Hadi Uluengin

Mimli gazeteci portresi

22 Temmuz 2008
"TARAF" gazetesi, "Ergenekon" tutuklusu ve eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’un hazırlattığı "netámeli yazarlar" listesini ayrıntısıyla yayınladı. Kendisine hemen ikinci sırada yer bahşedilen bu satırlar yazarı da şöyle "fişlenmiş":

"İsrail ve İngiltere tarafından enforme edilmektedir. Yetişme tarzı ve geleneği ile Fransız etkisiyle de hareket eder. Neo-liberal polikaların destekçisidir".

Tabii aslında, bu "enforme edilmek" fiiliyle o ülkelerle "paslaşmak" kastediliyor.

* * *

FESÜPANALLAH! Güler misin, ağlar mısın? Yoksa, zil çalıp oynar mısın?

Ve de bilhassa, yazarların açıkça ve álenen ifade ettiği görüşleri tahlilden bile áciz bu tür "kifayetsizlik kurumları"nın, ulus güvenliğini emanet ettiğimiz TSK bünyesinde "istihbarat birimi"" (!) işlevi görmesine, o ulus güvenliğimiz açısından hayıflanır mısın?

* * *

İLKİN, bu satırlar yazarı İsrail’in varlığını bir realpolitik olarak savunuyor ve "anti- semitizm" denilen Yahudi düşmanlığından tiksiniyor olsa dahi, kalbi en az 1967 Savaşı’ndan beri, zaten her yazısında "mazlum ve mağdur" diye andığı Filistin halkı için çarpar.

Halep oradaysa arşiv buradadır, Siyonist devleti "Filistinliyim, çünkü Yahudiyim" diye ve bizzat Musevi etiği açısından eleştiren makaleleri bir yana, aynı mazlum ve mağdur halka reva görülen eziyetlere karşı belki yüz, belki iki yüz, belki üç yüz yazı kaleme almıştır.

Öyle ki, hem İsrail Konsolosluğu tarafından protesto edilmiştir; hem de "Uluengin Yahudi Devleti karşıtlığında ses ve ders duvarını aştı" türünden iftiralara maruz kalmıştır.

Davudi yıldızlı ülkeye de Rabin’in cenazesini izlediği 1995 yılından beri gitmemiştir.

Bu tarihten beriyse, herhangi bir İsrailliyle telefon ahizesinde bile konuşmamıştır.

Pekii, o İsrail deli midir ki, böyle bir şahsı enforme, yani aslında manipüle etmektedir?

* * *

SONRA, şimdi düşünüyorum da, beni enforme edecek; dolayısıyla "kafa kola alacak" hangi İngilizle şahsen veya ahizede, ne zaman görüştüğümü çıkartmaya çalışıyorum.

Acaba, geçen hafta Çukurcuma’da tesadüfen rastlaştığımız ama kira pahalılığından başka tek láf etmediğimiz, aziz dostum David Tonge mi bana "yönlendirme" (!) kakalıyor?

Yoksa, Brüksel’deki "İstanbul Center"in açılış töreninde ancak uzaktan selamlaşıp, kalabalıktan ötürü bir çift kelime bile konuşmadığım, yine kadim dostum Andrew Finkel mi?

Tamam da, kokteylere adım atmadığıma; Britanya ilintili bir Allah’ın kulu dahi bana telefon etmediğine, mail yollamadığına; uçkurumu çözmediğine; üstelik Blair’e bile "Bush çömezi" diye ateş püskürdüklerim başta, ABD rotalı Londra’yı eleştirdiğim yazılar diz boyu olduğuna göre, o İngiltere kara kaşımın ve kara gözümün aşkına mı beni "aydınlatıyormuş".

* * *

JANDARMA fişimde buyrulan "Fransız etkisi" ise gerçekten hezeyan oluşturuyor.

Çünkü insaf, zahir "mim"imdeki o "yetişme tarzı"na duyduğum tepkiden dolayı, táa Mitterrand’dan Sarkozy’ye ve Sırp dostluğundan köhne cumhuriyetçiliğe, şu Türk basınında Fransa’nın hem politikalarını, hem de ideolojisini her halde en çok ben eleştirmişimdir.

O halde şimdi, şu saptamaları yapalım.

* * *

ULUS güvenliğini emanet ettiğimiz TSK ve ülke asayişini teslim ettiğimiz JGK üzerine asla vazife olmadığı halde yurttaşları "mimlerken", bir de yazarların "esas çizgi"sini bile saptamaktan áciz ve onunla tam zıt "fişlemeler"e "istihbarat" diyorsa, durum vahimdir.

Üstelik, hem iftiraları yiyip yutmamız isteniyor, hem de "milletin ordu yandaşı tepki göstermesi TSK’nın doğal beklentidir" diye askeri çağrı yapılıyorsa, durum pek vahimdir.

