24 Haziran 2008
MALÛM, "Taraf" Gazetesi gerçekten çok büyük bir mesleki başarıya imza attı.<br><br>TSK’nın sivil Türkiye’yi susta durdurmak için hazırladığı "Eylem Planı"nı teşhir etti. Ordu’nun nasıl bir "kışla mühendisliği" peşinde koştuğunu belgeleriyle ispatladı.
***
ASLINDA, yukarıdaki "plan" malûmu bir defa daha ilám ediyor. Tekrarlıyor.
Yani, 27 Mayıs darbesinden beri kendisine "kurtarıcılık" (!) ve "bekçilik" (!) misyonu vehmeden cihet-i askeriyenin "garnizon ideolojisi"ni ortaya koyuyor.
Belli ki, bundan bir milim vazgeçmemiş ve de vazgeçmeye niyetli gözükmüyor.
Nitekim, Genelkurmay’ın "hiyerarşik kademenin onayını almamıştır" diye yaptığı o çevir kazı yanmasın "yalanlama" (!), aklı bir nebze çalışan hiç kimseyi tatmin etmedi.
Bendeniz de dahil hepimiz, "ya, öyle mii?" diye bıyık altından müstehzi gülümsedik.
Biliyoruz ki, fesádı açıklayanlara karşı hakaretamiz iftira ve ifadelerle de dolup taşan bu "yalanlama" (!), zevahiri kurtarabilmek ve minareye kılıf uydurmak için yapılmıştır.
***
ÖYLE, zira bunun aksi bir durum tahayyül edilebilir mi? Tersi olabilir mi?
Ancak, cevabı aramadan önce kısa bir parantez açmak istiyorum.
TSK yukarıdaki planını "Láhika - 1" diye adlandırmış ki, işte buna çok şaşırdım.
Demek bir ikincisi de var veya yolda ama, "ek" anlamına gelen o "láhika" Arapçadır.
Oysa malûm, zaten "andıç" kelimesinin de mucidi olan o TSK "arı dil" avukatıdır.
Nitekim, sanki karşılıklar Türkçeymiş gibi, Fransızcanın "restaurant" ve "mönü" kelimeleri orduevlerinde bundan böyle, İtalyancanın "lokanta" ve "liste"siyle değiştirilmiş
Ve bu defa da "ek" yerine "láhika" demişler ki, sırrını hiç mi hiç keşfedemedim.
***
NEYSE, tekrar soruya dönüyorum. İşte, siz şimdi böyle bir "Láhika - 1" düşünün!
Ve bilin ki, kendi dümen sularında gitsinler diye gazetecileri "kafakola almaktan", Güneydoğu’da tansiyonu hep yüksek tutmak amacıyla Irak Kürtlerini kasten táciz etmeye; artı, adaleti etkileyebilmek için yargıçları "apoletlileştirmekten", toplumu ajitasyon ve propagandayla yönlendirmeye, o plandaki her bir madde ayrı bir anayasal suç ihtiva ediyor!
Üstelik bu defa, zaten adı üzerinde "Eylem Planı", geçmişte yine muhalif gazeteci fişleyen veya mahallede "Ku Klux Klan" üyesi arayan zeká kıtı biçáreliklere düşmüyor
Askerlik sanatına uygun biçimde önce genel ve ana bir "stratejik" hedef belirliyor.
Sonra da, yukarıda sıraladığım gibi, hin ve belden aşağı "taktik" ayrıntılara iniyor.
Başka bir deyişle, "Láhika - 1"deki k-u-r-m-a-y düzey üstünlüğü göz çıkartıyor.
Ancak tüm bunlara rağmen ve gözünüzün içine baka baka, sizin önünüze "komuta kademesi tarafından onaylanmamıştır" diye bir "yalanlama" konuluyor.
***
OLABİLİR. Evet, belki gerçekten de doğrudur ve onaylanmamıştır. Ne değişir ki?
Çünkü, TSK yüksek kademesinin önünde her zaman ve her an, o-n-u-n talimatıyla hazırlanan ve onay bekleyen sayısız proje, plan ve tasarım vardır. Bu, sonsuz sıradandır.
Ancaaak, "emir demiri, emir emiri keser" ilkesinin hüküm sürdüğü bir kurumda, askeri ve sivil bir suç oluşturan "láhika"ları genç üsteğmenler eğlence olsun diye yazmaz.
Yok eğer yazıyorlarsa da, hem onların, hem de komutanlarının "anayasal rejime karşı kumpas kurmak" suçundan derhal diván-ı harbe sevk edilmeleri gerekir.
O halde demek ki, "Eylem Planı"nı reddedemediği için "komutadan onay almadı" diye láfı döndüren "mazeret"leri ne küláh, ne miğfer, ne kasket, ne de kukuleta yutar.
Ve her halükárda, o "eylem planı" asla ve asla "stratejik hedef"ine ulaşmayacaktır!
Bunun gerekçelerini ben de yarınki kendi "Láhika - 2"mle açıklayacağım.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2008
Şu evrim işindeki reddiye teorisini işittiğim an, cinlerim başıma toplanıyor. Çünkü, söz konusu teoriyi benimseyenler insanın maymundan inmiş olduğu tezini gık çıkartmadan kabulleniyor. Ancak, geçen hafta sözünü ettiğim ilk dikilek insandan şimdiki ákil insana geçişin Afrika’da gerçekleştiğini asla kabullenmiyorlar. Hazretlere göre, farklı maymunlar dünyanın farklı mekán ve zamanlarında ayaklarının üzerlerinde doğrulanmış, farklı kavimler, farklı ırklar ve farklı soylar yaratmışlar. Elinin körü!
