Mayıs yazıları (III)

"SARI Erol" etrafı kolaçan etti. İftiharla, "bak sana ne göstereceğim" dedi.

Tatil başlangıcına çok az süre kaldığına göre, demek 1968 Mayısı’nın sonu olmalıydı.

Mesai saati henüz bitmediği için de eğitim grubu üyeleri daha lokale gelmemişti.

İkimiz, çay üstüne cigara içerek TİP Kadıköy ilçesinde "dünyayı kurtarıyorduk".

* * *

"SARI Erol" teksir odasının kuytusuna çekti. Katlanmış ceketin içindeki paketi açtı.

Kapkara, Çekoslovak malı ve dokuz milimetre çaplı bir otomatik tabanca çıkarttı.

Soru sormama fırsat bırakmadan da "bu gece benim nöbetim var" diye ekledi.

"Nöbet"ten kastettiği şeyi ise İstanbul Üniversitesi’ndeki işgal oluşturuyordu.

* * *

HENÜZ on yedi yaşımın tam arifesinde olmama rağmen yine de, o güne dek yalap şalap okuduğum Marksist-Leninist lügatin "bilgi" (!) kırıntılarıyla, hafiften itiraz ettim.

"Legal parti", "merkezi örgüt", "kitle çizgisi" gibi argümanlar sıraladım.

"Oportünistliğin álemi yok" diye tersledi. "Pasifistliği bırak" demeyi de unutmadı.

Ardından, "Fransa’yı görmüyor musun, Paris yanıyor" diye ekledi.

Oysa aksine, radyodan ve dergiden Fransızcasını da izlediğim içindir ki, ay başından beri sürüp giden tüm arbedeye rağmen tek kurşunun atılmadığı o Paris’i bilhassa görüyordum.

Dolayısıyla, bizim de Türkiye’de fışfıkladığımız şu marjinal "isyan" oradaki yoğunluk ve kitleselliğin eline su dökemezken, "Sarı Erol"un piştov peydalaması midemi bulandırdı.

* * *

SONRA, ilçedeki tabanca olup olmadığını bilmiyorum ama, aynı "Sarı Erol" ertesi yılki İTÜ seçimlerinde Cengiz’in (Çandar) yine "pasifist" konuştuğuna hükmetti.

Gazaba geldi ve hepsi "solcu" öğrencilerin arasında şarjörü anfi tavanına boşalttı. Hemen söyleyeyim ki, "Sarı Erol" ne ajan provokatördü, ne de gizli hafiyeydi!

Kodes, işkence, mahpus derken, "cinnet yılları" girdabında helák, heba ve telef oldu.

Her halükárda da, bizde yaşandığı farzedilen ama aslında asla ve asla ya-şan-MA-mış olan "altmışsekiz" Türkiye’ye iki temel dürtü ve iki temel ruhiyat ekseninde damga vurdu.

* * *

BİRİNCİSİNE sonra geleceğim, anekdottaki bu ikinci unsur "şiddet fetişizmi"dir.

Ve, sağ-sol; merkez-uç; aşırı-ılımlı, fark etmez, bunun derin bilinçaltı kökenlerini "at, avrat, silah" sözüyle simgeleşen feodal ve pederşáhi değerlerde aramamız gerekiyor.

Zaten de, kırk yıl sonra kimse kimseyi kandırmasın! Madik atmaya yeltenmesin!

Batı’dan "esinlendiği" varsayılan ve "sol" örgütler tarafından yine şiddet ekseninde yönlendirilen "üniversite reformu" talepleri ancak göstermelik bir mazeret olarak kullanıldı.

Yetmişli yıllar kaosunun şer çiçekleri, anfi ve kampusların saksısında tohuma düştü.

* * *

NİTEKİM, tüm Batı "Mayıs"ı bizle kıyaslanmayacak oranda kitlesel ve derin yaşadı ama, "Kızıl Ordu Fraksiyonu"nun Almanya’sındaki ve "Kızıl Tugaylar"ın İtalya’sındaki marjinallikler hariç, ora ülkeleri Türkiye’deki gibi kolektif "cinnet yılları"na sürüklenmedi.

Çünkü, oralardaki "altmışsekiz" kapitalist refah toplumlarını kendi içinde sorguladı.

Oysa bizimkisi feodal değerleri "prekapitalist" ideolojilerle harmanlamaya kalkıştı.

Orası "sevişmek meşruiyeti" talep etti. Biz aksine, "bacı" riyakárlığını yerleştirdik.

İsyan orada, "hayat, hemen şimdi" ve "yasaklamak yasaktır" şiarlarıyla bütünleşti.

Bizde de ise "Bu karanlık yolun sonunda/Doğacak güneşi görüyoruz" marşının vaatleriyle "adam tavlandı" ve en totaliter yasakçılık "devrimsi yasa" diye tabulaştırıldı.

Zaten bütün bunlardan dolayı da, Türkiye’deki "isyan"ın (!) ikinciden çok daha önemli birinci özelliğini onun "karşı devrimci" niteliği oluşturdu ki, cumartesi değineceğim.
Yazarın Tüm Yazıları