Oysa şahsıma yönelik iftiraların temizlenmesi bir beklenti değil, m-e-ş-r-u hakkımdır.
Yazının Devamını Oku

İki Ergenekon

19 Temmuz 2008
İKİLİ boyut arzeden "Ergenekon dosyası"ndeki en birinci ve en hayati nokta şudur:<br><br>Soruşturma Türkiye’nin demokratikleşme tarihinde bir kilometre taşı işlevi gördü. Takvime milád düştü ki, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Paradigma değişecek.

O halde, çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki "Ergenekon" umduğunun tam zıddını üretti.

Ne kadar teşekkür etsek azdır, onun sayesinde darbeci ve militarist gelenek hapı yuttu.

* * *

AMA heyhat, aynı "Ergenekon dosyası"nda onu zafiyetli kılan ikinci bir yön de var.

Şöyle ki, şimdiye dek sızan veriler üstün körü incelendiği takdirde bile, iddianemenin ciddi eksikler ve gölgeler yansıttığı göz çıkartıyor. "Tepe"ye erişilmediği izlenimi uyanıyor.

Emekli DKK’ı Örnek’e ait olduğu kuşku götürmeyen "darbe günlükleri"nden, yine emekli general Kılınç’ın genel sekreterliğinde Avrupa’daki Atatürkçü derneklere MGK örtülü ödeneğinden bahşedilen servetlere, dosyaya girmeyen "malûmlar" bu savı çok güçlendiyor.

Fakat en önemlisi, aynı iddianame yanlış bir mantık silsilesinden yola çıkıyor.

* * *

ÖYLE, zira anlaşılıyor ki zapti merci, "ulusalcı" hezeyanın en dip noktası olan "Ergenekon"un "komplo ideolojisi"ni, bir zihin şeması olarak kendisi de benimsemiştir.

Yani, işi Orta Asya "Agarta"larına ve ezoterik meçhûl "sırlar"ına vardıracak ölçüde, soruşturmayı ve iddianameyi her şeye kádir bir "gizli el" şüpheleri eksenine inşa etmiştir.

Fakat, zaman ispatlayacak, böyle "el" yoktur ! Mevcut değildir ve de olmamıştır!

Háttá işin aslına bakarsanız, aslında bir "Ergenekon Çetesi" de yoktur ve olmamıştır.

* * *

TABİİ bunu söylerken, sivil - askeri içerikli bir organik yapıyı kastediyorum.

Yani, adına ister "cunta", ister "çete" diyelim, iktidarı gaspetmek için somut bir plan ve program etrafında birleşen; yukarıdan aşağıya doğru ve disiplinli biçimde teşkilatlanan; şefi, komitesi, üyesi, tetikçisi belli olan gizli ve hiyerarşik bir örgütten söz ediyorum.

Oysa hayır, yine tekrarlıyorum, böyle bir şey ö-r-g-ü-t olarak yoktur ve olmamıştır!

Hiç şüphesiz, kendini efsane isimle vaftiz ettikten sonra kumpas tasarlayan ve karanlık ufuk hedefleyen bir magma vardır. Ama bunun üyeleri değil ancak "gönüldaşlar"ı olmuştur.

Diğer bir deyişle, "Ergenekon" biraz dirsek teması kuran, hattá bunu da beceremeyen o "gönüldaşlar"ın sanal biçimde oluşturduğu ve laçkalığı göz çıkartan bir yamalı bohçadır!

* * *

ARTI, belki üst rütbeli tek tük istisnalar hariç, "maocu karanlıkçı"sından lumpen avukatına, ezici çoğunluğun "kifayetsiz muhteris" kategorisine girdiği de göz çıkartıyor.

Kiminin ego kompleksi; kiminin "öteki" travması; kiminin de "Soğuk Savaş" ve "Alt Düzey Savaş" ertesindeki meşgále boşluğu, "Ergenekon"daki ruhi paydayı belirliyor.

Her halükarda da, öngörü ve zeká düzeyine kitakse! Batı’yla içiçe bir Türkiye’nin Avrasya’ya kayabileceğini düşünmek; üstelik de bunu o Batı’ya en çok eklemlenmiş kurum olan TSK’nın darbesine havale etmek için, dünya ve ülke gerçeğinden kopmuş olmak gerekir.

* * *

İŞTE zaten iddianamedeki temel zaafı da, "ulusalcı" hezeyanın bu "realite sefaleti"ni görmek yerine, ona zihni yöntem üreten "komplo ideolojisi"ne itibar etmesi oluşturuyor.

Oysa şüphe mi, etraf tabii ki kumpas kokuyor. Suç sabitleşirse en ağır ceza dayatıyor.

"Dokunulmazlar"a dokunan Türkiye de demokratikleşmenin tarihi virajını dönüyor.

Ancak, "her şeye kádir bir gizli el"in varlığını vurgulamak, onun aslında hiçbir halta kádir olmadığı ortaya çıkınca, meşrû bir davayı pisipisine sulandıracak. Cürmü hafifletecek.

Suç silinmeyecek ama, kalbi "Ergenekon" için çarpanların ekmeğine yağ sürülecek.