Tamam, maymundan indiğimiz fikrini kabullenmenin zorluğunu ben de biliyorum. Ne yani, bundan bilmem kaç yüz bin yıl önce ağaçta cirit attığımız ve dalda sallandığımızı tahayyül etmek kolay iş mi? Tabii ki değil!
Dolayısıyla, Darwin’in "Evrim Teorisi"ndeki gerçeği görsek de; bilimsel bulguların bu savı doğruladığını fark etsek de; anatomik benzerlikten hücre formülüne, iki cins arasındaki yakınlığın göz çıkarttığını sezinlesek de, eh, son tahlilde kendine "üstünlük" (!) vehmeden insan kategorisine giriyoruz. Böyle bir "aşağılanmayı" (!) benliğimize yediremiyoruz.
Nitekim, káh din mitolojilerindeki Adem ve Havva’ları üretiyoruz; káh da "Adnan Hocacı" fasilesinin yaptığı gibi, "yaradılış" teorileri uydurmaya kalkıyoruz.
Bir dereceye kadar hepsine ámenna, çünkü o insanlığımız zaten "nereden geliyoruz ve nereye gidiyoruz" sorusuna farklı cevaplar arıyor olmaktan kaynaklanıyor. Fakaaat?
Fakatı şu ki, bir de başka bir "reddiye teorisi"nin olduğunu biliyor musunuz?
İşte onu işittiğim an, cinlerim başıma toplanıyor. "Yaradılışçılar"ı tercih ederim.
Çünkü, söz konusu teoriyi benimseyenler insanın maymundan inmiş olduğu tezini gık çıkartmadan kabulleniyor. Ağaçtan yere basmış olduğumuz savına hiç itiraz etmiyorlar.
Daha ötesi, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında pek bir moda olan ve nihayetinde Nazizm’e varan "sosyal Darwinizm" fasa fisosuna yakın duruyorlar.
Ancak, yukarıdaki dönüşümün, yani geçen hafta sözünü ettiğim ilk "dikilek insan"dan şimdiki "ákil insan"a geçişin Afrika’da gerçekleştiğini asla kabullenmiyorlar. Hazretlere göre, hepimizin Kara Kıta’dan yeryüzüne dağıldığı gerçeği doğru değilmiş.
Hayır efendim, farklı maymunlar dünyanın farklı mekán ve zamanlarında ayaklarının üzerlerinde doğrulanmışlar ki, farklı kavimler, farklı ırklar ve farklı soylar yaratmışlar. Elinin körü!
AFRİKA KÖKENİ
Evet elinin körü, çünkü tabii ki buradaki bit yeniğini derhal sezinlemişsinizdir.
Zira onların bütün meselesi, zenciden, yani "aşağı ırk"tan, yani aslında "yamyam"dan iniyor olmuş olmaktan kaynaklanıyor.
İşte bunu kendilerine "yediremiyorlar"!
Şempanzeye, gorile, orangutana falan eyvallah da, iş Habeşi’ye gelince, ı-ıhhhh!
Oysa, bugüne kadar elde edilmiş bütün bulgular ve kazılardan çıkmış bütün kemikler "Afrika kökeni"ni tartışılmaz biçimde doğruluyor. Zaten teorisi de son derece mantıkiyet arz ediyor.
İklim değişikliğinden ötürü o yukarıdaki Habeşistan civarlarında orman gerilemiştir.
Dolayısıyla da, "savan" denilen yüksek otların ötesindeki tehlikeyi fark etmek için maymun iki ayağı üzerinde doğrulmak zorunda kalmıştır. Giderek de, bilûmum organları bu yeni duruma uyum sağlamıştır. Ve de nihayetinde, Süveyş müveyş derken, yavaştan yavaşa bütün aleme yayılmıştır.
Zaten, "Evrim Teorisi"nde insana hiç değinmemiş olsa dahi, Charles Darwin de aynı zoolojik türlerin ancak aynı botanik ortamlarda gelişebildiğini "a" artı "b" zikreder.
Ama yoook, yukarıdaki reddiyecilere göre, Allah yazdıysa bozsun!
SARI MEDENİYET
Öyle, çünkü sapsarı ve "ári" bir Cermen soylunun atalarının, kapkara ve "goril suratlı" (!) bir zenciye uzanması nasıl gerçek olabilir?
Bu takdirde, "üstün insan" teorisini istediğiniz kadar çekiştirin, nihayetinde fos çıkar.
Yahut, miniminnacık ve çıtı pıtı bir Çinli hanımın, bir budu yerde, diğer budu havada ve torpil memeli bir Afrikalı kadından indiği fikri nasıl benimsenebilir?
Böyle bir durumda, "Orta İmparatorluk" kültürünün Han kökenli olmayan diğer bütün halkları "barbar" (!) diye tanımlaması da şapa oturur. Dolayısıyla, asla mümkün değildir!
İnsanın maymundan indiğine evet de, o insanın "yamyam"dan indiğine hayır!
Nitekim, Avrupa’nın kıytırık bir köşesinde veya Asya’nın ırak bir mıntıkasında iki eski insan kemiği mi bulundu, hem "beyaz adam" hem de "sarı medeniyet" teorisyenleri bunun üzerine mal bulmuş Mağribi gibi atlayıveriyor.
"Gördünüz mü, biz başka maymundan iniyoruz" diye etrafı yaygara veriyorlar.
