Hadi Uluengin

Aman monşer eyvah azizim (I)

3 Şubat 2009
FONETİK imlayla ve tek kelime olarak yazdığımız "monşer" deyimi, Fransızcada "benim" anlamına gelen "mon" sıfatıyla, "cher" sözcüğünün birleşmesinden oluşmuştur. Sanıyorum ki, lisanımızdaki en iyi karşılığı da "azizim" ünlemine tekabül eder.

Ve söz konusu "monşer"in Türkçeye mecázi, háttá aşağılayıcı, en azından alaycı bir ifade olarak girmesi ise Tanzimat Dönemi’nin ilk Batılılaşma hamlesine uzanır.

***

ORAYA uzanır, çünkü başta Hatt-ı Hümayun’dan biraz önce kurulmuş olan Tercüme Odası mensupları olmak üzere, Dersaadet’in kalem efendileri ve İmparatorluğun şehirli münevverleri, sırf kaftan ve kavuğun yerine setre ve stambulin giyinmekle yetinmemişlerdir

Gerek "öteki"ni keşfedebilmek, gerekse devleti kurtarmak azmiyle öğrenmeye başladıkları Voltaire dilini, yeni edinilen her şey gibi, biraz yerli yersiz paralar olmuşlardır.

En azından, lisán-ı Osmanide mevcut olmayan bütün bir modernite lûgat ve terminolojisini kullanmak; hiç olmazsa, uyarlayarak icád etmek zorunda kalmışlardır.

Ve bu ilk "Garbiyatçı kırılma", daha sonra tüm çağdaş tarihimizi belirleyecek olan "aydın yabancılaşması"na başlangıç addedilir.

***

NİTEKİM, yukarıdaki rahle-i tedristen geçmiş münevverlerin "benliğini yitirdiği", "dejeneransa sürüklendiği" ve "halktan koptuğu" çok yerleşiklik kazanmış bir kanıdır.

Örneğin, Ali Çamiç Ağa’nın, "Dilinde Türkçenin küfr-ü küspesi / Frengin itine taklid kisvesi" hicviyesini bu "yabancılaşma"ya o "halk"ın bir tepkisi sayabiliriz.

Yine örneğin, diğer ünlü hiciv, Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı ve "Efruz Bey"de karikatürize ettiği, aynı adı taşıyan romandır. Ama burada parantez açarak şunu hatırlayatım:

Seyfettin bugün alıcı gözüyle ve bir bütün olarak okunursa ayan beyan görülecektir ki, ırkçı nefret dahil, yazar şimdinin "ulusalcı" ideolojisini haniyse o vakitler teorize etmiştir.

Başka bir deyişle, "monşer" kináyesi daha ilk andan itibaren, "Frengin iti" addedilen "öteki"yle yakınlaşabilmek iradesinin önüne Çin seddi çeken bir işlevle de donanmıştır

***

ÖTE yandan, söz konusu "monşer" deyimi hem Meşrutiyet, hem de Cumhuriyet dönemi diplomatlarının sırtına yine birer karikatüral yafta olarak yapıştırılmıştır.

Ve tabii burada da, baştaki Tercüme Odası’yla sonraki Mülkiye - Hariciye arasında zaten mevcut olan organik bağlantıdan ötürü, tamamen yukarıdakine koşut bir kináye vardır

Tekrar "toplumsal yabancılaşma" ve tekrar "kendinden uzaklaşma" çağrıştırılır.

Bunun ilk nedenini de, söz konusu meslek loncası mensuplarının, çağın uluslararası dili olan Fransızcayı mutlaka bilmek ve kullanmak zorunda kalmaları oluşturmuştur.

Ama ana neden, ister istemez Batı’yla ilişki içinde olan o hariciyecilerin, aynı Batı’nın adab, usul ve tarzlarına, sıradan "halk"a oranla çok daha fazla vakıf olmasından kaynaklanır.

Artı, son yıllara dek diplomatlık her yerde bir "elit mesleği" addedildiğinden, dolayısıyla da bu düzeye ulaşanların baştan itibaren ayrıcalıkla donandığı varsayıldığından, onları "monşer" diye hicvetmek aynı zamanda çok ciddi bilinçaltı tezahürler yansıtır.

***

EVET ciddi şeyler yansıtır, çünkü "yabancılaşma" eleştirisi ancak nadiren haklıdır.

"Monşer" kináyesinin geri planında çoğu defa, açıkça telaffuz edilmeyen bir hasetlik, bir kıskançlık, hatta bir intikamcılık duygusu mevcuttur. Bastırılmış kompleksler vardır.