Umalım ki, yargı iki komplo ideolojisinden birini değil, tek olan nesnel gerçeği seçsin.
Yazının Devamını Oku

Bir gar edebiyatı olarak Agarta

17 Temmuz 2008
GAZETE, magazin ve çizgi-romanlar hariç, Batı şehirlerindeki tren istasyonlarında en çok iki tür yayın satılır. Zaten de "gar edebiyatı" denilen bu kitaplara rağbet büyüktür. Tahmin edebileceğiniz gibi, birincisini, "Edepsiz Dulun İhtirasları" veya "Doymaz Nataşa" cinsinden, uçkur sulandıran başlıklarla donatılmış pornografik romanlar oluşturur.

Uzak ve hüzünlü banliyösüne dönen bekár işçi, göçmen çöpçü, bitirim lumpen, kapağı reklam prospektüsünün arkasına sakladıktan sonra, ineceği yere kadar fantazmalarla oyalanır.

* * *

İKİNCİ tür yayınlar ise komplo teorilerinden oluşur. Bunlar hep "esrar" açıklarlar.

Ne bileyim ben, "Batan Kıta Atlantis’i Kim Gizledi"; "Kral Arthur’un Mezarı Nerede" veya, "ABD 11 Eylül’ü Nasıl Düzenledi" gibisinden yalan cevaplarla pazarlanırlar.

Ancak, 2. Savaş Hitler’i hálá büyük prim yaptığından, "gar edebiyatı"nda yok satan komplo teorileri en çok Nazilere ilişkindir. Tam karşınıza, "Şili’deki Führer" kitabı sırıtır.

Sonra, şamanizmden siyonizme ve masonluktan büyücülüğe uzanan ve tüm zıtları aynı potada eriten, "Hitler’in Arkasında Onlar Vardı" türünden "ifşaat" (!) da gırla gider.

Veya, "ulusalcı" yazarımızın da omzuna dövmelettirdiği Svastika yıldızı kastedilerek, "Dünyayı Hálá Gamalı Haç Yönetiyor" buyuran diğer komplo teorileri de yine yok satar.

Hepsinin dönüp dolaşıp geldiği noktayı ise "Thule - Gesellschaft" kurumu oluşturur.

* * *

İSMİNİ Yunan mitolojisinden alan yukarıdaki "Thule", 20. yüzyıl başı Münih’inde ári ırkçı ve pan-cermanist bir etnografya kulübü olarak kurulmuştur. Zaten de aşırı sağı seçmiştir.

Ne var ki, Hermann Göring ve Rudolf Hess gibi Naziler de daha sonra klube üye kaydedildiği için, uydurukçu komplo teorisyenlerine göre Hitler iktidarı bu gizli örgüt sayesinde ele geçirmiştir.

Peki de, hani somut delili? Nerede mantıki ispatı? Berlin’de yaşanan tarih ne oldu?

Eh, adı üstünde komplo teorisi ve dolayısıyla, en ufak bir rasyonaliteyi ara ki bulasın!

Zaten dobra dobra konuşmak gerekirse de, uzak ve hüzünlü banliyö trenlerinde böyle zavallı kitapları hatmeden yolcuların ezici çoğunluğu, söz konusu mantıkçılığı aramaz.

Çünkü onlar, Weimar Cumhuriyeti’ndeki politik, ekonomik ve sosyolojik kaosu, Nolte’den Kershaw’a uzanan farklı tarihçilerin farklı açısından ve kılı kırk yararak incelemezler.

Eh işte, varoş garında inene dek Nazizmin antik "Thule"ye uzandığını "öğrenirler" ki, kendilerinden hep "gizlenmiş" olan bu "gerçek"i (!) keşfetmenin heyecanına kapılırlar.

* * *

HERHALDE anladınız, tüm bunları "Ergenekon" iddianamesinden son sızan ve büyük ölçüde de yukarıdaki gar edebiyatının "Thule"sini hatırlatan "Agarta"dan dolayı anlattım.

Zira, bir metafor olarak bu "Agarta" meselesi hazindir. Her iki durumda da hazindir.

İlkin, yalanlamaya rağmen gerçekliği artık göz çıkartan "darbe günlükleri"ni metne katmamakla zaten baştan zaaf sergilemiş olan aynı iddianame, zanlıların örgüt şemasını bir Orta Asya efsanesine uzandırıyorsa, buradaki mantık silsilesi vehamet arzediyor demektir.

Mitosa itibar etmek, demokrasi ufkumuzu açacağı ve militarist ruhu törpüleyeceği için büyük ümit bağladığımız yargılamayı yok yere hafif kılmaktadır. Gradoyu düşürmektedir.

İdeolojik "ulusalcılık"ı, organik olarak da "Ergenekon"u belirleyen komplo teorilerini zıt açıdan ama aynı zihin ekseninden ciddiye almak, suçluları ancak ferahlatır.