Ve tabii her seferinde, karbon ölçeğiyle yaş saptaması ve pergel açısıyla kafatası ölçümü derken, kılı kırk yaran incelemelerden sonra, oralarda bulunan kemik ve iskeletlerin Afrika’da elde edilenlere kıyasla, "çiçeği burnunda bir genç" olduğu anlaşılıyor. İnsanın Kara Kıta’dan dünyaya yayıldığı tekrar tekrar doğrulanıyor.
Dolayısıyla da, "Bizim aslımız Cava veya İberya maymunudur ama asla Afrika insanı değildir" patırtısı kopartanların ümidi bir başka bahara, bir başka kazıya kalıyor.
O insanlar ne garip! Ne muazzam ve ne aşılmaz önyargılarla varlık sürdürüyorlar!
Düşünün ki, farklı cins bir canlıdan geldiklerini metazori kabullenseler dahi, "aşağı" addettikleri aynı cins bir canlıyla hısım oldukları fikri bile onları çileden çıkarmaya yetiyor.
Kıllı hayvandan inmeye razılar, yeter ki kara derili insandan olmasın!
Zaten herhalde de bu garipliğimizden ve bu anlaşılmazlığımızdan dolayıdır ki, ağaçta paşa paşa yaşarken, çayırda iki yamuk ayağımızın üzerine dikilmek gafletine düştük.
Hadi geçmiş olsun!
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2008
SONUCU işittiğim an bütün cinlerim başıma toplandı. Hiddetten köpürdüm. İlk tepkim, televizyon önünde avazım çıktığı kadar "nankörler" diye bağırmak oldu.
Ekranın kırılacağından korkmasam, elimdeki meşrubat şişesini fırlattığımın resmidir.
* * *
HAYIR, Avrupa Kupası’ndaki her hangi bir futbol karşılaşmasından bahsetmiyorum.
Daha neler, top uğruna yürek enfarktı geçirecek kadar aklımı peynir ekmekle yemedim.
Ben, İrlanda’da gerçekleşen ve "hayır"la noktalanan AB referandumundan söz ettim.
Ve, tekrar n-a-n-k-ö-r-l-e-r!
* * *
EVET evet, nankörler, çünkü Portekiz ve Yunanistan dahil hiçbir üye, İrlanda’nın yararlandığı ölçüde Topluluk’tan nemálanmadı. Bu kadar papel, bu kadar mangır götürmedi.
Nüfusu topu topu dört milyon ama, bölgesel yardım, balıkçı kredisi, sermaya yatırımı falan derken, dile kolay, Ada’ya kırk milyar avro para girdi. Varın, kelle hesabını siz yapın.
Oysa, bundan yirmi yıl önce Dublin sokaklarını ilk arşınlamaya başladığımda, bir kaç şık semt hariç, James Joyce’nin kentini Kuzeyli bir Üçüncü Dünya şehrine benzetirdim.
Köhne mahallelerde oyalan ve sefaleti ılık birayla unutmaya çalışan aylak işsizler.
Öyle, "Eire" denilen ülke, bacası tütmez fabrikalar, kepengi açılmaz dükkanlar, koyunu otlamaz çayırlar ve uskuru dönmez tekneler sergileyen "molozluk müze"siydi.
* * *
SONRA, yukarıdaki AB tam anlamıyla bir Hızır Aleisselam olarak imdada yetişti.
Düne kadar açlıktan nefesi kokan ve nafaka kazanmak için káh İngiltere’ye, káh ABD’ye göçen ahali, Brüksel’in oluk oluk akıttığı değirmen suyuyla bir zenginleşti, pir zenginleşti.
Karun serveti edindi ki, en zirvede yer alan İskandinav devletlerini bile solladı.
Bırakın başka yere göçer etmeyi, tam tersine, burnu pek bir büyüyen o ahali artık "avam işlerde"
çalışmaya tenezzül buyurmaz oldu.
Akın akın Leh muslukçu, Rumen hizmetçi, Paki çöpçü ithal etmeye başladı.
Zaten, sonraki her gidişimde hayat seviyesinin dehşet hızla yükseldiğini gördüm.
Ve tabii aynı AB’yi düşünerek de, "darısı bizim başımıza" dedim.
Ama işte, "veli nimet" olarak öpüp başlarına koymaları gerekirken, devede kulak bir İrlandalı "çoğunluk" Topluluk Anayasa’sını reddetti ki, şimdi ayıkla pirincin taşını
Nitekim, dün ben bu satırları yazarken Brüksel’de konuyu tartışan AB zirvesi henüz noktalanmamıştı ama, bir çuval inciri berbat eden bu gelişmeye kolay çare bulunamayacak.
* * *
PEKİİ, İrlanda’daki "nankörler" kimdir ve ne istiyorlar?
Efendim, bu yeni görmüş zengin şımarıkları "havaiyatçı ekolojistler"ten "ulusalcı egemenciler"e uzanan ve káh çevreciliği, káh milliyetçiliği, káh da "adacılığı" gıdıklayan bir yama bohçadan oluşturuyorlar. Aslında, kendi aralarında da saç baş yoluyorlar.
Üstelik de af buyurun, hiçbir halt istemiyorlar. Tek bir alternatif dahi sunmuyorlar.
Zaten bunun için, ne ciddi bir partiden; ne de çok güçlü Kilise’den destek bulabildiler.
Oysa ne çare ki, kriz ufukta görününce Leh muslukçuyu sepetlemek isteyen "sıradan proleter"; Dublin’in AB komiseri ferágatini "onur"una yediremeyen "milli egemenci" veya boşanma ve kürtaj tam yasallaşır diye ödü kopan kara Katolik, buz gibi de o desteği verdi.
