FONETİK imlayla ve tek kelime olarak yazdığımız "monşer" deyimi, Fransızcada "benim" anlamına gelen "mon" sıfatıyla, "cher" sözcüğünün birleşmesinden oluşmuştur.
Sanıyorum ki, lisanımızdaki en iyi karşılığı da "azizim" ünlemine tekabül eder.
Ve söz konusu "monşer"in Türkçeye mecázi, háttá aşağılayıcı, en azından alaycı bir ifade olarak girmesi ise Tanzimat Dönemi’nin ilk Batılılaşma hamlesine uzanır.
***
ORAYA uzanır, çünkü başta Hatt-ı Hümayun’dan biraz önce kurulmuş olan Tercüme Odası mensupları olmak üzere, Dersaadet’in kalem efendileri ve İmparatorluğun şehirli münevverleri, sırf kaftan ve kavuğun yerine setre ve stambulin giyinmekle yetinmemişlerdir
Gerek "öteki"ni keşfedebilmek, gerekse devleti kurtarmak azmiyle öğrenmeye başladıkları Voltaire dilini,yeni edinilen her şey gibi, biraz yerli yersiz paralar olmuşlardır.
En azından, lisán-ı Osmanide mevcut olmayan bütün bir modernite lûgat ve terminolojisini kullanmak; hiç olmazsa, uyarlayarak icád etmek zorunda kalmışlardır.
Ve bu ilk "Garbiyatçı kırılma", daha sonra tüm çağdaş tarihimizi belirleyecek olan "aydın yabancılaşması"na başlangıç addedilir.
***
NİTEKİM, yukarıdaki rahle-i tedristen geçmiş münevverlerin "benliğini yitirdiği", "dejeneransa sürüklendiği" ve "halktan koptuğu" çok yerleşiklik kazanmış bir kanıdır.
Örneğin, Ali Çamiç Ağa’nın, "Dilinde Türkçenin küfr-ü küspesi / Frengin itine taklid kisvesi" hicviyesini bu "yabancılaşma"ya o "halk"ın bir tepkisi sayabiliriz.
Yine örneğin, diğer ünlü hiciv, Ömer Seyfettin’in kaleme aldığı ve "Efruz Bey"dekarikatürize ettiği, aynı adı taşıyan romandır. Ama burada parantez açarak şunu hatırlayatım:
Seyfettin bugün alıcı gözüyle ve bir bütün olarak okunursa ayan beyan görülecektir ki, ırkçı nefret dahil, yazar şimdinin "ulusalcı" ideolojisini haniyse o vakitler teorize etmiştir.
Başka bir deyişle, "monşer" kináyesi daha ilk andan itibaren, "Frengin iti" addedilen "öteki"yle yakınlaşabilmek iradesinin önüne Çin seddi çeken bir işlevle de donanmıştır
***
ÖTE yandan, söz konusu "monşer" deyimi hem Meşrutiyet, hem de Cumhuriyet dönemi diplomatlarının sırtına yine birer karikatüral yafta olarak yapıştırılmıştır.
Ve tabii burada da, baştaki Tercüme Odası’yla sonraki Mülkiye - Hariciye arasında zaten mevcut olan organik bağlantıdan ötürü, tamamen yukarıdakine koşut bir kináye vardır
Tekrar "toplumsal yabancılaşma" ve tekrar "kendinden uzaklaşma" çağrıştırılır.
Bunun ilk nedenini de, söz konusu meslek loncası mensuplarının, çağın uluslararası dili olan Fransızcayı mutlaka bilmek ve kullanmak zorunda kalmaları oluşturmuştur.
Ama ana neden, ister istemez Batı’yla ilişki içinde olan o hariciyecilerin, aynı Batı’nın adab, usul ve tarzlarına, sıradan "halk"aoranla çok daha fazla vakıf olmasından kaynaklanır.
Artı, son yıllara dek diplomatlık her yerde bir "elit mesleği" addedildiğinden, dolayısıyla da bu düzeye ulaşanların baştan itibaren ayrıcalıkla donandığı varsayıldığından, onları "monşer" diye hicvetmek aynı zamanda çok ciddi bilinçaltı tezahürler yansıtır.
***
EVET ciddi şeyler yansıtır, çünkü "yabancılaşma" eleştirisi ancak nadiren haklıdır.
"Monşer" kináyesinin geri planında çoğu defa, açıkça telaffuz edilmeyen bir hasetlik, bir kıskançlık, hatta bir intikamcılık duygusu mevcuttur. Bastırılmış kompleksler vardır.
Daha vahimi, bu lügati siyasi platformda kullanmak, kasten fetişleştirilmiş "halk"ın yukarıdaki duygularını "gıdıklayarak", gırtlağa kadar popülizme batmak anlamına gelir
Kaldı ki, haksız yere "monşer" diye hicvedilen o "elit kesim"in Tanzimat’tan itibaren "Batılılaştığı" iddiası ve varsayımı koskoca bir efsanedir ki, buna yarın değineceğim.