* * *

FAKAT yook, eğer ikinci ihtimal doğruysa; yani o suçlular Orta Asya "Agarta"sına atıfla iktidarı ele geçirmek hayali kurdularsa, bu olasılık artık hazin bile değil, traji-komiktir!

Dünyadan, hayattan ve dün değindiğim tarihin "esas gidişatı"ndan kopuk "ulusalcı" ideologların ve "Ergenekon" darbecilerinin düzeyini göstermektedir. Sığlık acıklıdır.

Yani, "Agarta" her iki okur için de "gar edebiyatı"dır ki, cumartesiye bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku

Tarihin Ergenekon’u

16 Temmuz 2008
BOYUMDAN büyük láf etmeye kalkışmayacağım. Yani, "tarihin çarkı geri döndürülemez" gibisinden kehánetler buyurmayacağım. Zira biliyorum ki, o tarih devasa bir kaostan oluşur. Dehşet bir hercümerçte yuvarlanır. Ne evvelden öngörülebilir, ne de maziden saptanabilir. Ama, iradeciliğin yerine bu gerçekçiliği benimsemek aşağıdaki olguyu değiştirmez.

* * *

O da şu ki, en azından modern zamanlardan, yani sosyal coğrafyaların birbirlerinden etkilenmeye başladığı dönemden beri, her çağın ve her devrin bir "genel gidişat"ı vardır.

Hayat, dünya ve insanlık, üç aşağı beş yukarı belirli bir "ana rota"da seyreder. Hele hele, komünizmin yıkıldığı ve küreselleşmenin oturaklaştığı 1989 yılından bu yana, liberal demokrasiyle özdeşleşen o "ana rota" çok daha netlik ve iç içelik kazanmıştır.

Ama doğru, yukarıdaki "genel gidişat" helezoni değildir. İstikrarlı bir seyir izlemez.

Duruma, sosyolojiye, coğrafyaya göre zikzaklar çizer. Batar ve çıkar. İner ve yükselir.

Ancaak, böylesine "yol kazaları"na rağmen yine de, çok hayati ve çok evrensel bir gelişme olmadığı takdirde tarihe o "esas doğrultu" damga vurur ve vurmaktadır.

* * *

FAKAT, bu "esas doğrultu"ya zıt düşen; akıntıya kürek çeken; eski sürecin değer ve kavramlarını yeni süreçte de hakim kılmak isteyen sistem ve paradigmalar aniden yok olmaz.

Yani, mevcut s-t-a-t-ü-k-o’yla hem zihnen, hem de bedenen eklemleşmiş olan güçler "artık bizim defter kapandı, o halde hadi eyvallah" diyerek efendi efendi çekip gitmezler. Varoluşlarını bir süre daha sürdürürler. Hayat memat kaygısıyla mukavemete geçerler.

Yani, zihni sultalarını ve sınıf ayrıcalıklarını korumak için "tarihe karşı" direnirler.

Örneklersek, "ulusalcı" ideolojiden "Ergenekon sanıkları"na veya AKP’yi kapatma davasına, bunların her biri aynı tür statüko direnişidir.

Üstelik, can havliyle taarruza geçecek bir statüko taktik başarılar da kazanabilir.

Zaten böylesine "çıkışlar" da yukarıda değindiğim "yol kazası" kategorisine girer.

Nitekim, 28 Şubat postmodern darbesi "tarihe direniş güçleri" açısından yukarıdaki cinsten bir "taktik başarı"dır ki, AKP kapatıldığı takdirde aynı başarıyı tekrarlamış olacaktır.

* * *

OYSA "yol kazaları" yukarıdaki "genel gidişat"ı fazla değiştirmez. Değiştiremez.

Çağın dayattığı rotaya tornistan yaptırtamaz. Gemiyi varılacak limandan döndüremez.

Madem ki tarih iradeden özerktir, müdaheleler seyri ancak bir noktaya kadar etkiler.

Ama tabii ki kabul, o müdahaleler o "tarihin çarkı"nı yavaşlatır. Zaten yavaşlattılar.

Statüko, sözkonusu 1989 virajından beri ülkemizin evrimini yokuşa sürdü. Frenledi.

Káh "ulusalcı" fırtına kopartarak; káh öcü yaratarak; káh "Eldiven" yumruğu hazırlayarak; káh da "Ergenekon" kurarak, Türkiye’de hayatın ve dünyanın "esas doğrultu"suyla uyum sağlayacak yeni bir statükonun oluşmasını erteledi ve erteletti.

Fakaaat!

* * *

FAKATİ şu ki, yine büyük láf etmekten çekindiğimden, eski statüko için "eninde sonunda tarihin çöplüğüne atılmaya mahkûmdur" demek istemiyorum.

Ama, eskisi yenisinin doğum sancılarını ancak bir raddeye kadar önleyebilir.

Zamanda sınırlı ve mekánda kırılgan taktik kazançlarını zamanda kalıcı ve mekánda muhkim "stratejik zafer"e dönüştürmek şansı sıfıra yakındır. Devranı da, denizi de bitmiştir.