Başka bir deyişle, İrlanda "nankörler"i, her biri ayrı telden çalan ama hepsi aynı gayr-ı mantiki "hayır"da birleşen ve hiç şüphesiz ki adına "halk" denen kitleden oluştu.
* * *
HALK... Ne mukaddes, ne dokunulmaz ve kulağa ne hoş gelen bir kelime değil mi?
O halde, buyrun ve kultsaldır diye, halkın n-a-n-k-ö-r-l-ü-k’üne de ses çıkartmayın.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2008
ŞEYTAN kulağına kurşun, Castro Küba’sı bir ve Kim Jong İl Kuzey Kore’si iki, bu çifte kızıl hanedan dışındaki hiçbir ülke "lider kültü" konusunda bizim elimize su dökemez İran’daki Humeyni, Çin’deki Mao, Suriye’deki Esad fetişizmleri dahi, Mustafa Kemal’e r-a-ğ-m-e-n ve onun adına dayatılan tapınma yanında zemzem suyuyla yıkanmış kalırlar.
Fakat doğru, takvimi bile anasının ismine vaftiz eden Niyazof Türkmenistan’ı ciddi bir riziko olarak belirmişti ki, Allah’tan rahmete kavuştu da üçüncü rakibi çabuk savmış olduk.
* * *
BİZİM de az - çok dil pelesengi ettiğimiz ve aslı "cultus" olan yukarıdaki "kült" kelimesi çağdaş siyasetbilim lûgatinde, "kişi putlaştırması"nı vurgulamak için kullanılır.
"Kültür"ü de türetmiş olan bu sözcük, Latincede toprağı ekmek - biçmek, sonra da tahılını ve meyvesini toplamak fiilini tanımlayan "colere" mastarından iner.
Başka bir deyişle, burada bir alışveriş; bir emek - ürün ilişkisi mevcuttur.
Artı, yaşamak için zorunlu bir hayat mücadelesine duyulan "kutsal saygı" vardır.
* * *
NİTEKİM, gel zaman git zaman, yukarıdaki maddi "kutsal" manevi boyut kazandı.
"Colere" fiilinin "cultus"e dönüşmesi, "dünyevi"den "uhrevi"ye geçişi de getirdi.
Yani bu defa, insanın metafizik "kutsal"la sürdürdüğü ilişkiyi tanımlar oldu.
Dolayısıyla da, tapınmak ve iman ve ibadet etmek durumlarını belirlemeye başladı.
Eh, nasıl ki o insanoğlu toprağı ektiğinde ödülünü hasatla alıyor, tanrılara veya Tanrı’ya tapındığı takdirde de bunun mükafatını saadet, huzur yahut cennet olarak toplayacak.
Zaten, Batı lisanlarının pek çoğunda söz konusu kelime ibadet anlamında kullanılır.
Pagodda tütsü, kilisede ayin, camide namaz, bunların hepsine "kült" denilir.
Her halükarda da, sözcük mutlaka d-i-n hissiyatı arzeden bir mukaddesatla donatılır.
* * *
İŞTE, yukarıdaki "lider kültü"nden söz ettiğimizde de aynı tapınma, aynı iman ve aynı ibadet içgüdülerini çağrıştırmış oluyoruz. Onlardan medet umulmasını kastediyoruz. Çünkü bu "kült" de bir kutsallık, bir dindarlık, bir maneviyatçık dayatır.
Şu farkla ki, o kutsal laik, o din seküler ve o maneviyat da maddi bir çehreye bürünür.
Ve, tapınmamız ve iman ve ibadet etmemiz istenen kişi, lider, önder isterse en ultra laik, en süper ateist, en şüpheci agnostik kimliği yansıtsın, buradaki d-i-n-i-l-i-k değişmez!
* * *
DEĞİŞMEZ, çünkü herhangi bir dünyevi insanı ve fikri dogma, tabu, put, totem gibi metafizik mukaddesatlara has simge ve özelliklerle donatırsanız, ipin ucu kaçmış demektir.
Buradan itibaren "rasyonel akılcılık"tan falan bahsetmeyin! Çarpılırsınız.
Zira buradan itibaren, şeklen laik ama ruhen teolojik bir i-m-a-n benimsemişsinizdir.
Aynı kod ve sembolleri kullanarak İncil "Tekvin"ini "haláskar nutku"na; Mesih ikonasını "ulu önder" posterine; cami huşuğunu kabir nöbetine; Buda büstünü de "kurtarıcı heykeli"ne dönüştürdüğünüz takdirde, seküler biçimde tapınan, yakınan, inanan fakat aslında yukarıdaki "kült"ün tá kendisinini uygulayan bir din sistematiği oluşmuş oluşturursunuz.
Üstelik bir de, taşçı kalfası ve "Atatürk heykelleri rekortmeni" (!) hazretin iftiharla yaptığı ve anlattığı gibi, "çatık kaşlı Tanrı"yla korkutmaya çalışırsanız, yandım Allah!
* * *
YANDIM Allah, zira göz adabının ırzına geçmek bir yana, "dünyevi kutsal" empoze etmek, manevi Tanrı’ya inanların "uhrevi kutsal"ını rencide eder.
Tepki ve yangın körükler
O tepkinin "Atatürk’ü değil Humeyni’yi seviyorum" raddesine varmasına çanak tutar.
Oysa, hiçbir semávi Tanrı kendini dayatmaz!
Dünyevi fáni de tanrılık dayatamaz!
