenci ve veliler yargıçlardan sonsuz defa daha hoşgörülüdür.
Kaldı ki, aldığı kararla bu çelişkileri şimdi bilhassa bilemiş olan Anayasa Mahkemesi, o Türkiye’den başka, o üniversitelerde hicábın yasaklandığı kaç demokratik ülke gösterebilir?
Yoksa, tereciye tere satmak anlayışına göre, aynı mahkemenin "yükseek" yorumu ve "engiiiin" bilgisi, buralardaki laiklik anlayışı "gerçek laiklik" (!) saymamakta mıdır?
Her halükárda da, "jüristokratik" bir "yargıçlar cumhuriyeti"ne gidişat artık, demokrasilerin asla alışmayacağı ve asla alışamayacağı bir rotaya doğru sürüklenmektedir.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2008
DÜN dedim ki, her devrim bir olağanüstülük durumudur. Normal sayılmaz. İsyandır. Mevcut statüko ve legaliteyi yıkarak, kendi statüko ve legalitesini yaratmayı hedefler.
Artı, yine her devrim sınırlı bir süreçtir.
Anlık zamanlaması yaşanır.
İlelebet sürmez.
On aylık terör ertesi "Direktuvar"da istikrar arayan 1789 Devrimi de ilk delili sunar.
* * *
ZATEN, Leon Troçki’nin ürettiği "sürekli devrim" teorisini asla hayata geçmemiştir
Onun zıddı Benito Mussolini’nin "devinimci faşizm" nutukları da havada kalmıştır.
Yahut devrim sözcüğü öyle ayağa düşmüştür ki, Stalin’in aynı Troçki’yi katlettirdiği Meksika’da olduğu gibi, maskaralık "Kurumsal Devrimci Parti" (!) vaftizine varmıştır.
Veya, Mao’nun yaptığı gibi Çin "Kültür Devrimi" adı altında kıyam düzenlenmiştir.
Ve tabii bunlar özü, yani devrimlerin asla sürekli olamayacağı gerçeğini değiştirmez.
Doğası gereği, her devrim önce oturur; sonra da yeni statüko ve legaliteyle sistemleşir.
* * *
AMA yine de, yukarıdaki diyalektik gelişme ve "ehlileşme", bizim "ulusalcı-laikçi" cihetin diline doladığı "devrim yasaları" deyiminin lügatte olmadığı anlamına gelmiyor
Doğru, böyle bir deyim gerçekten de siyaset terminolojisinde mevcuttur.
Fakat, onların demokrasiye karşı silah olarak kullandığı kontekse girmez.
İlgisi yoktur.
Zira, adı üstünde "devrim yasaları", bu kavram da aynen o devrimin kendisi gibidir.
Yani, bir olağanüstülük, anormallik, geçicilik döneminin "adalet"ine (!) tekábül eder.
* * *
TABİİ, adalet dediğim için evrensel hukuku kastetmiyorum.
Aksine, onunla zıtlaşır.
Ama madem ki devrim bir "isyan anı"dır, o hırgürde evrensel hukuk kimi bağlar?
Metazori, özünde bir "kanunsuzluk kanunu" olan "devrim yasaları" devreye girer.
Eh sıkıysa da uyma, kopsi kefali, kelle ya giyotine yatar, ya darağacında sallanır.
Nitekim, sorgu sual hak getire, mezbahada koyun keser gibi o giyotinde o kelleyi uçuran Fransız; stepte keklik avlar gibi duvarda "beyaz" kurşunlayan Bolşevik ve gölde balık tutar gibi ipte muhalif asan Nazi ihtilálleri hep kendi "devrim yasaları"nı uygulamışlardır.
Ama bu uç örneklerde bile, Fransa "Konvansiyon"un "fren" kararlarıyla; Rusya "sosyalist legalite" açılımlarıyla; Almanya da Carl Schmitt’in "devlet egemencisi hukuk" teorileriyle, istim arkadan gelse dahi, "kanunsuzluk kanunu"na kılıf aramaya çalışmışlardır.
"Devrim yasaları" mümkün mertebe devrimin "tahkim süreci"yle sınırlanmıştır.
* * *
DOĞRUDUR, o tahkim süreci sırasında Cumhuriyet de "devrim yasaları" uyguladı.
Ama en önce, bunlar yukarıdakilerle kıyaslanamaz ölçüde i-n-s-a-n-i sayılmalıdır.
"İstiklál Mahkemeleri" ve "149’luklar Sürgünü" türü gelişmeler Fransız, Bolşevik, Faşist veya Nazi "kanunsuzluk kanunları" yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalır.
Fakat daha da önemlisi, Mustafa Kemal’in büyüklüğü ve devlet adamlığı sırf söz konusu "devrim yasaları"nı mümkün mertebe mutedil tutmuş olmakla sınırlı değildir.
* * *
DEĞİLDİR, çünkü Anayasa, Medeni Kanun, Ceza Kanunu vs. Cumhuriyet anormal ve olağanüstü durumu çabuk aştı.
Yeni statükonun yeni legalitesini büyük bir hızla inşa etti.
