"ADAM olacak çocuk kakasından anlaşılır" diyerek kendime paye biçecek değilim.
Ama yine de şu kesin ki, haniyse beşikten itibaren dünya olaylarına pek meraklıydım.
Nitekim, bacak kadar olduğum o "radyo günleri"nde ebeveynlerimin "düşeceksin" ihtarına aldırmaz ve boyum yetmediği için,aparatın düğmesini sehpa üzerinde çevirirdim.
Lambalarının ısınmasını sabırsızlıkla bekler ve "ajans saati"ne can kulağı kesilirdim.
Zaten de, BM Genel SekreteriDag Hammarskjöld’ün Kongo’da şaibeli uçak kazasına kurban gitmesinden, ABD’nin Kastro’yu devirmek amacıyla Küba’da "Domuzlar Körfezi" çıkarması düzenlemesine, sayısız ve sayısız olay bugün dahi hafızama nakşedilmiştir.
Türkiye dış politikasına ilişkin gelişmeleri ise, Doktor Küçük’lü Kıbrıs pazarlığından Hariciye Vekili ve 27 Mayıs maktûlu Fatin Rüştü’nün Bonn gezisine dek, ezbere sayabilirim.
Gazeteci olduysam, her halde yukarıdaki merak kumkumalığımın bunda payı vardır.
* * *
AMA hadi diyelim ki, ben dış politika olaylarıyla haddinden fazla ilgileniyordum.
Fakat aslına bakarsanız, Türkiye’nin "sokaktaki adam"ı dadünyayı cidden izliyordu.
Zira, o vakit medya olmayan ve topu topu üç beş gazeteyi ve tek bir devlet radyosunu kapsayan haber araçları, yurt dışındaki siyasete bugünden çok daha fazla yer ayırıyorlardı.
Orana vurulduğu takdirde, direkt olarak Ankara’ya değinmeyen bu tür dış gelişmeler hácim, sunum ve öncelik itibarıyla, şimdikiyle kıyaslanmaz ölçüde ilk plana çıkartılıyorlardı.
Yukarıdaki çelişkiyi tam açıklayamıyorum.
Çünkü o Türkiye şimdikiyle kıyaslanmaz ölçüde "kuru" olduğundan, belki de yayın organları "su"yu dünyada arıyorlardı.
Ülkemizdeki olmayan renkleri ve tonları dışarıdan içeriye yansıtıyorlardı.
Fakat belki de, genel haber kaynakları çok kıt olduğundan, armut piş, ağzıma düş misáli, sayfayı ve mikrofonu uluslararası ajans teleksleriyle doldurmak daha kolaya geliyordu.
* * *
OYSA, artık evrensel konuma ulaşmasına ve altyapı ve kadro itibariyle de zirvelerde dolaşmasına rağmen, bugünkü Türkiye medyası "genel uluslararası politika"yı es geçiyor.
O politikalar için ya sayfada, ekranda, mikrofonda diş kovuğuna kaçmayacak ölçüde parantez açılıyor; ya da her olay iteklenip ve çekiştirilip, magazin boyutuyla öne çıkartılıyor.
Dolayısıyla da, kokain taciri gerilla şefinin ölümü ertesindeki gelişmeleri izlemek için Kolombiya’ya TV ekibi gitmiyor. Zimbabveli yoksulların Güney Afrika’da uğradığı mezálimin kökenini incelemek için ise, Maocu yamyamım hükmettiği Harare’ye muhabir gönderilmiyor.
Hadi, bunları zaten hayal bile etmemeyeyim ama aşağıdaki faciaya ne kulp takılır?
* * *
O da şu ki, Ankara arabuluculuğuyla başlatılan ve ülkemizde sürmekte olan Suriye - İsrail görüşmeleri tüm dünyada haniyse manşete çıktı ve çıkıyor. Tek bir ülke hariç: Türkiye!
Evet evet, tek tük istisnalar bir yana, girişimin öncüsü, mimarı ve mekánı olan o Türkiye’de medya bu çok ciddi ve önemli olayı dış kapının mandalından sonra ele alıyor.
Oysa, sessiz ve derinden çalışan AKP diplomasisinin Şam’la Tel Aviv arasında; artı, susulan Lübnan dahil, Ortadoğu sorununda devreye girmesi gerçekten de başarı oluşturuyor.
En azından, Ankara dosta ve düşmana karşı "ağırlıklı başkent" imajını yansıtıyor.
Halbuki, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeyen "muhalif medya" eğer böyle ciddi bir başarıyı kasten es geçiyorsa, o halde "yandaş medya"nın "şişirmesi" gerekmez mi?
Ne gezer! Zahir bu cihette hüküm süren "Yahudi takıntısı" oranın da sesini kısıyor.
Yani, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilen hükümetin inisiyatifi tüm dünyada Türkiye’nin kazanç hanesine yazılıyor; fakat bir tek aynı Türkiye’de kamuoyu bunu ıskalamış oluyor.
Ve heyhat, bırakın uluslararası dış politikayı, kendi dış politikasını bile hakkıyla yansıtmayan bir medya, o "harici ağırlıklı" Türkiye’yi iç bünyedede "hafifmeşrep" kılıyor.