Semávi ve dünyevi, tanrıları yalnız "kült" ibadetlerden medet uman insanlar dayatır.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2008
1926 yılında Varşova sefirliğine tayin edilen Yahya Kemal, Polonya başkentine giderken uğradığı ve de pek hazetmediği Prag hakkında şu iğnelemeyi kaleme almıştır: "Bir şehr idi güneşsiz / Tek semtini görmedim, Beneş’siz". * * *
BURADA adı zikredilen Edvard Beneş, Tomas Mazarik’le birlikte Çekoslovakya’nın kurucusu olan ve nihayetinde de cumhurbaşkanı seçilen iki millli kahramandan biridir.
Anlaşılıyor ki, daha sonra yukarıdaki Varşova’dan "Kar Musikileri"ni de yazacak olan özgür ruhlu şairimiz, Çeklerin her tarafı milli kahraman portresiyle donatmasından; heykelini dikmesinden, ismini meydanlara, caddelere, sokaklara vermesinden hoşlanmamıştır.
Yani, dün sözünü ettiğim "kişi putlaştırılması"ndan canı sıkılmıştır.
Ve, buradan itibaren hemen on ana noktayı hatırlatmam gerekiyor:
* * *
BİR; zaten henüz Atatürk olmamış olan Mustafa Kemal yukarıdaki tarihte "Gazi Hazretleri" unvanını taşıyordu. "Ebedi Şef" sıfatını çok daha sonra edinecektir. Biri Konya’da, ötekisi Sarayburnu’nda olmak üzere de yalnız iki heykeli mevcuttur.
İki; Südet bölgesi Cermenlerine karşı biraz baskı uyguluyor olsa dahi, Beneş’i Yahya Kemal’in "gözüne sokan" o Çekoslovakya gerek söz konusu dönemde, gerekse de Hitler’in kendisini yutacağı 1939 Martı’na dek Avrupa’nın e-n demokratik ülkelerinden birisi olmuştur.
Oranın özgürlük ve sivil toplum geleneği Ortaçağ’daki Huş reformculuğuna uzanır.
* * *
DOLAYISIYLA da üç; çokuluslu bir imparatorluğun "ana unsur"u olarak doğmuş Türkiye’yle; yine çokuluslu bir imparatorluktan ama onun "periferik unsur"u olarak kopmuş Bohemya-Moravya-Slovakya ülkesi arasında hiçbir tarihi, beşeri ve dini benzerlik yoktur.
Tek benzeşme, her ikisinin de çiçeği burnunda ulus-devlet olarak sahneye çıkmalarıdır.
Oysa dört; bu hayati farklılıklara ve "nûmune" diye gösterilmesine rağmen, o en demokratik ve en sivil Çekoslovakya "kişi putlaştırılması"nı Türkiye’den önce başlatmıştır.
* * *
ÇÜNKÜ beş; ayrıntısına sonra geleceğim, yukarıdaki "gidişat" (!) 1. Savaş ertesinde bütün bir dünya iklimini belirleyen boraların, fırtınaların, kasırgaların doğal uzantısıdır.
Çeklerin "Beneş takıntısı" Tatra dağlarından inen ve devede kulak kalan bir esindidir.
Türklerin "Gazi Hazretleri" ise Ege sularını yalayan hafif bir meltemdir. O kadar!
Zaten de altı; Yahya Kemal’in treni Prag’dan önce, hepsinin başında birer "rehber" veya "önder" ünvanı bulunan Tsankov’lu "beyaz terör" Sofya’sına; Kodreanu’lu "Demir Muhafız" Bükreş’ine yahut Amiral Horthy’li "çelik yumruk" Peşte’sine uğramamış mıdır ?
İneceği Varşova’da ise "kurtarıcı" Albay Pilsudski nezdinde elçi olmayacak mıdır?
* * *
VE işte bu takdirde de yedi: Esas olarak 1926’dan sonra oturaklaşan faşist "Duce"leri, Nazi "Führer"leri, Komünist "halk babaları"nı zaten geçiyorum ama, şu kesin gerçektir:
1923?1938 arasındaki "Atatürk iláhlaşması" ve "Ebedi Şef" kutsaması; háttá İnönü ’nün ondan sonra "Milli Şef"e dönüşmesi, o an mevcut dünya konjonktüründen soyutlanamaz.
Dolayısıyla da sekiz, dünkü durumu bugünkü kıstaslarımızla eleştiremeyiz.
Eleştirdiğimiz takdirde hem nesnel tarihle çelişiriz, hem de haksızlık yapmış oluruz.
Ve nihayet dokuz; Yahya Kemal’in Prag’daki Beneş’i hicvettiği yıl henüz 1926’dır.
Ama aslında on; çünkü "yıl henüz 1926’dır" derken yanlışa düşmüş oluyorum.
Burada, geçmişi vurgulayan bir "yıl a-r-t-ı-k 1926’dır" ifadesini kullanmak gerekiyor.
Böyle bir geriye dönüş mecburiyeti de, Türkiye dahil tüm modern zamanların tozunu atan ve etkisi hálá süren 1914-1918 Cihan Harbi’nden kaynaklanıyor ki, yarına bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2008
MALÛM, ekrana çıkartılan tesettürlü genç kızlardan biri Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmediğini ve İran Devrimi önderi Ayetullah Humeyni’yi tercih ettiğini ekledi. Olabilir. Özgür ve iradi bir seçimdir. Onu susturmak kimin ne haddine!
Hele hele, "adli soruşturma açmak" (!) ve falanca "koruma kanunu"nun, filanca maddesine göre cezalandırmaya kalkışmak kadar antidemokratik bir şey düşünülemez.
Ama böyle ciddi bir konu da, zevkler ve renkler tartışılmaz hafifliğiyle geçiştirilemez.