Ve, bu "hukukileşme" anından itibaren de, "ulusalcı-laikçi" zevatın demokrasiye karşı tetiklediği "devrim yasaları" falan değil, tek ama tek bir y-a-s-a-l-l-ı-k söz konusudur.
Bunu da Türkiye Cumhuriyeti’nde bugün geçerli olan kanunlar belirler ve nokta!
Dolayısıyla, 85 yıl önceki olağanüstülüğün "devrim yasaları" tehdidi artık sökmez.
Biline, bu ülkede "ulusalcılar"ın ödlek tasaları ve öcü tasarıları değil, yalnız ve yalnız sivil ve demokratik bir sistemin "Cumhuriyet yasaları" hüküm sürüyor ki, tekrar nokta!
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2008
"ULUSALCI - laikçi" cihetin ağzında sakız niyetine şapırdattığı son moda láf şu: "Devrim yasaları!"
Cahil arı sokasıca dillerine şimdi de bu deyimi pelesenk ettiler.
Lokman hekimin her derde devá reçetesi gibi, belki dazlak satıhta saç biter umuduyla, kel başlarına avuç avuç "devrim yasaları" ve "ihtilál kanunları" merheminden sürüyorlar.
Nitekim, "hukuk" adına AKP’yi kapatmak cüretkárlığına mı yeltenildi?
Gerekçesi dünden hazır!
Lebbedek, "devrim yasaları" açıklamasını buyuruyorlar.
Yahut, hicáp giyinen insanlar "çağdaşlık" (!) adına aforozlanmaya mı çalışıldı?
Derhal, nane - limon niyetine "ihtilál kanunları" iksirinden kaynatıyorlar.
Ve tabii ki, buradaki "devrim" ve "ihtilál" kelimeleriyle Cumhuriyeti kastediyorlar.
* * *
OYSA hayır, böyle bir şey yok!
Asla olamaz!
Asla da olmadı!
Çünkü, "yasa" diye piyasa sürülen bu asılsız hukuk terimi ne Türkiye’de, ne de başka yerde, o devrimden seksen beş yıl sonra bile sihirli değnek niyetine kullanılmaya çalışıldı.
Her kapıyı açan maymuncuk ve her kaba dökülen salça olarak böyle cılkı çıkartılmadı.
Dolayısıyla, dur be ağam, dur be paşam, dur be "ulusalcım", dur be "laikçim"!
Şimdi önce "devrim nedir" sorusunu soralım ve sonra onun "yasa"sına gelelim ki, küláhımın dahi yutmadığı şu uyduruk terminolojinin cilásını serçe parmağıyla döküverelim.
* * *
BURADA ilkin bir parantez açmam gerekiyor.
Biline ki, bugün "derin egemenler"in süngüsü arkasına saklanıp "ulusalcı" ideolog kesilen ve "karanlıkçı maocular"dan "atmış sekizci vakıfçılar"a uzanan kesim Marksist geçindiğinden, daha düne kadar Cumhuriyet’i "gerçek devrim" (!) kategorisine katmazdı.
Çünkü malûm, aslında Karl Marx’tan sonra oluşturulmuş olan Marksist-Leninist lûgat pek bir havalarda satır karalar.
Öyle kolay kolay "devrim" payesi bahşetmez.
Sıfatı "hak etmek" için üretim ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi şartını getirir.
Eh, 1923 Türkiye’sinde böyle bir iktisadi dönüşüm yaşanmadığına göre, daima şablon arayan bizim köşeli beyinler Cumhuriyet’i de "fasulyeden" sayarlardı. Burun kıvırırlardı.
Oysa, aynı Cumhuriyeti’miz tabii ki bir d-e-v-r-i-m’dir, bir ihtiláldir ve bir inkiláptır!
* * *
ÖYLEDİR, çünkü ana hatlarıyla "devrim" dediğimiz şeyin esas tarifi şudur:
"Mevcut statüko ve legaliteye karşı gerçekleşen ve eskisinin yerine yeni bir siyasi statüko ve hukuki legalite inşa etmeyi hedefleyen, kısmen kitlesel radikal eylem."
Burada, üretim ve mülkiyet ilişkileri türünden ekonomik unsurlar illá devreye girmez.
Zaten de láf aramızda, aynı Marx’ın kendisi dahi tüm Avrupa’yı sarsan ve üstelik başarısızlıkla sonuçlanan 1848 gelişmelerini "ihtilál" diye nitelemekten çekinmemiştir.
Dolayısıyla da, paradigmayı köklü biçimde değiştiren ve çokuluslu bir imparatorluktan ulus-devlete geçişi sağlayan Cumhuriyet, baştan sona dek bir d-e-v-r-i-m’dir. Bu, tartışılmaz!
O halde demek ki, nedámet getirdiklerini itiraf etmek dürüstlüğünden mahrum olsalar bile, "ulusalcı - laikçi" kesim 1923 Cumhuriyet’imize nihayet "ihtilál - inkiláp" demek "álicenaplığını" (!) gösterdiğine göre, buradaki birinci tanımda anlaşmış oluyoruz.