Daha vahimi, bu lügati siyasi platformda kullanmak, kasten fetişleştirilmiş "halk"ın yukarıdaki duygularını "gıdıklayarak", gırtlağa kadar popülizme batmak anlamına gelir

Kaldı ki, haksız yere "monşer" diye hicvedilen o "elit kesim"in Tanzimat’tan itibaren "Batılılaştığı" iddiası ve varsayımı koskoca bir efsanedir ki, buna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Hissiyatlar sokağı

31 Ocak 2009
İLKİN, kimse yeni bir komplo teorisi üretmesin! <br><br>Yani demek istiyorum ki, Davos Forumu’ndaki "dalaşma" (!), Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk ve Arap sokağında "kahraman"a (!) dönüşmek için kasten uyguladığı ve önceden tasarlanmış bir "şeytani plan" değildir. Ne AKP liderinin Yeşilköy Havaalanı’nda álá ve valáyla karşılanması için, partizan İstanbul Belediyesi’nin perşembe gecesi saat üçe kadar metro çalıştırması; ne de aynı karşılayıcıların ellerindeki pankart ve bayraklarla alestá durması, yukarıdaki gerçeği değiştir.

Hayır, öküz altında buzağı aramanın álemi yok, bu tür bir danışıklı döğüş imkánsızdır.

Çünkü, Erdoğan veya kurmaylarının böyle bir kumpas kurabilmesi için, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in de o oyunda oynamayı kabul etmiş olması gerekirdi.

Eh, mümkün müdür, değil midir, cevabını sizin akl-ı seliminize havale ediyorum.

***

İKİNCİ olarak, eminim ki şu an bir sıcak sondaj gerçekleştirilse, Gazze olaylarından dolayı zaten hanidir hop oturup, hop kalkan Türkiye kamuoyu, tüm partilerin taraftarları dahil, ciddi bir çoğunluk olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın "Davos resti"ni onaylayacaktır.

AKP liderinin Siyonist Cumhurbaşkanı’na, yani dolaylı yönden, ona hámi addedilen bütün bir Batı’ya meydan okuması ve üst perdeden alması, şüphesiz ki, İsrail saldırganlığına tepki duyan ve ezilmişlik dürtüsüyle kavrulan kitleler nezdinde büyük prim yaptı.

Erdoğan’ın bunun "siyasi parsası"nı toplayacağını öngörmek de yanlış olmaz.

Nitekim, düşünün ki, daha perşembe sabahına kadar iktidar partisini ve önderini yerden yere vuran en "ulusalcı" ceride bile dün kocca bir "helál olsun" manşeti atmıştı.

Evet evet, Başbakan’ın jesti onu sırf "Türk sokağı" nezdinde değil, milliyetçilik, mağdurluk, dindarlık, gururluluk, intikamcılık gibi kavram ve duyarlılıkları tek bir potada ve karman biçimde eriten "Arap sokağı" nezdinde de "kahraman" (!) kılacaktır.

Zaten benim bu satırları yazdığım saatlerde, aynı doğrultuda ajans haberleri yağıyordu.

***

ŞİMDİ şunu söyleyeceğim: Cereyana göğüs germek, hele hele o cereyanın ortak "kahraman"lar yarattığı sonsuz şiddetli akıntılarda buna karşı kürek çekmek çok zordur.

Olsun, ben burada yoğum ! Kolay uzlaşmaların kolay rüzgarında yelken şişiremem.

"Hissiyatlar sokağı" istediği kadar kalabalık toplasın, ben ona ilhak etmeyeceğim.

***

ETMEYECEĞİM
, çünkü Başbakan’ın Davos tavrını onaylamıyorum. Onaylayamam.

Zira bir, Erdoğan’ın daha forumdaki ilk konuşmada, geçen hafta Brüksel’de yaptığı gibi, yine Hamas avukatlığını üstlenmesi ve İsrail’e bodoslamadan yüklenmesi, kendisinin bir de "arabuluculuk" sıfatına talip olduğu düşünülürse, diplomatik açıdan kabul edilemez.

Her "arabuluculuk" asgari bir tarafsızlık gerektirirken sen kalk, Sudan Darfur’u için hiç mi hiç telaffuz etmediğin bir çocuk katliamından yola çıkarak, duygusallığa oyna!

Bu, ne o tarafsızlıkla, ne de Davos’u belirleyen "realpolitik" yaklaşımla bağdaşır.

Ardından, Peres’in demagojik belágatine ve kendisini hedeflemesine haklı olarak kızsa bile, sinirlenen AKP liderinin önce moderatörle "el peşrevi"ne girmesi; sonra da, artık "sen" diye hitap ettiği aynı Peres’e "siz insan katletmeyi bilirsiniz" gibi, bir başbakanın bir cumhurbaşkanına söyleyemeyeceği türden bir itham yöneltmesi, hiç mi hiç onaylanamaz.

***

FAKAT biliyorum, yukarıdaki "hissiyatlar sokağı" bunu onaylıyor ve onaylayacak.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın "kahraman" dokunulmazlığı pekişecek.