* * *
ÖYLE, çünkü örneğin ben söz konusu genç kızın tam zıddında yer alıyorum.
Allah yazdıysa bozsun, tabii ki ne "Kemalist", ne de "Atatürkçü"yüm!
Fakat, aynı Mustafa Kemal Atatürk’ü sonsuz severim. Mantığımla severim.
Aslını inkár eden námerttir, Gazi’nin ürünü olduğumu bilecek kadar akıl sahibiyim.
Artı, söz konu sevgim bir bütündür. Birini cımbızla seçip, diğerini kürekle örtmem.
Yani, yukarıdakilerin gizlemeye çalıştığı tüm insani zaaflar da benim sevgime dahildir
Ama, sadece sevdiğimi söyledim. Hamaseti ağzımdan yel alsın, aynı "Kemalistler"in yaptığı gibi, isim kutsadığımı, heykel putlaştırdığımı, portre ikonalaştırdığımı söylemedim!
* * *
BUNA karşılık, Humeyni’yi hiç sevmem. Günahım kadar sevmem. Diş bilerim.
Nefret ettiğim dini totalitarizm bir yana, "devrim" mevrim diye tongaya basıp Tahran’a dönen iki mülteci yoldaşımı Mollabaşı kurşuna dizdirttiği için, ayrıca kuyruk acım vardır.
Her halükarda da, benim kıstaslarıma göre Türk Cumhuriyet Devrimi’yle İran İslam Devrimi’ni kıyaslamaya kalkışmak, elmalarla armutları karıştırmanın bile ötesine taşar.
Birincinin "ışıltılı despotizm"i insanı özgürleştirecek demokrasiyi hedeflemiştir.
İkincisi ise "karartılı diktatorya" altında o insanı kûllaştıran teokrasiyi inşa etmiştir.
Zaten de, durum işte ortada! Karşılaştırın, fark göz çıkartıyor.
Kemal’e karşı "Kemalizm" sultası kurmuş bir statükoya rağmen eğer kanuni rizikoyu göze alıyorsanız, ekrana çıkıp "Atatürk’ü değil, Humeyni’yi seviyorum" diyebilirsiniz.
Ancaaak, Farsi televizyon "Humeyni’yi değil Atatürk’ü seviyorum" láfını edecek bir babayiğite söz hakkı tanısın, ben de ömür boyu molla sarığıyla gezeceğime yemin ediyorum.
* * *
ŞAKA bir yana, kızım yaşında olsa bile yine de benim gibi bir "Cumhuriyet ürünü" sıfatını taşıyan hicáp giyimli o genç hanım niçin Atatürk’e karşı Humeyni’yi tercih ediyor?
Derhal ekleyeyim, "canım, marjinal bir durumdur" diye kendimizi kandırmayalım.
Kabul biraz öyledir ama hepimiz bal gibi biliyoruz ki, bu uç raddeye ulaşmasa dahi, önemli bir kesim insanımız "esas itibariyle" o "marjinalite"ye yakın bir yerlerde duruyor.
Zaten, "koruma kanunu" kaldırılmış olsaydı bunu çok daha net biçimde görecektik.
O halde, madem yasa mevcutken bile birisi "ben Humeyni’yi seviyorum" diyebiliyor, bu takdirde "Kemalistler"e, "Atatürkçüler"e, "ulusalcılar"a hak vermek gerekmiyor mu?
Onların "devrim vidası sıkalım" vaazları son çare bir can simidi oluşturmuyor mu?
Yani, daha da fazla Atatürk heykeli dikmek, sloganı yazmak, portresi asmak, bulvarı açmak; putunu, tabusunu, totemini daha da çok kutsallaştırmak zorunluluğu dayatmıyor mu?
* * *
ASLA! Zira, eğer bugün önemli bir bölüm insanımız o tesettürlü genç kızın ideolojik periferisine yakın duruyorsa, bunun sorumlusu Büyük Mustafa Kemal Atatürk değildir!
Aksine, yegáne sorumlu, káh "Kemalist", káh "Atatürkçü", káh da "ulusalcı" yafta altında Gazi’nin adına ve ona r-a-ğ-m-e-n put, tabu ve totem empoze eden; Cumhuriyet’in özü olan demokrasiyi iplemeden de totalitarizmle otoritarizm arasında gidip gelen statükodur.
Bunun nedenlerine ve gerekçelerine yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2008
Aslına bakarsanız, Darwin fincancı katırlarını ürkütmemek ve daha çok leydinin sekte-i kalpten öbür tarafa gitmesine sebep olmamak için, álim ihtiyatlı davranmıştır. Ne başyapıtını oluşturan Türlerin Kökeni’nde, ne de diğerlerinde insanın ecdádına hiç değinmez. Buna ilişkin tek satır yoktur. "Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az" demeye getirir. Gerçek mi, uydurmasyon mu tam bilemiyorum ama her halükarda rivayet şöyledir: Büyük Charles Darwin’in "Evrim Teorisi" Kraliçe Viktorya dönemi İngilteresi’nde iyicene yaygınlaşıp insanın maymundan inebileceği varsayımı artık aristokratik salonlarda da tartışılmaya başlanınca, bunu işiten bir leydi dehşet şoke olmuş ve oracıkta bayılmış:
Tuz ruhu ve limon kolonyası falan, nedimeleri tarafından ayıltılır ayıltılmaz da derhal şu cümleyi söylemiş: "Ümit ederim ki doğru değildir. Fakat doğruysa, sakın maymunlar duymasın!"
