Burjuvalar akarken

DİĞER lisanlardakini bilmiyorum ama, Fransızca ve Felemenkçe konuşan Avrupa ülkelerinde imzalanan kira kontratları ve apartman yönetmelikleri aşağıdaki ibareye yer verir:

"Kiracı (yahut daire sahibi), mekánda bur-ju-va-ca yaşamakla yükümlüdür".

"Bur-ju-va-ca yaşamak", işte bütün mesele burada!

***

EVET bütün mesele burada, çünkü burjuvalık, onu sırf üretim ve mülkiyet ilişkisiyle sınırlayan iktisat tahlillerini aşar. "Ekonomiko-politik" bir Marksist zapt-u rapta sığmaz.

Zira, zaten adı üzerinde, "kentsoyluluk" her şeyden önce bir hayat süzülmüşlüğüdür. Bir ádap, bir uslûp, bir edep, bir tarz sorunudur. Bir "yontulmuşluk" (!) durumudur.

O halde de, son tahlilde, koskoca bir "K" harfiyle, Kül-tür’dür!

***

ÖYLEDİR ve nitekim, yukarıdaki kontratlarda kastedilen şey de bunun tá kendisidir

Yani evde, apartmanda, dairede, yakın çevresinde ancak tarlaya ve davara karşı sorumlu olan köylü gibi değil, başka insanlara karşı sorumlu olan şehirli gibi davranacaksınız.

Yani balkonda tavuk beslemeyeceksiniz. Yani musluk aktığında, derhal onaracaksınız.

Yani, komşuların kulağını rahatsız etmemek için gürültü yapmayacaksınız.

Ne radyo desibelinde sınırı aşacaksınız, ne de topuklu ayakkabıyla yürüyeceksiniz.

***

TABİİ, eğer dairenizde o ayakkabıları çıkartıyorsanız da, komşuların göz adábına, estetik değerlerine ve koku yollarına tecavüz etmemek için, iskarpinlerinizi, mokasenlerinizi, galoşlarınızı yahut çarıklarınızı, kapının dış tarafına değil, iç mekánınıza istifleyeceksiniz.

Pabuç dolabı kullanıyorsanız ne álá! Gerçek burjuvalığa, yani her hangi bir "öteki" için değil bizzat kendiniz için kendinizi disipline sokmaya temayüllüsünüz demektir.

Ama kullanmıyor olsanız dahi, yukarıdaki "asgári şart"a mutlaka uyacaksınız!

***

TÜM bunların da, Marx’ın kesin kıldığı mülkiyet ilişkisiyle mutlak ilgisi bulunmuyor.

Her sabah atelyede çalışmaya giderken cebine koyduğu İngiliz anahtarı hariç dünyada tek dikili ağacı olmayan ve meteliğe kurşun atan sonsuz erdemli bir proleter olabilirsiniz.

Ama gecekondunuzda öyle usturuplu yaşarsınız ki, sahip olduğu saray yavrusunda ayılara taş çıkartacak vurdumduymazlık içinde davranan yeni zenginin, kasabalı eşrafın veya köylü ağanın karşısında zemzem suyuyla yıkanmış ve burjuva sıfatını kazanmış olursunuz.

***

PEKİ, biz neden büyük çoğunluk olarak tarihin bu "en devrimci sınıfı"na uzağız?

Burada perşembe günkü yazıma dönüp, aynı Marx’ın yukarıdaki yosunluğu açıklarken kısmen haklı olduğu "nehir meselesi"ne; yani "ırmak kültürü"nün eksikliğine geleceğim.

***

YİNE dilbilim etimolojisinden yola çıkalım. Nasıl ki Türkçede "burjuva" kelimesine karşılık yoktur ve "kentsoylu" ifadesi çok sonra gelmiştir, aynı şekilde, İmparatorluğumuzun Tuna’sına ve Nil’ine rağmen lisanımızda bir nehir terminolojisi de yoktur. Bomboştur.

"Seyahatnáme"yi açın; Altınordu Tatarisine bakın, tıpkı İtalyanca deniz terimlerimiz gibi, Batı dillerinde varolan ve su ulaşımında kullanılan mavna ve salapuryaların etrafında oluşmuş olan çok zengin bir lûgat bizde sıfırdır. Zaten bu iki kelime dahi Türkçe değildir.

Çelebi Tuna kayıkçıları için "külliyen káfir" der. Volga deyimleri de Slav kökenlidir.

Diğer bir deyişle, Avrupa burjuvazisi tarihe Ren, Mozel, Rhône gibi ırmaklarla birlikte akarken, bizlerde ne maddi, ne de ruhi olarak böylesine çoşkun bir akış gerçekleşmemiştir.

Ve, eğer kira kontratı imzalarken "burjuvaca yaşamak yükümlüğü"nü şart koşmuyorsak da, bunda nehir akıntılarına paralel koşmamış olmazın payı çok büyüktür.
Yazarın Tüm Yazıları