Eh n’apim, mahşeri kalabalık o sokaktadır diye, her türlü "kahraman"dan bilhassa korkan ben, "mantık caddesi"nin "makuliyet kaldırımı"nda yürümekten cayacak değilim!
Yazının Devamını Oku

Güz sancısı, tarih sancısı (son)

29 Ocak 2009
TÜRKİYE Cumhuriyeti, yani bizim ulus-devletimiz kurulalı beri seksenbeş yıl geçti.<br><br>Peki, bu kadarlık bir süre o Cumhuriyet’in "oturaklaşması" için yeterli midir? Diğer bir deyişle, hemen her ulus-devletin tarihinde yazılı olan "kara sayfalar" başta, aynı tarihi "resmiyet"in ötesinde sorgulamak ve "normalleşmek" için vakit gelmiş midir?

Kestirmeden, evet!

***

KESTİRMEDEN evet ama, eğer yukarıdaki soru bundan bir asır, hatta yarım asır önce sormuş olsaydı, böylesine net bir cevap veremezdim. Ak-kara tercihi yapamazdım.

Diyelim ki, TC’nin 1865’de kurulduğunu varsaydık ve cevabı 1950’lerde arıyoruz.

Bu takdirde, bir söylemeden önce bin düşünmek zorunda kalırdım. Bocalardım.

Zira, insanlık tarihi açısından bakıldığında seksen beş yıl nedir ki? Devede kulaktır!

Dolayısıyla, o insanlığın bugün dahi tam kanıksayamadığı bir "modern zamanlar" çocuğu olan ulus-devlet ekseninden düşününülürse, söz konusu zaman dilimi çok kısa sayılır.

Eh, o ulus-devletler saksı sarmaşığı değil ki, ara sıra sula ve çabucak boy atsınlar!

Bir öncekini aşabilmeleri ve yenisini ikáme ettirebilmeleri için kuşaklar gerekiyor.

Ve de tabii ki, bu yeni paradigma yerleşiklik kazanana kadar, "kurucu efsaneler" dahil, aynı ulus-devletler kendi "resmi tarih"ini dayatıyor ve ötekilerini reddediyorlar.

Nitekim, hiç unutmayalım ki, ulus-devlet ideolojisinin "anavatanı" addedilen Fransa dahi Devrim’den seksen beş yıl sonra ne "ulus"unu, ne de "devlet"ini oturtabilmişti.

***

ŞİMDİ belki, "insaf, hem seksen beş yılın ulus-devletler açısından kısa bir süre olduğunu söylüyorsun, hem de baştaki soruya ’evet’ diyerek, TC’nin tarihle hesaplaşıp, ’normalleşmesini’ istiyorsun. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?" diyeceksiniz.

Hayır, tarif ettiğim reçete sıhhi rejimle çelişmiyor ve salamuralı sebze içermiyor!

Çünkü, o tarih h-ı-z-l-a-n-d-ı!

***

EVET hızlandı ve başka bir deyişle, sayılar aynı kaldı ama, dün, yani yukarıda örnek olarak verdiğim 1865-1950 dönemi arasında "kısa" olan o seksen beş yıl bugün, yani 1923-2009 arasında "uzunlaştı". Koskoca bir zaman dilimine tekabül eder oldu.

Şöyle ki, 1. Harp’e, 2. Savaş’a, háttá "Duvar"ın yıkıldığı 1989 dönemecine kadar kısmen yavaş ve helezoni bir seyir izlemiş olan; her halükarda da, konjonktür itibariyle ulus-devletlerin kendi "resmiyet"lerine müdahele etmeyen modern tarih bambaşka bir viraja girdi.

Tedrici nicelik değişimi ani bir nitelik sıçraması yarattı. İnsanlığa da damga vuruyor.

Dolayısıyla, şimdiki hesapları artık dünkü rakamlarla tutamayız! O defter kapandı.

Cebir formülleri, logaritma grafikleri, kuantum aritmetikleri kullanmamız gerekiyor.

Yani, tarihin seyri hızlanmış olduğu içindir ki, bizim de o tarihle "hesaplaşmak"; yani "barışmak"; yani "normalleşmek" işleminde elimizi çok çabuk tutmamız elzem hale geldi.

***

KALDI ki, aynı tarih yavaştan yavaşa, muhtemelen bir üst aşama olacak olan "ulus-devlet ötesi" arayışlar içine girdiğinden, zaten ulus-devlete geç dönüşmüş olan Cumhuriyet’in yitik zamanı yakalamak için daha da cevval davranması, kesin zorunluluk oluşturuyor.

Atik olalım ki, eski yanlışı tekrarlamayalım. Gara girecek yeni treni de kaçırmayalım

Somut bir ifadeyle söylersek, "Güz Sancısı" filmiyle "kara sayfası" az biraz aralanan 6-7 Eylül 1955 dehşetine ek olarak bütün bir "resmi tarih"in sancılarını da sorgulamaya başlayalım ki, bu sorgulamayla birlikte ulus-devletimizi artık son sürat "normalleştirelim".