Efendim, "mukaddes yaradılışçılığı reddetti" diye kıyamet kopartacak "Adnan Hocacılar" isterse mahkemeye versin, işte ben yukarıdaki "Evrim Teorisi"ne inanırım.
Yani, yüksek otların ötesini görebilmek için ilkin iki ayağı üzerine kalkmak zorunda kalan maymunla "dikilek insan"a; ondan, başparmağının açısını geliştirerek bu defa iki elini kullanmaya başlayan "mahir insan"a; nihayetinde de, artık beyin hacmini, dolayısıyla duyum melekesini geliştiren şimdiki "ákil insan"a geçildiğine inanırım.
Tabii bunlar yukarıda şematikleştirdiğim kadar basit ve istikrarlı değil ama olsun!
Çünkü, leydiyi korkutan maymunlar ister duysun, ister duymasın, işin özeti budur.
Ve, Karl Popper’in bilim felsefesini benimsediğim için de, tersi ispatlanmadığı müddetçe, Charles Darwin’in teorisi benim için geçerlilik taşıyan tek doğrudur!
İHTİYATLI DARWIN
Darwin dedim ama aslına bakarsanız, fincancı katırlarını ürkütmemek ve daha çok leydinin sekte-i kalpten öbür tarafa gitmesine sebep olmamak için, álim ihtiyatlı davranmıştır.
Ne başyapıtını oluşturan "Türlerin Kökeni"nde, ne de diğerlerinde insanın ecdádına hiç değinmez. Buna ilişkin tek satır yoktur. "Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az" demeye getirir.
Artı, onun yararlandığı 19. yüzyıl botaniği ve biyolojisi bugünkünle kıyaslanmayacak oranda kısıtlı olduğundan, oluşturduğu teoride maddi yanlışlar da mevcuttur.
Fakat tüm bunlar, aslında Fransız biyolog Jean-Baptiste Lamarck’ın Darwin’den bile önce bir hipotez olarak ortaya attığı ve geçen pazar anlattığım gibi, Afrika’daki bin bir kazıyla da doğrulanan, insanın maymundan indiği gerçeğini değiştirmez.
Peki, inanç ve iman felsefesini değiştir mi?
Ne diyeyim ki? Burada verilecek her cevap çok özneldir. Kişisel bir tercihi yansıtır. Ve bana sorarsanız da, asla değiştirmez! Değiştiremez.
Başka bir deyişle, eğer "Eski Áhit"in Adem ve Havva "Tekvin"ini mutlak dogma değil de bir "iláhi mitolojisi" olarak anlıyor ve akılcı mantığa açık kapı bırakıyorsanız, insanların maymundan iniyor olması, yine "iláhi" nitelik taşıyan arayışa nokta koymaz.
Hele hele, bütün semavi dinler içinde o dogmaya en mesafeli duran İslam açısından hiçbir engel oluşturmaz.
Çünkü, leydinin "maymunların duymamasını" istediği gerçek, ondan türemiş o insanın aradığı esas ve temel g-e-r-ç-e-k’in de yanıtını içermiyor ki!
Yani, yaratıcı Tanrı "y-o-k" diye cevap getirmiyor ve getiremez ki!
Öyle tabii, çünkü hadi anladık, Afrika’da iklim kuraklaşıp otların üzerinden uzağa bakmak ihtiyacını hissetmeden önce ağaç dallarında takla atıyorduk. Álá muz tıkıştırıyorduk.
Daha önce de dört ayakla yürüyor, yerde sürünüyor, denizden çıkıyor, yosundan bitiyor, hücreden bölünüyor veya proteinden ürüyorduk falan filan?
Daha daha önce ise ateşten bir dünyaydık. Gezegenden fışkırdık, galaksiden kaçtık.
Ve en, en, en başta da "big bang"in "madde-enerji"sinden doğduk.
Eee, daha, daha, daha da önce?
TANRI ZAR ATMAZ
Sonsuz çetrefillik arz etseler dahi, yukarıdaki şey "nihai tasavvurlar" ve "mümkün hipotezler" olarak zoolojiyle, botanikle, biyolojiyle, astronomiyle, matematikle, fizikle mizikle, hiç olmazsa teorik açıdan az çok açıklanabilir. Ama bunlar, her şeyin başlangıcı varsayılan "big bang"i de başlatmaya yetmiyor. Sorunun cevabını yine bilmiyoruz ve yalnız bilmiyoruz değil, asla da bilemeyeceğiz!
Zaten de bunun içindir ki, o kocca Albert Einstein’in bile aslında yanılgıya düşüp "kuantum mekaniği" teorisini reddederken, "İnsaf, Tanrı barbut zarı atmaz" demek ihtiyacını hissetmişti.
O halde demek ki, yukarıdaki somut fiziğe yaklaştığımız ölçüde, aslında soyut metafiziğe yaklaşıyoruz. Maddeleştikçe manevileşiyoruz ve aritmekleştikçe ruhánileşiyoruz.
Dolayısıyla da, İngiliz leydiyi bayıltan ve ilk tepki olarak "sakın maymunlar duymasın" dedirten "Evrim Teorisi"ni bir "bilimsel gerçek" olarak kabullenmemiz, bizi herhangi bir "iláhi gerçek"e ne daha fazla yaklaştırıyor, ne ondan daha fazla uzaklaştırıyor.
İki ayağımızın üzerinde "dikilek insan"a; oradan, iki elimizin başparmağında "mahir insan"a ve nihayetinde de koca beynimizin ışıltısında "ákil insan"a dönüşmüş olduğumuzu bilmek, işte o "ákilliğimiz"den dolayıdır ki, bize "mutlak cevabı" getirmiyor.