* * *
OYSA, beyaza "beyaz" demek anlamına gelen bu terminoloji ortaklığı hiçbir şeydir.
Bir olağanüstülük anı olan devrimler ilelebet sürmediğine; dolayısıyla da, yeni statüko o olağanüstü yasaları yeni legalitede ehlileştirdiğine göre, "ulusalcılar"ın "devrim yasaları" diye arkasına saklandığı "kara", kapkara maskeyi indirmek zorunluluğu ortadan kalkmaz.
Bunu yarın indireceğim ki, bakalım altında yasa mı var; yoksa bambaşka tasa mı var?
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2008
KABUL, dereyi görmeden paçaları sıvamamak ve temkinli davranmak gerekiyor. <br><br>Fakat yine de şu olgu artık önemli ölçüde kesinlik kazandı: ABD seçimlerindeki Demokrat Parti adayı büyük ihtimalle Barack Obama olacaktır.
Özellikle de, Parti "ákil adamları"nın Florida ve Michigan delegelerine ilişkin olarak aldığı son idari karar, zaten rakibini geriden izleyen Hillary Clinton’un şansını daha da azalttı
* * *
YUKARIDAKİ gelişme, önceki günkü Porto Riko oylamasını yitirmesine rağmen, melez adayın "sihirli rakam" diye tanımlanan ve iç bünyedeki delege çoğunluğuna tekabül eden 2.118 sayısına çok yaklaştığı anlamına geliyor.
Nitekim, belki bugün gerçekleşecek Montana ve Güney Dakota önseçimleri ertesinde; ama daha büyük olasılıkla da hafta sonu, Obama kendisini başkan adayı olarak ilán edecek.
Eşek amblemli partinin 25 Ağustos’ta Denver’de başlatacağı "Demokrat Konvansiyon" ise "malûmun ilámı" niteliğini taşıyan bir "teferruat" oluşturacak.
Dolayısıyla da, bu defa ihtiyat payını birdenbire çıkartmak kaydıyla, sıfatı "beyaz" olan Saray’a ABD tarihinde belki ilk kez, derisinin rengi "ak" olmayan bir lider yerleşecek.
* * *
EVET, buradan itibaren bir değil bin ihtiyat gerekiyor!
Çünkü en önce bir; Bush’un sekiz yıldır hem ülkesine, hem de dünyaya "illálllah" dedirttiği olgusundan yola çıkmak ve dolayısıyla da, bunun tepkisel meyvesini toplayacak bir Demokrat Parti’nin seçimleri mutlaka kazanacağını varsaymak, ancak müneccimbaşılık olur.
Böyle "çantada keklik" bir olasılık ufukta gözükmüyor.
Zira iki; Obama - Clinton çelişkisinin devam ediyor olması ve böylelikle de karşı taraftaki "bölünmüşlük" imajının pekişmesi, John McCain’in şahsında kendi adayını çabucak belirlemiş bir Cumhuriyetçi Parti’nin ekmeğine yağ sürdü ve de hálá sürüyor.
O halde de üç; fazlasıyla "muhteris" bir portre çizen eski "first lady"yi "şimdiye kadar neden centilmence çekilmedi" diye eleştirenlere hak vermek gerekiyor mu?
Doğrusu, bunun cevabını tam kestiremiyorum.
* * *
KESTİREMİYORUM, çünkü hadi, zaten Washington ricáliyle içli dışlı Clinton’un Obama’yla karşılaştırılmayacak oranda yönetim tecrübesine sahip olması; artı, onun Amerikan orta sınıflarını siyahi adaydan daha fazla cezbetmesi gibi nesnel olguları geçelim.
Fakat, aynı Hillary Clinton büyük ihtimalle ikinci bir stratejiyi de hesaplıyor.
O da şu ki, bugüne dek kasten pes etmeyen New York senatörü çok muhtemelen, finişe yaklaşan rakibini hiç olmasza diğer bir uzlaşmaya zorlamak peşinde koşuyor.
Yani, en çok delege çıkartan adayın başkan, ikincinin ise yardımcı olarak seçimlere gireceği ve "ortak bilet" anlamında "ticket" denilen hedefi de yedekte tutuyor.
Başka bir deyişle, eski "first lady" yarışı atbaşı sürdürmekteki ısrarıyla bir anlamda, Barack Obama’yla son bir pazarlık daha yapmak kartını da elinde bulunduruyor.
Bunu da Clinton ağzından şöyle özeleyebiliriz:
* * *
"BARACK bana bak ve de beni yendin diye hiç kasılmadan, aklını başına topla!
Eğer náçiz şahsımdan başka bir yardımcı saptar ve McCain’le hesaplaşmaya öyle girersen, bilesin ki orta sınıflar sana oy vermek yerine sandık başına gitmeyecekler.
Artı, sen pek toysun ve Washington’daki dolaplar karşısında tongaya basarsın.
İyisi mi, sana ’ak oy’ getireceğim ve mahremde göz kulak için şu ’ortak bilet’i paşa paşa kabullen de, seçimlere ikili girelim".
Bu senaryonun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini çok yakında beraber göreceğiz.
Yazının Devamını Oku