Evet evet, tarihin sonsuz hızlanmış olduğu şu 2009 yılında, 1923’den beri geçmiş olan seksen beş sene, o ulus-devletimizin oturaklaşması açısından son derece yeterli bir süredir!
Yazının Devamını Oku

Güz sancısı, tarih sancısı (II)

28 Ocak 2009
6-7 Eylül 1955 dehşetini konu alan "Güz Sancısı" filminden yola çıktığım dünkü yazımda, hemen tüm ulus-devletlerin tarihinde "kara sayfalar" olduğunu vurgulamıştım. Bunun esas nedenini, şöyle veya böyle mutlaka yekparelik peşinde koşan o ulus-devletlerin, özellikle kuruluş aşamasında "öteki"ni reddetmesine bağlamıştım.

Peki, bu takdirde ne yapmak gerekir?

Yani, hem mazide işlenmiş suçları bir daha tekrarlamamanın, hem de genel ifadeyle "çağdaşlaşma" yahut "evrenselleşme" dediğimiz düzeye ulaşmanın yöntemi nerede geçer?

Şüphesiz ki t-a-r-i-h’ten geçer!

***

"TARİHTEN geçer" derken, tabii ki en başta o "kara sayfalar" olmak üzere, söz konusu tarihi yeniden yeniden sorgulamak azim ve iradesini kastediyorum.

Zira, her tarih önce "muzafferler" tarafından yazılır. Bileği güçlü olanlarınki okunur.

Yani, burada bizi ilgilendiren durumda, ulus-devleti kuran ve yerleşik kılan ideoloji onu hem kaleme alır, hem de empoze eder. Metazori dayatır. Sıkıysa şüphelen, sille nakşeder.

Bunda da fazla gocunacak birşey yoktur. Tersi zaten mümkün değildir.

Çünkü, "muzafferler"in "resmi tarih" yerine, yenik düşenlerin de bakış açısını yansıtacak bir "nesnel tarih" sunmaları, onların kendi ayaklarına ateş etmesi anlamına gelir.

Oysa böyle bir "fedakarlık" (!) beklenemez. Beklemek de hayalcilikten öteye gitmez.

Ama yine de evrenseli yakalamak, "kara sayfa"lar dahil tarihi sorgulamaktan; diğer bir deyişle tarihle barışmaktan geçer ki, ulus-devletler lûgatinde buna "normalleşme" diyoruz.

***

FAKAT
, davulun sesi uzaktan hoş gelir. Bu da burada söylendiği kadar kolay değildir.

Zira bir; "muzaffer ideoloji" tarih sorgulamasının hem ulus-devleti çatırdatacağından, hem de inşa ettiği paradigmayı yıkacağından korkar. Bazen haklı, bazen yersiz vehme kapılır.

Dolayısıyla da, "tarihsel normalleşme"ye direnir. Çabaları engeller. Zorla erteler.

İkinci olarak, devlet mekanizması aracılığıyla empoze edilmiş olan "resmi tarih", ister istemez, iki-üç kuşak gibi çok kısa bir zaman süresi içinde geniş kitleleri de şartlandırır.

Başka bir deyişle, resmiyetle gayet uyumlu bir "kolektif hafıza" yerleşiklik kazanır.

Ve yine dolayısıyla, sorgulama girişimlerine karşı bizzat o kitleler tepki gösterirler.

Háttá, şartlandırılma derecesi çoğu defa fanatizm raddesine vardığından, "gayr-ı resmi tarih" hakkında zaten hiçbir bilgisi olmayan "kalabalık", daha da saldırgan davranır.

O halde evet, belirli bir ahlak donanımı, bilgi birikimi ve vicdan namusu gerektiren iş son derece zordur ve "tarihle barışmak" azmi hem "erkán"la, hem "avam"la "bozuşmak" rizikosunu da getirir ki, böylesine zıt bir akıntıya kürek çekmek her babayiğitin harcı değildir.

Ama Allah’tan, burada zaman faktörü devreye girer.

***

ZAMAN faktörü devreye girer, çünkü kuruluş sürecinde "kara sayfa" açmış ve suç işlemiş olan ulus-devletler bir müddet sonra oturaklaşırlar. Muzafferler zaferden emin olurlar.

Dolayısıyla, empoze ettikleri "resmi tarih"in sorgulanmasına; yani "normalleşme"ye daha müsamahalı yaklaşırlar. Háttá bazen, tepeden itibaren özeleştiri yaparlar.

Örneğin Fransa, 1789 Devrim’inde Vande bölgesi halkına karşı uygulanan "katliam"ı nihayet kabul eder. Polonya ise Yahudilerin maruz kaldığı vahşet pogromları için özür diler.

Veya, 2. Savaş ertesi milyonlarca Südet Almanını sürmüş olan eski Çekoslovakya Prag liderinin ağzından, "intikamcı davranmakla gaflete düştük" demek erdemini gösterir.

Ve işte, 6-7 Eylül 1955’deki "Güz Sancısı"nı ancak bir sinema yapıtıyla açığa vuran Türkiye’nin esas sancısı, yukarıdaki türden "tarihi normalleşme" zamanının artık "muzaffer ideoloji" açısından da gelip gelmediği noktasına odaklanıyor ki, buna yarın değineceğim.
Yazının Devamını Oku

Güz sancısı tarih sancısı (I)

27 Ocak 2009
ŞU kesin ki, ulus-devletler masum değildir. Çoğunun sabıka dosyası kabarıktır. <br><br>Sütten çıkmış ak kaşık olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Bazılarının günahı arşa değer. Birkaç istisna hariç, hangisinin tarihini karıştırsanız karıştırın, kara sayfa açılır.