"Bilimsel gerçek"le yetinemeyecek kadar a-k-ı-l-l-ı olduğumuz içindir ki "iláhi gerçek" arayışını sürdürüyoruz ve zaten bu fıtratımızdan dolayı i-n-s-a-n kimliği ediniyoruz.
Gelecek pazar, "dikilek"i, "mahir"i ve "akil"iyle, o insanın Kara Afrika’dan çıkmış olduğunu reddetmeye kalkışan "beyaz adam teorileri"ni (!) maytaba alacağım.
Aman, sırf maymunlar ve "Adnan Hocacı"lar değil bilûmum ırkçılar da duymasın!
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2008
FRANSIZCADA "dadası olmak" diye bir deyim vardır. Daha doğrusu, vardı.<br><br>Çünkü, ölüyor. Her yaşayan dilde olduğu gibi, miadı dolduğu için artık can çekişiyor. Oysa geçmişte öyle "moda"ydı ki Anglo-Sakson ve Slav lisanlarda bile yer edinmişti.
Her halükárda, buradaki "dada" sözcüğü, kısmen gerçeküstücülükle de kesişen ve 1. Harp ertesinde geleneksel ekollerle köprüleri atan, aykırı bir sanat akımından kaynaklanır.
Tabu yıkıcı bu akıma "dadaizm" denilmiştir ki, Tristan Tzara’dan Andre Breton’a ve Max Ernest’ten Paul Eluard’a, pek çok 20. yüzyıl sanatçısı onunla az çok flört etmiştir.
* * *
NE dana, ne dama, bu "dada" hiçbir şey demek değildir. Anlamı manlamı yoktur.
Rivayet odur ki, Zürih’teki bir meyhanede buluşan kurucular kafayı tütsüledikten sonra lûgati gelişigüzel açmış ve çıkan sayfadaki ilk iki heceyi kendilerine vaftiz ismi seçmişlerdir.
Sonra, henüz yeni gelişen psikanalizin bilinçaltını da işleyen bu "dadacılar" aykırılığı medyatik kılabildikleri içindir ki, gel zaman, git zaman, "dadası olmak" deyimi türemiştir.
Moda ya, "dada"m aşağı, "dada"m yukarı, sözcük dil pelesengi edilir olmuştur.
* * *
BU deyimle, neredeyse aráza dönüşmüş bir uğraş, bir merak, bir saplantı kastedilir.
Biraz İngilizcenin "hobi"siyle benzeşir ama, "dada"daki vurgulama daha derindedir.
Örneğin, keyif verdiği için evde taka-tuka yapmak; masada koleksiyon pulu onarmak, yahut denizde filika küreği çekmek "hobi" kategorisine girer. Fakat, gerçek "dada" olmaz.
Olabilmesi için, merakın had safhaya varması ve "beyni" içerik taşıması gerekir.
Meselá, durmadan topladığınız ûd partisyonlarının ve taş plaklarının üzerine hastalık derecesinde titrer; artı, o ûd ağacından, üstád biyografisine her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmek, öğrenmek ve edinmek ihtirasıyla yanıp tutuşuyorsanız, burada "dada" var demektir.
İşte, benim de böyle bir "dada"m var!
* * *
BUNU, otoritarizmlerin ve totalitarizmlerin tüm maddi ve ruhi kökenlerini öğrenmek, dolayısıyla da onların bugünkü varyantlarını sezinlemek ve açıklamak uğraşı oluşturuyor.
Ve hiç şüphesiz ki, gayet kitabi olan bu "takıntı" ve "saplantı", "cinnet yılları"nda kendimin de aynı otoritarizm ve totalitarizmlerle gerdeğe girmiş olmasından kaynaklanıyor.
Başka bir deyişle, "dadaizm"in de yansıttığı o psikanalitik bilinçaltıyla uyuşuyor.
Yani, merakım kendi "ben"ime ilişkin bir sorundan kaynaklanıyor ama, aynı zamanda dünyanın ve Türkiye’nin "hál ve gidişatı"nı ilgilendirdiği için, boşa kulaç atmış olmuyorum.
* * *
AMA, konu bütün modern tarihi kapsadığından ve felsefeden ekonomiye, iláhiyattan siyaset bilime çok geniş yelpazeye yayıldığınden, mazoşist bir meşákkat çekiyorum.
Oku Allah oku, Gazali "Taháfut"ünden Marx ideolojisine; Rıza Nur defterinden D’Annunzio şiirine; Goebbels hatıratından Recep Peker dersine; Stalin teorisinden Schmitt hukukuna, otoritarizm ve totalitarizm vaazcılarının eserleri zaten kütüphanemi dolduruyor.
Fakat bir de, ben diyeyim bin siz deyin iki bin, bunları farklı yorumlamaları gerekiyor.
İhtiras bu ya, táa Edmund Burke’nin ilk Fransız Devrimi eleştirisinden, Taha Akyol’un son "Ama Hangi Atatürk" başyapıtına, "dada"mı ilgilendiren her şeyi hatmediyorum.
* * *
ATATÜRK! Zaten de bütün bu láf kalabalığını sözü oraya getirmek için yaptım.
Yani, Atatürk’ü değil Humeyni’yi sevdiğini söyleyen o tesettürlü öğrenci hakkında soruşturma açılmasının, aslında benim "dada"mın en göbeğine oturduğunu anlatmak istedim.
Ve bu konuyu salı günü, "dada"nın "d"sinden itibaren değil de toplum psikolojisinde "sevmek" ve siyaset tarihinde "soruşturmak" fiilerinin "s"sinden itibaren işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku