ŞU kesin ki, ulus-devletler masum değildir. Çoğunun sabıka dosyası kabarıktır.
Sütten çıkmış ak kaşık olanlarına hemen hiç rastlanmaz. Bazılarının günahı arşa değer.
Birkaç istisna hariç, hangisinin tarihini karıştırsanız karıştırın, kara sayfa açılır.
Tıpkı, Yılmaz Karakoyunlu’nun romanından esinlenen Tomris Giritlioğlu’nun sinemaya aktardığı ve cuma günü vizyona giren "Güz Sancısı" filminde işlenen 6-7 Eylül 1955 olaylarının da bizim yakın tarihimizdeki böyle bir lánetli bir safya oluşturması gibi.
Bir; iradi biçimde; yani benzetme yaparsak, sezaryen operasyonla "doğurtulmuş" olan o ulus-devletler, hemen her zaman ve her yerde "öteki" ayrışması üzerinde yükselirler.
İki; pekçoğunun etnisite, din veya mezhep temelinde oluştuğu ve derece derece, söz konusu "öteki"ni hedef alan dışlama, baskı veya mezálim olaylarına bulaştığı göz çıkartır.
Nitekim, mazisi zaten malûm Almanya ve İtalya’yı geçelim ama, örneğin "hürriyet-eşitlik- kardeşlik" şiarını düstur edinmiş Fransız Devrimi dahi, Vande ve kısmen de Brötanya bölgesi halklarına karşı düzenlenen dehşet katliamların kanıyla yoğrulmamış mıdır?
Yahut, enpasifist millet addedilen Çekler bile 2. Savaş ertesinde açıkça "etnik temizlik" gerçekleştirip, Südet Cermenlerini öz be öz vatanlarından kovmamış mıdırlar?
Balkan ve Kafkas’taki geç milliyetçilikler aynı temizliğe heveslenmemekte midirler?
Dolayısıyla, ulus-devletin doğasından ötürü, 20. asır başından beri şimdiki Türkiye coğrafyasında yaşanmış olan tragedyalar da öyle aman aman "utanç istisnaları" değildir!
***
ZATEN aslına bakarsanız, aksi yöndeki tüm yeminlere rağmen, aynı ulus-devletler pek çok defa tek bir kavmin maddi, manevi veya kültürel hakimiyeti altında oluşmuşlardır.
En azından, kendisine ait olan kimliği bütüncül kılmıştır. Yekparelik dayatmıştır.
Nitekim, Kızılderililerin uğradığı soykırıma ek olarak, o "rengarenk" Birleşik Amerika bile özünde Anglo-Sakson ve Proteston tahakkümün tá kendisidir.
Veya, yemin-i billah "enternasyonalist" (!) olduğunu söyleyen Sovyetler Birliği’nin dahi aslında Büyük Rus şovenizmini aynen devam ettirmesi asla bir "kaza" değildir.
Evet evet, hemen her ulus-devletin tarihi oluşum sürecinde "öteki"ni metazori "ben" kılmak ve kılamadığı takdirde de, "tepeleyerek" yok veya ihraç etmek dürtüsü vardır.
***
İMDİİ,tamam bunu teorik bir "genel vakıa" olarak saptadık ama, neyi değiştirir ki?
Herhalde, "eh, ulus-devlet süreci madem üç aşağı - beş yukarı hep aynı seyri izliyor, o halde bizim yakın tarihimizdeki kara sayfalardan da kime ne" diyecek değiliz.
Bu, hem kaderciliğe boyun eğmek, hem de geçmiş suçları onaylamak anlamına gelir.
Eğer böyle bir gaflete düşersek, ne insani ve ahláki değerlerden nasiplenmiş sayılırız, ne de o tarihten ders çıkartarak aynı yanlışları tekrarlamamak erdemiyle donanabiliriz.
Hele hele, kör kör parmağım gözüne gerçekleri inkara yeltenirsek, gelecekte belki daha da beter suçlar işlemek için, zaten varolan zemini eni konu pekiştirmiş oluruz.
Yani, 1955 İstanbul’unda Rum yurttaşların maruz kaldığı dehşeti yok sayarsak, 2005 Beyoğlu’sunda da aynı olayın ellinci yıldönümü nedeniyle açılan fotoğraf sergisini basarız.
Yani, 2007 Şişli’sinde de Hrant Dink’leri katletmeyi ve 2009 Eskişehir’inde de "Yahudiler ve Ermeniler giremez. Köpekler girebilir" pankartları yazmayı sürdürürüz.
O halde ne yapmalıyız da, "öteki"ni ebedi düşman belleyen bu ideolojiyi yıkmalıyız?
***
HİÇ şüphesiz, "Güz Sancısı" filmlerini yaparak ve seyrederek, korkmadan ve inkar etmeden kendi "tarih sancıları"mızı sorgulamalıyız ki, bu sorguyu yarın da sürdüreceğim.