Tıpkı, Yılmaz Karakoyunlu’nun romanından esinlenen Tomris Giritlioğlu’nun sinemaya aktardığı ve cuma günü vizyona giren "Güz Sancısı" filminde işlenen 6-7 Eylül 1955 olaylarının da bizim yakın tarihimizdeki böyle bir lánetli bir safya oluşturması gibi.

***

EVET evet, yukarıdaki tarih gayet üstünkörü incelense bile, derhal şunlar görülür:

Bir; iradi biçimde; yani benzetme yaparsak, sezaryen operasyonla "doğurtulmuş" olan o ulus-devletler, hemen her zaman ve her yerde "öteki" ayrışması üzerinde yükselirler.

İki; pekçoğunun etnisite, din veya mezhep temelinde oluştuğu ve derece derece, söz konusu "öteki"ni hedef alan dışlama, baskı veya mezálim olaylarına bulaştığı göz çıkartır.

Nitekim, mazisi zaten malûm Almanya ve İtalya’yı geçelim ama, örneğin "hürriyet-eşitlik- kardeşlik" şiarını düstur edinmiş Fransız Devrimi dahi, Vande ve kısmen de Brötanya bölgesi halklarına karşı düzenlenen dehşet katliamların kanıyla yoğrulmamış mıdır?

Yahut, en pasifist millet addedilen Çekler bile 2. Savaş ertesinde açıkça "etnik temizlik" gerçekleştirip, Südet Cermenlerini öz be öz vatanlarından kovmamış mıdırlar?

Balkan ve Kafkas’taki geç milliyetçilikler aynı temizliğe heveslenmemekte midirler?

Dolayısıyla, ulus-devletin doğasından ötürü, 20. asır başından beri şimdiki Türkiye coğrafyasında yaşanmış olan tragedyalar da öyle aman aman "utanç istisnaları" değildir!

***

ZATEN aslına bakarsanız, aksi yöndeki tüm yeminlere rağmen, aynı ulus-devletler pek çok defa tek bir kavmin maddi, manevi veya kültürel hakimiyeti altında oluşmuşlardır.

En azından, kendisine ait olan kimliği bütüncül kılmıştır. Yekparelik dayatmıştır.

Nitekim, Kızılderililerin uğradığı soykırıma ek olarak, o "rengarenk" Birleşik Amerika bile özünde Anglo-Sakson ve Proteston tahakkümün tá kendisidir.

Veya, yemin-i billah "enternasyonalist" (!) olduğunu söyleyen Sovyetler Birliği’nin dahi aslında Büyük Rus şovenizmini aynen devam ettirmesi asla bir "kaza" değildir.

Evet evet, hemen her ulus-devletin tarihi oluşum sürecinde "öteki"ni metazori "ben" kılmak ve kılamadığı takdirde de, "tepeleyerek" yok veya ihraç etmek dürtüsü vardır.

***

İMDİİ, tamam bunu teorik bir "genel vakıa" olarak saptadık ama, neyi değiştirir ki?

Herhalde, "eh, ulus-devlet süreci madem üç aşağı - beş yukarı hep aynı seyri izliyor, o halde bizim yakın tarihimizdeki kara sayfalardan da kime ne" diyecek değiliz.

Bu, hem kaderciliğe boyun eğmek, hem de geçmiş suçları onaylamak anlamına gelir.

Eğer böyle bir gaflete düşersek, ne insani ve ahláki değerlerden nasiplenmiş sayılırız, ne de o tarihten ders çıkartarak aynı yanlışları tekrarlamamak erdemiyle donanabiliriz.

Hele hele, kör kör parmağım gözüne gerçekleri inkara yeltenirsek, gelecekte belki daha da beter suçlar işlemek için, zaten varolan zemini eni konu pekiştirmiş oluruz.

Yani, 1955 İstanbul’unda Rum yurttaşların maruz kaldığı dehşeti yok sayarsak, 2005 Beyoğlu’sunda da aynı olayın ellinci yıldönümü nedeniyle açılan fotoğraf sergisini basarız.

Yani, 2007 Şişli’sinde de Hrant Dink’leri katletmeyi ve 2009 Eskişehir’inde de "Yahudiler ve Ermeniler giremez. Köpekler girebilir" pankartları yazmayı sürdürürüz.

O halde ne yapmalıyız da, "öteki"ni ebedi düşman belleyen bu ideolojiyi yıkmalıyız?