Buna karşılık, "stratejik hezimet"e uğramak şansı çok yüksektir! Bire bindir!

Zaten "Ergenekon Davası" da, tarihin "genel gidişat"ına ayak uydurmaya başlayan bir Türkiye’de eski statükonun uğradığı bu hezimete ilk delildir ki, konuyu yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Bir Akdeniz efsanesi

15 Temmuz 2008
EYVAH, tatilde de erkenciyim. Horoz vakti değilse bile, işte yunus vakti kalkıyorum.<br><br>Edremit Körfezi hafiften aydınlamaya başladı mıydı, ilk güneş huzmelerinden dolayı artık yakamozu seçilmeyen su memelileri tam karşıdaki Midilliye doğru kulaç atıyorlar. Bata çıka, sırtlarında Homeros efsanelerini ve İlyada destanlarını taşıyorlar.

Ve sabırsız ben, İzmir baskısı gazetelerin Behramkale’ye geliş saatini bekleyemiyorum.

Ufkum Egeli ve ciğerim cigaralı, yarı uykudaki refakatçimin "burada da mı dünyayı kurtaracaksın" diye söylenmesine aldırmaksızın, portatif bilgisayardan internete giriyorum.

Mürekkep kokan sayfaların hazzına varamasam dahi, ahvali oradan takip ediyorum.

***

SONRA, mesleki deformasyon, kendi kendime hep aynı soruyu soruyorum:

Tatil sonrası tekrar kaleme sarıldığımda, aşağıdaki iki konudan hangisini işlemeliyim?

İlk yazımı, ebedi statükoyu hallaç pamuğunu gibi atmakta ve ezeli militarizmi yaldızlı boya gibi kazımakta olan şu tarihi "Ergenekon Çetesi" soruşturmasına mı ayırmalıyım?

Yoksa, Paris’te toplanan "Akdeniz İçin Birlik" (AİB) zirvesine mi değinmeliyim?

***

İŞTE kararım: Körfez’in, Ada’nın, yakamozun, Homeros’un ve yunusların yüzü suyu hürmetine, bu sonuncusundan başlayacağım.

Çünkü, zeká yaşı ancak "embesil" seviyesini tutturabilmiş darbeci generallerin zihni sefaleti veya omzu gamalı haç dövmeli "hanım ulusalcı"nın kodes izdivacı, hayati önemdeki ilk konu hakkında yazılacak ve tiye alınacak o kadar çok şey var ki, bunlar yarına da kalabilir.

Oysa, "Akdeniz İçin Birlik" zirvesi önceki gün gerçekleşti. Hemen de unutulacak.

Kabul, otel odama ne Cevat Şakir, Azra Erhat veya Eyüboğlu biraderlerin iç denizi içselleştiren "mavici" eserlerini, ne de Fernand Braudel’in "2. Filip Döneminde Akdeniz Dünyası" ciltlerini getirdim ama, farketmez. Konu hakkında genel bilgi dağarcığına sahibim.

Dolayısıyla, bari sıcağı sıcağına AİB’ye dair iki satır karalayayım da, hem meseleyi kısaca savmış olurum, hem de karşı suların şehvetine sadakatte kusur işlemem.

***

EVET, topu topu iki satır, çünkü üçüncü bir satıra değmez. Gelecekte de değmeyecek.

Zira, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin rüyalarına giren ve AB bünyesinde öne atılacak bir Paris’in Akdeniz’e sarkmayı planladığı AİB fikri daha en baştan ölü doğdu.

Mağrip ve Maşrık ülkeleri dahil, ilk andan itibaren hiç kimseyi cezbetmedi.

Hele hele, başta Almanya, Topluluk devletleri "hop dedik" diye hep birden ayağa kalkınca, Sarkozy Fransızca’daki "şaraba su katmak" deyimini hatırlatmak zorunda kaldı.

Yani, Elysee Sarayı kiracısının Brüksel’i "sollamak" hezeyanına yüz veren çıkmadı

Dolayısıyla da, tüm geleneklerin aksine, bir "aile fotoğrafı"nın dahi çekilmediği "Akdeniz - Avrupa Zirvesi", Paris önderinin ancak zevahiri kurtarmasına imkán sağladı.

Bütçesi yok, planı yok, programı yok, söz konusu AİB girişimi olsa olsa, on üç yıldan beri ağır aksak bile işlemeyen Barselona Sürecini bir nebze "tazeledi" ki, işte hepsi o kadar!

***

ÖTE yandan, Türkiye son ana kadar yeni gelin gibi nazlanmakla; yani Zirve’ye katılıp katılmayacağını kasten muallakta bırakmakla, en usta ve en kıvrak diplomasiyi uyguladı.

Elçi üstüne elçi gönderen ve rica minnet yalvaran Nicolas Sarkozy’nin burnu sürtüldü.

Zaten nihayetinde de, esas ağır top Başbakan Erdoğan’ın yer almayacağı bir buluşma hiçbir kıymet-i harbiye taşımayacağından, aynı Sarkozy tükürdüğünü bal gibi yaladı.

Ankara’nın AB üyeliği süreci yaşadığının ortak bildiride zikredilmesine gık diyemedi.

Dolayısıyla da, İlyada Akdeniz’ine taş ve efsane Paris’ine ok atıp kolumuz yorulmadı ya, bizim açımızdan bundan daha iyisi ve daha mükemmeli bir tek can sağlığı sayılır!
Yazının Devamını Oku

Kale arkası

28 Haziran 2008
BAZILARI, "futbol kitlelerin afyonudur" buyuruyor. Aman öyle olsun ve kalsın!<br><br>Çünkü, o futbol sayesindedir ki Türkiye bugün AB’ye dünkünden çok daha yakındır! Çok daha içiçe geçmiştir; çok daha sarmaş dolaş olmuştur ve çok daha eklemleşmiştir.

Yani, Fatih Terim’li Milli Takım’ımızın "Euro 2008"de sergilediği mükemmel performans söz konusu Avrupa kitlelerini fet-het-miş-tir!

* * *

ÖYLE, zira yeşil sahadadan televizyon ekranlarına yansıyan görüntüler Ankara’nın bugüne dek gerçekleştirmiş olduğu tüm lobi faaliyetlerinden bin defa daha fazla etki yarattı.

Türkiye bütün tarihinin en dev, en kárlı ve geniş propagandasını gerçekleştirdi.

Meselá biliyor musunuz ki, AB içinde "anti Türk şampiyon" addedilen Fransa’da dahi Türkiye - Almanya maçı sırf bütün yılın ekran izleme rekorunu kırmakla kalmadı.

En önemlisi, o Fransız kitlelerin kalbi de genel olarak "Türkiye için çarptı".

Tıklım tıklım dolu kahvelerde şarap kadehleri Uğur’un attığı gol şerefine kalktı.

Rüştü’nün yediği gol için de ağlamaklı küfürler basıldı.

Zaten baştan beri "Osmanlının Dönüşü" temasını işleyen ve kendi milli takımlarının elenmesini "Avrupa’da saymadığımız Türkiye kaleye çoktan bayrak dikti" diye alaya alan Fransevi medya, tıpkı kamuoyu gibi, "anti" değil hep "pro Türk" bir tavır takındı.

Yani, "sıradan Fransız"ın ülkemize yönelik önyargıları ne lobi şirketlerinin reklam panolarıyla; ne kanaat önderlerinin "realpolitik" nutuklarıyla değişti.

Onları berhava eden şey, yine Fransız "futbolkeşler" tarafından artık "kırmızı şeytanlar" diye adlandırılan oyuncularımızın sergilediği performans oldu.

* * *

EN zıt kutupta yer aldığı için Paris başkentli ülkeyi kasten örnek verdim.

Aslında, üç aşağı - beş yukarı, durum bütün Yaşlı Kıta’da aynen tekrarlandı.

Yani, kendi milli takımları karşılaşmada yer almadığı takdirde, Türkiye’nin oynadığı her maçta, o "futbol afyonunu yutmuş" (!) Avrupalı kitlelerin gönlü bizim tarafa meyletti.

Sempatiler esas olarak rakiplere değil de, ay - yıldızlı forma sahiplerine yöneldi.

Falanca veya filanca bir ülkeye gidip ister "sokaktaki adam"la konuşun, isterseniz de her hangi bir gazete yahut televizyonu açın, "pro Türk" sempati bugün "göz çıkartıyor".

Refakatçimin kızı annesine telefon edip, Brüksel’deki kahvelerde Belçikalıların Türkiye kaybetti diye nasıl hüngür hüngür ağladığını anlatıyor.

Eh, bütün bir Avrupa’daki bu "Türk aşkı" da her halde gökten zembille düşmüyor.

* * *

TABİİ ki düşmüyor ve yukarıdaki yakınlık, sempati ve yandaşlık, Terim ve aslarının rasyonel, estetik ve matematik bir futbol sergilemiş olmasından kaynaklanıyor.

Yani, "Batılı" bir spor olan o futbolun Batılı kriterlerle oynanmış olmasında yatıyor.

Dolayısıyla da, briç kulübü bir AB’de pişti oynamak isteyen siyaset Türkiye’sinin tam tersine, kurala riayet ettiği için, Milli Takım Avrupalı kitleleri can-ı gönülden fethedebiliyor.

Artı, makyajından kukuletasına taraftarların hál ve oluş tarzı aynı Avrupalı kitlelere, Türklerin "gurbetçi gettolarında" tanıdıklarından farklı olabileceğini de ortaya koyuyor.

O halde?

* * *

O haldesi şu ki, Batı’nın Türklere karşı önyargı beslediği uydurmasyonu hava cıvadır!

Batı’nın önyargısı Türklere karşı değil, onun belirlediği kuralları çarpıtmaya karşıdır!

Nitekim de, işte "futbolkeş" kitlelerin Avrupa’sında şimdi "Türkofili" rüzgarı esiyor.