***

HİÇ şüphesiz, "Güz Sancısı" filmlerini yaparak ve seyrederek, korkmadan ve inkar etmeden kendi "tarih sancıları"mızı sorgulamalıyız ki, bu sorguyu yarın da sürdüreceğim.
Yazının Devamını Oku

Hayırlısıyla

24 Ocak 2009
BETERİN beteri var ve bu yüzden de, başkan sıfatı salı günü resmileşen Barack Obama’nın "kıyamet günleri"nde koltuğa oturduğunu söylersek, belki biraz abartılı kaçar. Örneğin, kara derili liderin "kara baht"ını (!), Lyndon Johnson’dan Vietnam batağını devralmak zorunda kalmış bir 1969 Richard Nixon’unki kadar vahimleştiremeyiz.

Ama yine de şu kesin, yeni ABD önderi çok ciddi bir "tasalı dönem"de iktidar oldu.

Kendisini hem içeride, hem de dışarıda binbir gaile bekliyor.

***

ÖYLE ve nitekim, say say, bunların bitip tükeneceği yok. İlkin, kısaca ufuk tarayalım:

Eksiği var fazlası yok, başta bizzat Birleşik Devletleri etkileyen derin iktisadi kriz olmak üzere, Gazze’yle birlikte tekrar tırmanan Ortadoğu sorunu; iki nükleer güç, Hindistan ve Pakistan arasında devam eden gerilim; Putin hükümranlığı altındaki Rusya’nın yeniden emperyal ihtirasla yanıp tutuşması; İran’ın ısrar ettiği atom programından caymaması; riziko bölgeleri niteliğini koruyan Kafkasya, Tayvan ve Kore’de potansiyel tehlikelerin bertaraf edilmemesi ve tabii ki, önce Afganistan’da hálen sürmekte olan savaş, 11 Eylül’ün bilûmum uzantıları, siyahi önderin başını ilk andan itibaren ağrıtacak temel konuları oluşturuyor.

***

ŞÜPHESİZ burada, "Canım, gaile ne zaman eksik olmuş ve dünya ne vakit güllük gülistanlığa dönmüş ki Obama’nın zor viraja rastladığından dem vuruyorsun" denilebilir.

"ABD gibi bir
süper gücün lideri zaten her an baş ağrısı çeker" diye de eklenebilir.

Háttá komplo teorisyenleri, "Yoksa bunları söylemekle işi sağlam kazığa bağlayıp, gelecekteki başarısızlıklarına şimdiden mazeret mi uyduruyorsun" sorusunu sorabilirler.

***

TABİİ ki hayır, fakat şu gerçeği de mutlaka saptamak zorundayız:

Her ülkede ve her iktidar dönemecinde, politik ve ekonomik eksendeki iç ve dış konjonktürler, siyasi liderler açısından büyük önem taşırlar. Háttá bazen hayatiyet arz ederler.

Etraf süt liman kesmişken koltuğa kurulmak bir şeydir, ortalığı toz duman götürürken yönetime geçmek bambaşka bir şeydir! İlki nispeten kolaydır. Diğeri ise gayet zordur.

Birincisinde, oturmuş düzeni sürdürmek ve sürpriz buhranlar karşısında da fazla falso yapmamak çoğu defa yeterli olur. Öyle aman aman ustalık ve büyük deha gerekmez.

İkincisinde ise işe enkaz temizlemekten başlanır. Pislik süpürmek önceliği oluşturur.

Nitekim, örneklersek, Obama’nın selefi Bush bugünküsü gibi bir kaos devralmamıştı.

Kabul, asayiş tam berkemal değildi ama, yine de şimdiyle kıyaslanmaz ölçüde sakindi.

Oysa biliyoruz ki, 11 Eylül ertesindeki dehşet basiretsizliğinden ve mali - iktisadi krizdeki derin sorumluğundan dolayı, aynı George Bush hem yukarıdaki mirası yeni zengin müsrifliğiyle harcadı; hem de daha berbadı, halefine bir enkaz bile değil, bir kadavra bıraktı.

***

BU durumda, Barack Hussein Obama’nın işi bir değil, iki defa zorlaşıyor!

Önce, zaten mundar mı mundar bir iş, hemen cenaze levazımatçılığına soyunacak.

Bush’un bıraktığı cesedi gömmesi kesin zorunluluk oluşturuyor. Çaresiz, yapacak.

Sonra bilhassa iki; umut çıtası baştan itibaren çok yukarı çekildiğinden ve dolayısıyla da manevra marjını sınırlandığından, sonsuz dikkatli davranması ve pot kırmaması gerekiyor.

Zira, başkalarında affedilecek yanlışlara ez kaza Obama da düştüğü takdirde, hayal kırıklığı, o umut çıtasının yüksekliğine ters orantılı olarak, aynı aşırılıkta tepki yaratacak.

Diğer bir deyişle, Obama’ya bağlanan ümitler ve sağlanan destekler yine ilk andan itibaren, birer sivri Demokles kılıcı olarak tepede sallanmaya başlayacak.

Ve, Başkanlığı resmen devraldığı salı gününden itibaren de zaten sallanmaya başladı.

Şimdi bize hadi hayırlısı demek ve o kılıcın düşmemesi için duacı olmak kalıyor.
Yazının Devamını Oku

İki Erdoğan iki Brüksel

22 Ocak 2009
DOBRA dobra söylemek gerekirse, Başbakan Erdoğan’ın pazartesi günü Brüksel’de yaptığı gayri resmi konuşma, "ilk bakışta" hiç hoşuma gitmedi. İrkildim ve ürktüm. Ertesi günü başlayacak resmi temasların akıbeti konusunda da ciddi endişeye düştüm.

***

KASTETTİĞİM konuşmayı, haniyse FKÖ lideri Mahmud Abbas’ı dahi jurnalleyen bir Hamas avukatlığı üstlenmekten, Nabucco enerji projesine ilişkin çağrışımı yine haniyse şantajcılığa vardıran retoriğe, EPC kurumu kürsüsünde gerçekleştirilen konferans oluşturuyordu.

Bana sorarsanız, hem zaten tartışmaya açık olan, hem de her halükarda duygusallığı ön plana çıkan bu belágatin ifade platformu Belçika başkenti değildi!

Hele hele, Topluluk’la tam üyelik müzakerelerinin sürmesine rağmen aynı başkente ancak dört yıl sonra gitmek "tenezzülünde bulunan" bir Türkiye Başbakanı için hiç değildi!

Ne Ortadoğu’daki trajik aktüalitenin ön plana çıkması, ne de o müzakerelerdeki enerji dosyasının Kıbrıs mızıkçılığına takılması, yukarıdaki gerçeği değiştirmez ve değiştiremez.

***

DEĞİŞTİREMEZ, çünkü tamam, hissilik ve şantaj dahil, eğer elzemse, uluslararası ilişkilerde tabii ki her türlü yöntem meşru sayılabilir. Hatta bazen bel altından bile vurulur.

Ancak, ortamı, zamanı, dozajı ve muhatabı çok doğru saptamak hayati önem taşır.

Oysa, 2009 Ocak’ındaki bir zaman diliminde ve AB muhatabının başkenti bir Brüksel ortamında, o uluslararası ilişkilerin soğuk, dengeli ve reelpolitik dozajı bunu gerektirmiyordu.

Ankara liderinden hem olaylara daha mesafeli yaklaşması, hem de tüm ağırlığı, aktüalitenin gölgelemeyeceği şekilde, "Avrupalılık iradesi"ne odaklaştırması beklenirdi.

Dolayısıyla, dediğim gibi, ilk konuşma beni gerçekten ürküttü ve aynı tempo devam ettiği takdirde de, salı günkü temasların "meyve vermeyeceği" endişesi içimi sardı.

Ancaak?

***

ANCAĞI şu ki, söz konusu temaslar ertesi iki gündür Brüksel’den ulaşan haberler ve benim de az çok oradan sezinlediğim hava, yukarıdaki endişemi bayağı bayağı hafiflettiler.

Anlaşılan o ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Belçika başkentinde "resmi"yle "gayri resmi"; "açık"la "kapalı" ve "retorik"le "realistlik" arasındaki çizgiyi net çizmiş.

Yani, "mahrem" konuşmalarında, "áleni"deki o "dağıtıcı" belágatini tekrarlamamış.

Türkiye’nin AB üyesi olmak iradesini döne döne vurguladıktan sonra, hálen ağır aksak yürüyen müzakerelere hızla ivme kazandırılmasını talep ederek, meselenin özüne odaklanmış.

Hem Ankara’nın kendi yükümlülükleri yerine getireceğini kaydetmiş, hem de Çek ve İsveç dönem başkanlıklarından istifade, 2009 yılı içinde "cidden yol alınması"nı istemiş.

Artı, ne Ortadoğu gelişmeleri konusunda genel çerçevenin dışına taşmış, ne de Nabucco enerji projesine ilişkin olarak öyle aman aman "şantaj kokan" bir yaklaşıma girmiş.

Açıkçası, Başbakan Erdoğan dört yıl sonra gittiği Brüksel’de, benim "ilk bakışta" diye altını çizdiğim o kaygıları "son bakışta" da doğrulayacak bir yanlışa düşmemiş.

***

NE álá, bundan tabii ki memnuniyet duymamız gerekiyor.

Hele hele, iş láfta kalmaz ve umulduğu gibi AB süreci cidden "silkinmeye" başlarsa, hem Başbakan’a teşekkür tekrarlamak boynumuzun borcu olur; hem de bu temasın yarattığı ivmeyi örnek göstererek, "n’olur, daha çok git" diye onu sıkıştırmamız için fırsat doğar.

Ancak yine de, yukarıdaki tablo, baştan beri beni irkilten o "áleni" belágati zamanda, ortamda, muhatapta ve dozajda haklı ve doğru kılıyor mu, işte bundan hálá hiç emin değilim!