Ve, Fatih Terim ve aslarının yeşil sahada sergilediği kurallı oyunu siyaset sahasında da sergilerseniz, bu defa o Avrupalı kitleler tarafından AB stadyumunda baş tácı edilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Láhika-3, elde var sıfır

26 Haziran 2008
"İHTİMAL, bazı kelleler uçacaktır"!<br><br>Evet evet, TSK’ya "akıldáde" geçinen "Karanlıkçı Maocu" aynen böyle tehdit etti. Anlaşılan, sivil Türkiye’yi susta durdurmak için aynı TSK tarafından hazırlanan "Láhika - 1" kendisini pek bir şevke getirmiş ve de "ulusalcı" biti kanlanmış.

Dolayısıyla da, Ergenekon Çetesi sanığı olarak yattığı kodesten bu keháneti müjdeledi.

* * *

HAYIR, uçmayacak!

Artık darağaçları kurulmayacak; cellat ip çekmeyecek ve manga tetiğe basmayacak.

Zira, yüzde doksandokuz virgül doksan ihtimalle, bizim ülkemizde artık ne klasik, ne modern, ne de postmodern darbe olacak!

Bunların hepsinin defteri bir defa daha açılmamak üzere kapandı. Öyle de biline!

Ama binde bir kapıyı kasten açık bırakıyorum. Çünkü, gafiller daima çıkabilir.

Ve, insaniyetçiyim ve onların kellelerinin dahi uçmasını istemem ama yine de tekrar biline ki, şayet böyle bir maceraya yeltenen olursa, onları bu kez tükürükle boğacağız, nokta!

* * *

FAKAT darbe olmaz ve olamaz, çünkü bir; statüko "stratejik ricád" durumundadır.

Dünyanın, ülkenin ve tarihin konjonktürüne uygun olarak hızla gerilemektedir.

Dolayısıyla da iki; kendi emekli sandığı işletmelerini Fransız veya Hint sermayelerine satan ve kullandığı silahların bilişim teknolojisini dışarıdan almak zorunda olan bir ordunun, o dünyanın ve tarihin akışına zıt gidebileceğini düşünmek abesle iştigal eder.

Artı, aynı dünyayla eklemleşmiş ve bütünleşmiş devasa bir Türkiye ekonomisi ise ne kışla vekilharcı defteriyle, ne de bir lokma, bir hırka bürokratı ufuksuzluğuyla yönetilebilir.

Bundan böyle darbe olmayacağının en nesnel ve en temel gerekçeleri de bunlardır.

* * *

AMA üç; statüko tabii ki yelken mayna etmeyecektir. Eli armut toplamayacaktır.

Sahip olduğu ayrıcalığı korumak için "taktik taarruzlar" gerçekleştirecektir.

Zaten de, AKP’yi yargıyla kapatmak girişiminden toplumu "Láhika-1"le militarize etmek planına, son gelişmeler o "taktik taarruz"un birer parçasıdır.

Ancak dört; tüm bunlar dahi aslında o statükonun ne denli zorlandığının göstergesidir.

Yani, bırakın 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi o "kelle uçuran" açık ve "modern" (!) darbeleri, artık 28 Şubat türü postmodern darbelere bile kolay cesaret edilememektedir.

Nitekim de beş; bu "modernite ötesi" müdahale 27 Nisan "internet muhtırası"yla tekrar denemiştir. Tamamen geri tepince de başka bir yöntem aranmak zorunda kalınmıştır

Ve altı; bu yeni yöntem de şimdi, gazeteci, yargıç veya sanatçıları "kafakola almak" hedefi güden "Láhika-1"in "taşeronlaştırma operasyonu" olarak karşımıza çıkmaktadır.

* * *

O
halde yedi; düşünebiliyor musunuz, nereden nereye?

Daha düne kadar ikide bir "höt" diyen ve her deyişinde de bütün bir Türkiye’yi boy hizasına sokan statüko bugün o "höt"ün sökmeyeceğini bal gibi farkediyor.

Ve, "hop dedik ağam, hop dedik paşam" karşılığının geleceğini bildiği içindir ki de, "láhika láhika" (!) kendine taşeron aramak zorunda kalıyor. Aklınca "taktik" üretiyor.

Zaten, "stratejik ricád" derken de işte bunu kastediyorum.

Bu taktiklerin "kelle götüren" darbelere varamayacağını ve AKP kapatılsa bile aynı statükonun eski hakimiyetini kuramayacağını söylerken, iyimser değil gerçekçi davranıyorum

Yeter ki, "kelle uçacak" tehditlerinden korkmayalım ve kof çıkışlara göğüs gerelim.

Dolayısıyla da, dünkü ve önceki günkü sıralamadan farklı olarak bugünkü yazıma, "Láhika-3, elde var üç" başlığını değil, "Láhika-3, elde var S-I-F-I-R" başlığını atıyorum.
Yazının Devamını Oku

Láhika-2, elde var iki

25 Haziran 2008
CUMARTESİ günü gerçekleşen ve benim Galatasaray’da iltihak ettiğim "Darbeye Dur De" yürüşüne yaklaşık yedi bin kişi katıldı. Hadi taş çatlasa sekizbin diyelim ama fazlası şişirme olur. İnatçı gerçeği yansıtmaz.