DÜZELTME: Ter içen gömlek anlamındaki "sweat-shirt" sözcüğünü dün "sweet-shirt" gibi gafil bir imláyla yazdığım için özür diler ve düzeltme gönderen sayısız okura teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku

Sweet-shirt’lü olarak haşarı portresi

21 Ocak 2009
PAZARTESİ öğleden sonra, patır patır, evin üzerinde polis helikopteri peydahlandı. <br><br>Tahmin etmek için müneccimbaşı olmak gerekmez, Hrant Dink’in katledilişinin yıldönümü ya, içimden, "anma törenini fırsat bilen birileri yine hır çıkartıyordur" dedim. Asla yanılmamışım, çünkü merak kumkumalığımla dışarı fırlayıp Taksim’e doğru yönlendim ki, daha meydana gelmeden, gençten veletler karşıdan koşmaya başladılar.

***

EFENDİM, zahir aynasızlardan yüzlerini saklamak için olacak, keratalardan kimisi, blucin üzerine giydikleri ve gayet moda "sweet-shirt"lerinin kukuletasını başlarına geçirmiş.

Göğüslerinde de ya "sinye" markaları, ya Amerikanca bir şeyler yazıyor.

Kimiyse bu kıyafetlere Filistin veya Kürt kefiyesi eklemiş. Onlara sarmalanmışlar.

Zaten üç beş kişiydiler, hançerelerini hiç kimsenin anlamadığı birkaç sloganla yırtarak, sokakların arasında dağılıp gittiler. Nitekim, birazdan helikopterin sesi de duyulmaz oldu.

Her halde, "in" Beyoğlu kahvelerinde nasıl "eylem koyduklarını" (!) tartışmışlardır.

Hrant’çık da, öyle, yırtık ökçe pabucuyla uzandığı Osmanbey kaldırımında kala kaldı.

***

ŞİMDİ sizi başka yere götüreceğim. Güz başlarındaydı ve Köln’den güneye inerek Ren Nehri romantikalarında Heine şiirleri okumak için, bu Alman şehrinden teğet geçmiştim.

Lákin eyvah, etraf polis kaynıyor. Köşebaşları tutulmuş. Burada da pervane vızıldıyor.

O Heine lisanına vakıf olan refakatçim panoları tercüme edince, durumu kavradık.

Anladık ki, söz konusu Cermen kentinde camii yapılmasına karşı çıkan hükümeti protesto etmek amacıyla düzenlenen büyük gösterinin tam ortasına düşmüşüz.

Zaten, aynı "sweet-shirt" kukuletalarına ve aynı Filistin kefiyelerine sarmalanmış; aynı anlaşılmaz sloganlarla haykıran kopiller öyle bir geçtiler ki, anlamamak ne mümkün!

Miting bittikten sonra da onlara, ırmak rıhtımını kesen yine "in" kahvelerde rasladık.

Tabii, cami gösterisi yapmadan önce hazretlerin abdest alıp almadıklarını sormadım.

***

ŞAKA ve Ren gezisi bir yana, tıpkı "otonom" denilen yukarıdaki Alman "haşarılar" ın ibadethane yürüşünden istifade ederek tatava çıkartmak istemesi gibi, bizim "haşarılar"ın da Hrant’ı anma törenini fırsat bilip ortalığı vaveylaya vermeye çalışmasına çok içerledim.

Her arbedenin toplumsal gerilimi tırmandıracağını ve bunun da Dink’in uğruna öldüğü "uzlaşma kültürü"ne sonsuz darbe vuracağını görmemek için kör olmak gerekir.

Ama itiraf edeyim edeyim ki, aynı zamanda da o bizim "haşarılar"dan hoşlandım.

***

HOŞLANDIM, çünkü yukarıdaki manzara bir de modernite içeriyor. Cidden içeriyor.

Şöyle ki, Taksim civarındaki çocuklarla Köln sokaklarındaki kopiller arasında mevcut olan tıpatıp benzerlikler, Türkiye’deki "protest kültür"ün dahi ne denli değiştiğini ispatlıyor.

Yani, kendileri reddetseler bile, "tüketicileşme" süreci onlara da evrensellik dayatıyor

Zira, aynı moda "sweet-shirt"ler; aynı desen kefiyeler; aynı "in" kahveler; aynı tür müzikler, aslında "refah toplumları"na özgü ortak kodlar değildir de, nedir ? Tá kendisidir !

Evet, yeni durum 60’lı ve 70’li yılların yerel, yerli ve küs militanlığından çok farklıdır.

Zaten, o "haşarılar"ın belki bir bölümü kısmen militan kimlik taşıyor ve varoşlardan iniyor ama, diğer bir bölümü Batı tipi "otonomluk"la ve oturmuş şehirlilikle bütünleşiyor.

Kaldı ki, her halükárda "eylem değerlendirilmesi" (!) iskambilli kıraathanelerde değil, rock veya "özgün" müzik dinlenen ve kızlı erkekli buluşulan kahvelerde yapılıyor.

Ve ardından, "sweet shirt" modasının değişip değişmediğine; yeni "protest CD"lerin çıkıp çıkmadığına; cep telefonlarında indirim olup olmadığına bakmak için vitrinler yalanıyor.

Şüphe yok, evrenselleşen Türkiye’nin modernitesi "haşarılar"ını da modern kılıyor.
Yazının Devamını Oku