Ve tabii ilk bakışta, yukarıdaki sayı hiç de ahım şahım gözükmüyor.

Hele hele, geçen sene bu vakitler düzenlenen ve büyük patırtı kopartan "Cumhuriyet Mitingleri"yle kıyaslandığı takdirde deve kulak kalıyor.

Olsun, buradaki sayısal miktar zahiridir! Bu aşamada son derece ikincildir!

Çünkü "Darbeye Dur De" yürüyüşü, TSK’nın Türkiye toplumunu kışla nizamına sokmak için hazırladığı ve her bir maddesi anayasal suç ihtiva eden o "Láhika-1"deki stratejik hedefe u-l-a-ş-a-m-a-y-c-a-ğ-ı-n-ı-n ispatı ve delilidir!

* * *

BUNUN nedenine gelmeden önce, katılımcı sayısının nispi azlığını, Genelkurmay’ın yukarıdaki "Láhika-1"de yaptığı türden mazeretlerle açıklamaya çalışmayacağım.

Kılavuzumu kendim seçerim. Kopyacılık huyum da yoktur.

Dolayısıyla, cihet-i askeriye minareye kılıf uydurmaya kalkışıp "ama komuta kademesi onaylamamıştı" dedi diye, ben de şu gerekçeleri sıralayacak değilim:

Tamamen sivil inisyatifle gerçekleşen ve ancak ağızdan kulağa ve son anda duyurulan; háttá afişlemesi bile yapılmayan ’Darbeye Dur De’ yürüyüşünün arkasında, ’Cumhuriyet Mitingleri’ndeki gibi, öbek öbek otobüslerle değirmene su taşıyan emekli generaller yoktu.

Tabii ki bunların hepsi doğru ama, yine de biraz züğürt tesellisi olur.

Oysa, ne İstiklál Caddesi’nde yürüyenlerin; ne de, henüz silkinmemiş olsalar bile yine de yukarıdaki şiarına yürekten katılan sayısız milyonların böyle bir "teselliye" ihtiyacı var!

Zaten de, Cumartesi günkü sembolizmin ni-ce-lik önemi işte buradan kaynaklanıyor!

* * *

ÖYLE, çünkü sivil Türkiye insanları bundan böyle kendilerine kışlada postal adımı ve nizamiyede boy hizası dayatılamayacağını, Cumhuriyet tarihinde i-l-k kez ilán ettiler.

Yani, "Láhika-1"de öngörülen formata sığmayacaklarını, şablona uymayacaklarını, tuzağa düşmeyeceklerini ve emre itaat emeyeceklerini açıkladılar.

Daha doğrusu, bunları dobra dobra söylemeye nihayet c-e-s-a-r-e-t ettiler!

Üstelik de, hem hicáp giyimli genç kızlar ve "punk" saçlı delikanlılar olarak; hem şıkıdım sandaletli hanımlar ve sünnet sakallı müminler olarak; hem de mutaassıp cemaatli hocalar ve liberal öğrencili akademisyenler olarak hep bir ağızdan ve yürekten cesaret ettiler.

İstiklál Caddesi’nde, demokrasinin, çoğulculuğun ve laikliğin ortak yolunu katettiler.

Artı, o hicáp giyimli ama bileği halhallı ve burnu hızmalı genç kızlar, kolu dövmeli ve kaşı "piercing"li "rock" sevgilileriyle elele tutuşarak "Darbeye Dur De" diye haykırdılar.

Buradaki özgürlükçü ve ö-n-c-ü moderniteyi görmemek için de kör olmak gerekir.

Yahut da, "láhika"lardan medet ummak ve onlara bel bağlamak gerekir.

* * *

EH
, kimsenin keyfine karışmak hakkım yok! İsteyen medet de umar, bel de bağlar.

Fakat tekrarlıyorum, yukarıdaki i-l-k yürüyüşün katılımcıları, aslında bugünkü Türkiye’nin en temel ve en geniş parametrelerini içeren mikrokozmosu yansıttılar.

Çünkü, "öncü"ler sayıca az ve angaje olsalar dahi, onların şahsında temsil edilen yelpaze "Cumhuriyet Mitingleri"nden çok daha geniş bir "sessiz çoğunluğu"nu kapsıyor.

Hep korkutulmuş olanlar artık "korkudan korkmamak" cesaretini gösteriyor.

Dolayısıyla, modern toplumumuzun sivil bedeni "Láhika-1"in, varsa "Láhika-2" nin, daha varsa da "Láhika-3"ün askeri üniformasına artık sığmaz. Asla da sığmayacaktır.

Neden sığamayacağını ise benim yarınki üçüncü "láhika"ma bırakıyorum.
Yazının Devamını Oku